Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

*Deniz*

Bilge

  • "*Deniz*" bir kadın
  • Konuyu başlatan "*Deniz*"

Mesajlar: 5,865

Kayıt tarihi: Feb 27th 2007

Konum: Kocaeli

  • Özel mesaj gönder

1

Friday, 25.07.2008, 11:34

İskender Pala Yazıları...

Hayadan hayata yayılan güzellik

Sevda-yı dildârdan gönül usandı / Güzelim cefadan niçin usanmaz / Demek ki üftadem odlara yandı / Hak'tan haya kılmaz kuldan utanmaz / (Dertli)

Yalnızca iyilik getirendir o; yalnızca sevgi biriktirendir... Kat kat şimdilik; dosya dosya güzelliktir hem... Elimizden tuttu mu bir kez yükseltir yükselttikçe kişiliğimizi de yüceltir yüceltilecek kadar... Haya, hayatın güzelliği...

''El-haya ve'l-edeb!'' der eskiler; hayasızca bir tavır gördüklerinde, edep dışı bir söz işittiklerinde. Haya ki bir utanma duygusudur; ar ve namus perdesinden bestelenir zaman notalarında. Perde açıldı mı da bir kez; küser sahibine ve kaçar gider coğrafyamızdan bütün güzel nağmelerini toplayarak. Kişi ancak haya sermayesi kadar edîb olur çünki; ancak hayası ölçüsünde müeddeb sayılır. Yakışıksız işlerden alıkoyan da, kötüleri iyi kılan da odur hep.

Hayamızı yitirdik ve silinmiş boş kağıtlara döndü şimdi hayat. Lalezarlarımızda ayrıklar bitti hayasızlıktan; medeniyet birikimlerimiz ağıt sütunlarında kırıldı, yontulmuş mermerlerimiz damar damar çatladı. Zümrüdü ankanın kanatlarından kavruk baharlara döküldü safirler. İmkanın en dar kapısında oturup ruhumuzu şer ile şerh ettik; ve hayayı unuttuk. Esir kentlerin mahpusları gibi puslu sokaklara serpildi fırtınalı akşamlarda hayasızlık; ve göz kapaklarımıza kan damladı süveydalarımızdan. Her karanlıkta yağmurlar büyüttü acılarımızı ve her solukta biraz daha savaş, biraz daha şiddet, biraz daha kin, biraz daha vahşet, biraz daha.. biraz daha...

Hayamızı yitirdik ve Leyla'lar leylî renklere bağlar oldu zülüflerini. Hayalî ahlâk bezirganları bir nane çöpüyle tarttılar hayalarımızı hayal terazilerinde; haya içinde yaşarken hayal içinde öldük. ''Hayalî'' tahallus eden şairler ''Haya-lı'' hayatlar sürerlerdi hani de, kirpiklerinin arasından eski zaman sevdalarını damıtırken ''Geçmiş zaman olur ki hayalı cihan değer'' derlerdi... Heyhât!.. Hayal meyal şeylermiş... Hayalî yükler bükmede şimdi belimizi.

Hayamızı yitirdik; ve tımarsız, kaşağısız, pusatsız bıraktık küheylanlarımızı; kılıçsız, kargısız, cevşensiz koyduk süvarileri. İkonlara gizlenmiş ruhbanlara çaldırdık ruhlarımızı. Akrep yuvalarından ecinni raksların ateşi sıçradı üzerimize. Kevn ü fesadda anılmamacasına yıktık eski ahitlerimizi, yeni ahitlerimizi. Ahdimiz haya üzerineydi, kaybettik ve ahlâkımız eskidi. Dönüş biletini giderken yırttık ahitleşmeye de, kutsal vadilerde nalınlarımızı ayağımızda unuttuk. Parlayan yıldızlarımızdan astroitler düştü bahtımıza. Filmin son karesiyle birlikte elif ve lam ve he de karardı. Kelamlarımızda yorulan harfler laf kılığında yağdı dünyamıza. Efsunlu sözlerle dolu hamayılların çörekotlarınca küçüldü ruhlarımız. Gizi çözen gecelerimiz, geceyi düğümleyen gizlerde gizlendi. Kafesinde sindirilmiş aslanlara dönünce ahlâk, avcıların tarihinde kötü figüranlar olarak anlatıldı haya; ve aslanlar kendi tarihlerini yazamadılar hiç.

Hayamızı yitirdik; ve münzevi hayallerde eklemledik âhlarımızı birbirine, düşlere karışan hayatımızı zincir yaptık. Huzurun ak sayfalarına derunî sağanaklardan kan revan acılar gönderdik. Gazeller ve kasideler hep yitik sevdalarda döndü mersiyeye... Ağladık geceler ve gündüzler boyu, ağlayacağız aylar ve yıllar yılı...

Haya... Aaah, en eski yitiğimiz...

Hayadan ötesi hayal, aslı yok bir düşünce...

Hayadan öte hayat, esası bozuk günce...


İskender PALA

*Deniz*

Bilge

  • "*Deniz*" bir kadın
  • Konuyu başlatan "*Deniz*"

Mesajlar: 5,865

Kayıt tarihi: Feb 27th 2007

Konum: Kocaeli

  • Özel mesaj gönder

2

Friday, 25.07.2008, 11:34

Günah çeşmesi

Evliya Çelebi, Melek Ahmet Paşa’nın Özi valiliği sırasında (1650) neredeyse bütün Rumeli’ni dolaşarak ünlü seyahatnamesine zengin sahneler ilave etti. İşte Sofya civarında başına gelen bir hadise; kısaltarak anlatalım:

“(Votoş yaylalarından inerken) bir ihtiyar yörük dedi ki:

-Bunda bir kayada bir çeşme vardır ki Talih Çeşmesi derler; varın onda talih tutun.

Dere içine gittik. Refiizade Şefiî Çelebi dedi ki:

-Dinleyin ey vefalı ihvan! Bu çeşme o çeşmedir ki, her kim ömründe katil, zina gibi kebair işlemişse ondan su alıp içemez. Ancak eteği temiz ve tereddütsüz olanlar nûş edip safa kesb edebilirler. Yani ki içemeyenler daha sonra halktan utanıp bednâm olurlar, isterseniz geri dönelim.

Oradakiler gülüşüp dediler ki;

-Şefii Çelebi kırk gündür evinden uzakta kaldı, galiba karısını özledi.

Şefii Çelebi bunun üzerine dedi ki:

-Doğuran kısrak utansın, gitmeyen kocakarı olsun!.. Yürü baba yörük, bize yolu göster.

Gide gide vardık. Bir yalçın kayadan bir berrak su akar. İhvân su başında durakladı ve kimse adımını atıp su içmeye cesaret edemiyordu. Herkes ilk gidenin başkası olmasını istemekteydi. Nihayet Şefii Çelebi “Allah’a hamd olsun çekinecek bir halim yoktur!” diye vardı, o berrak sudan içti. Ardından Müezzinzade Ali Çelebi vardı, elini tas gibi yapıp su alayım derken su kesiliverdi. Herkes ona güldüler ve “Bre sen müzenneb imişsin!” diye alay etmeye başladılar. Adam kıpkırmızı kesildi, utandı ve mahcup oldu. Bu sefer yaran birbirleriyle tartışır oldular. Kimisi “İçelim!”, kimisi “Gidelim!” diyordu. Sonunda cümlesi, “Sır burada kalsın!” diye sözleşip yemin edip çeşmeden su içmeye varıp el uzattılar. Şefii Çelebi’nin biraderi varıp akan suya el uzattıkta su hemen kesildi. Gene yaran gülüştüler. Şeyhzade Çelebi’nin hımhım Mehmet Çelebi’si daha on adım uzaktan çeşmeye doğru yürüyünce su kesildi. “Bu daha da günahkarmış!” diye gülüştüler. Ondan Resmî Çelebi varıp Bismillah deyip sudan içti. Böyle böyle bir de baktım herkes beni işaret ediyorlar. Hakîr.

-Bre âşıkân, biz bir gûne âlüfte ve âşüfte bin kişiyi tanır, bin diyar dolaşmış tecrübe sahibi adem ve seyyâh-ı âlemiz, bize bu teklifi etmenüz...

dediysem de dinlemediler “Sen bizim halimize vakıf oldun, biz de seni görelim!” dediler. Hakîr kendi hâlimden elbette haberdarım, hiç korkmadan varıp Türk’ün ve Türkmen’in atası Hoca Ahmed Yesevi ruhaniyetine sığınıp sudan bihamdillah doya doya nûş ettim. Sözün neticesi, bu çeşmeden yetmiş kimesne su nûş etmek kasdettiği halde ancak beş adedine müyesser oldu. Bir garip ve acîb tılsımlı akar sudur.”

Zarif seyyahımız Evliya Çelebi’nin o tatlı ve latîf üslubuyla anlattığı bu enteresan hikayenin tam da böyle cereyan ettiği elbette şüphelidir. Her ne kadar bir kesilip bir akan pınarlar, yeraltındaki mecrası sebebiyle kâh dinip kâh çoğalan çeşmeler var ise de suyun kesilip akmasıyla bu derece günah testi yapabilmek de doğrusu ya mucize ya keramet sayılır. Belki de sevimli Çelebi’miz bizim dikkatimizi çekmekte ve bu testi kendimiz için uygulamamızı, böyle bir çeşme başında olsaydık oradan su içebilir miydik, bunu sorgulamamızı istemektedir. Hatta belki de kurnazlık ederek kendi çağındaki bazı adamları teşhir etmek istemekte ve bu çeşmeyi bahane ederek haklarında duyduğu şeyleri adamların yüzüne vurma yolunu tutmaktadır. Ancak verdiği sonuç hayli düşündürücüdür. Yetmiş kişiden beş kişi... Tabii her zamanki gibi kendisini yine temize çıkararak.

İSKENDER PALA
30.03.2006 PERŞEMBE
Zaman Gazetesi

*Deniz*

Bilge

  • "*Deniz*" bir kadın
  • Konuyu başlatan "*Deniz*"

Mesajlar: 5,865

Kayıt tarihi: Feb 27th 2007

Konum: Kocaeli

  • Özel mesaj gönder

3

Friday, 25.07.2008, 11:35

Efendiler Efendisi’ne iltica

Bütün çiçeklerin içinde bir çiçek (gül), bütün taşların içinde bir taş (yakut), bütün insanlar içinde bir insan (peygamber) o. Şairin dediği gibi,

Muhammedün beşerün lâ ke’l-beşer / Bel hüve yâkâtün beyne’l-hacer
Mânâ: Muhammed elbette beşerdir, ama sıradan bir beşer gibi değildir. Belki taşlar arasında yakut ne ise, insanlar arasında Muhammed de odur.

Sevginin damıtılmış, süzülmüş, rafine muhatabı olarak sevilen (maşuk), estetik sevgi imbiğinden geçirilip Müslümanların kalbine süzülen aşk (Muhammed).

Neler söylenmedi onun hakkında, neler yazılmadı. Yazmakla bitirilemedi ve bitirilemeyecektir de. Bütün söz ustaları kalemleri ellerine aldılar, adına na’t dediler onu anlattılar; tazarru dediler, ona iltica ettiler. Siyer dediler hayatını söylediler, şemail dediler vasıflarını sayıp döktüler. Hilye yazdılar yakınlıklarını ifade için, mi’raciye dizdiler şanını tebcil için. Adına gül dediler ve besteler yaptılar gül terennümünde, ilahiler söylediler gül deminde. Na’tî diye mahlas kullandılar, divanlar doldurdular; adını anarak başladılar mesnevilere bir bakışına mazhar olmak için. Aherli kağıtlara döküldü bin bir harf düz ve eğik, Rasul’ü yazmak için yarıştı gubari ile şikeste ta’lik. Hamdullah’tan Hâmid’e harf başına Muhammed diye yazdı divitler; Levnî’den Osman’a tel tel renk verdi maviler ve çivitler. Onun içindir ki ne yana baksa Rasul’den bir iz görür gözler, ne yöne dönse Rasul’ü özler, geceler ve gündüzler. Eşya ve varlık Rasul için vardır ve Rasul, elbette eşya ve varlık kadardır. Bir milyon adı varsa aşkın, bir eksiğiyle hep Rasul’ün gül yanağından alır ilhamını. Kağıt, kalem ve kitap... Söz, kelam ve hitap... Kimiler gül deyip ömür boyu gülerler; kimiler gül deyince gül uğruna ölürler.

Muhammed, benim Efendim.

Efendim’i anlatmayan dil ne söyler ki efsaneden başka!.. Muhammed harflerinden Muhammed söylemeyen kelimeler gerçeği olmayan isimlerden öte nedir ki?!.. Gülün kokusunu taşıyan bilgi canda ışık; ama bir gül destesi götürmeyen kervan bedene kuru yüktür.


Gülünce yüzünde güller açan güzeller, yüzyıllarca bütün güzelliklerini bir tek güzellikten damıtarak yaşadıklarının farkındaydılar; yazık ki teknoloji çağında bunu kaybettiler. Oysa beşeriyet bütün zaman ve mekan boyunca onu bilememenin ve onu sevememenin ıstırabıyla kıvrandı ve büyük hakikat şu ki başını nereye vursa o Efendiler Efendisi’ne sığınmaktan başka kurtuluş bulamayacak, Efendim’i örnek almadıkça ete kemiğe bürünmüş feryadından kurtulamayacak. Eller nakış nakış, desen desen Muhammed’i dokudukça, kağıtlar renk renk, deste deste Muhammed’i okudukça ancak kurtulacak beşeriyet. Onun gül damlası terinin ıtırlarında bülbüller yaşar aşk ile, ve aşk ile yanağının rengine pervaneler düşer. Çünkü kimin eline değerse bir gül, elleri gül kokar onun.


“Eğer Elçi’nin vasıflarının şerhini devamlı, durmadan söylesem, yüzlerce kıyamet geçer de o yine bitmez.” der Mevlana. Lisan ve kalem onu hakkıyla anlatamaz, bunu herkes bilir. Bu yüzden biz haddimizi elbette bilecek ve Zekâî Mustafa Dede’den ariyet bir beyit ile ona iltica edeceğiz:

Garîk-i bahr-i isyânem şefâat yâ Rasûlallah
Esîr-i nefs-i nâdânem şefâat yâ Rasûlallah

Elbette hasretini terennümdür kasdımız Efendimizin, cür’etimiz ise içimizin yanışından. Varlığa o iken sebep, hayalinden ya fikrinden, hiç olmazsa adının zikrinden nasıl duralım ayrı...?

İskender PALA

*Deniz*

Bilge

  • "*Deniz*" bir kadın
  • Konuyu başlatan "*Deniz*"

Mesajlar: 5,865

Kayıt tarihi: Feb 27th 2007

Konum: Kocaeli

  • Özel mesaj gönder

4

Friday, 25.07.2008, 11:35

Söz ola...

Sözün ayağa düşmediği zamanlarda, hani Yunus'un "Söz ola kese savaşı/Söz ola kestire başı" buyurduğu o çağlarda, bilhassa politik konular ve devletlerarası meselelerin halledilmesinde savaşlar, mücadeleler, antlaşmalar, yazılar, belgeler kadar söze de itibar olunur, konuşma üslubu ve imalarına hayli önem verilirdi.
Devlet adamlarının sözü en iyi bilenlerden seçilmesi, şiirden anlaması, zeki ve hazırcevap olması o devirlerin genel kabullerinden idi. Bilhassa devlet itibarını koruma adına taşı gediğine koyan insanlar o sözleriyle birlikte tarihe geçerler ve menkıbeleri nesilden nesile aktarılır dururdu. Yazık ki çağımız insanı bu ruhu yavaş yavaş kaybediyor. Değişen dünya siyasetinin ibreleri başka sürtüşme alanları bulmuş kendine. Buna rağmen zaman zaman bir siyasinin ağzından şöyle devlet itibarını yüceltir bir söz duymanın, reel-politik olmasa da, ruhumuza ne derece iyi geldiğini inkar edemeyiz. Eskiden sözünüzün kalitesi devletinize itibar katardı; şimdi devletinizin itibarı sözünüze değer katıyor. Eskiden söz düellosunda üstün gelmek kılıçların üstünlüğünden daha etkiliydi, şimdi sözünüzü elinizde tuttuğunuz kılıcın gücü ölçüsünde söylemeye mahkûmsunuz. Velhasıl hile icad oldu, üslup bozuldu. Bize de eski zaman sözlerini hatırlamak düştü:

Kanuni zamanındayız. Yavuz Selim'in Şah İsmail ile Çaldıran'da yaptığı savaşın hatıraları hâlâ insanların zihinlerinde. İsmail'in savaş meydanında bırakıp kaçtığı güzeller güzeli Taçlı Hatun, sırf Şah'ı tahkir için, çiçek bozuğu bir yüze sahip olan Tacizade Cafer Çelebi ile evliliğinin yükünü çekmekte.

Kanuni, İran-Osmanlı ilişkileri belki düzelir umuduyla Şah'ın elçisi İmamkulu Han'ı kabul edecekti. Elçi büyük bir ihtişam ve tantana içinde Üsküdar'a ulaştı. Şemsi Paşa kendisine mihmandarlık yapıyordu. İlk görüşmeden sonra atbaşı ilerlemekteydiler. Elçi çok özenip gelmişti ama Şemsi Paşa'nın hazırlattığı tören birliğini görünce gözleri kamaştı. Boylu poslu Türk askeri baştan başa sırma ve ipekler içindeydi. Atlarının koşumları bile göz alıyordu. İmamkulu'nun şaşkınlığı gitgide kıskançlığa ve kendi askerine karşı komplekse dönüştü. Nefsini tatmin için Şemsi Paşa'yı iğnelemek istedi:

- Bunlar ne acayip süslü askerler, sanki düğün alayı gibi.

Paşa'nın cevabı tam da İmamkulu'nun hak ettiği biçimde geldi:

- Evet, Taçlı Hatun'u Şah İsmail'den alan düğün alayı bu idi.

***

İslam tarihinde ünlüdür; Hz. Ömer Bizans imparatoruna bir elçi göndermiş, elçi çok iyi karşılanmış, saygı gösterilmişti. Resmi görevler haricinde Bizans'ın rahipleriyle de sohbetler ediyor, tartışıyordu. Yine bir seferinde rahiplerden biri sırf elçiye hakaret maksadıyla Efendimiz'in zevceleri Hz. Aişe'den uzun uzun bahsetti ve sonunda sözü ifk hadisesine getirip iğnesini batırdı:

- Kendilerine olan iftira ne olmaz şeydi değil mi?

Rahibin kötü maksadı ortadaydı. Elçi misliyle mukabele için cevabı yapıştırdı:

- Evet, tıpkı Hz. Meryem'e olan iftira gibi.

DEVLET İTİBARI

Keçecizade Fuat Paşa, Sultan Abdülaziz'in ünlü Paris gezisinde onun yaveri ve tercümanı olarak görev yapmaktaydı. Birkaç lisan konuşur, şiirden anlar, sözü bilir, devlet protokolü ve uluslararası ilişkilerde uzman zeki birisiydi. Abdülaziz, II. Napolyon'un şeref konuğu idi ve birlikte sergiyi gezeceklerdi. Sultan belirlenen saatte hazırlanmış, faytonuna binmek üzere konukevinin bahçesine inmişti. Ne ki sarayda bir hareketlilik görünmüyordu. Fuat Paşa ev sahibinin yaveriyle buluşmak ve durumu haber vermek üzere büyük salona girdiğinde Napolyon'u, terzilerine bağırıp çağırırken buldu. Yok pantolonunun şeridi, yok şapkasının kalıbı, huysuzlanmaktaydı. Yaver, Fuat Paşa ile görüştükten sonra Napolyon'un yanına gitti ve sultanın kendilerini beklemekte bulunduğunu kulağına fısıldadı. Napolyon terzilere öfkesini yaverinden çıkartırcasına bağırdı.

- Beklesin p.....nk! İşte hazırlanıyoruz.

Bu söz ağzından çıktığı anda kral, salonun kapı tarafında Fuat Paşa'yı gördü. Paşa oralı olmaz gibi davrandı. İçinden "Bunun hesabı görüle!" diyordu.

Beklediği fırsat çok geçmeden ayağına geliverdi. Napolyon iki dakika içinde alı al, moru mor, etrafındaki adamları defedip salon kapısına yönelerek "Aman konuğumuzu bekletmeyelim!" diye diye gelip Fuat Paşa'nın koluna girmişti. Tam kapıdan çıkacakları sırada paşanın kulağına eğilip samimi bir eda ile sordu:

- Paşa hazretleri, az evvel bir halt ettik, bunu haşmetmeaba duyurmazsınız değil mi?!..

Paşanın cevabı devlet itibarını yerden kaldırmakla kalmadı, taşı da gediğine koydu:

- Aman majesteleri, istirham ederim, onun sizin hakkınızda söylediklerini size duyuruyor muyum ki sizin söylediğinizi ona duyurayım.

[BERCESTE]

Kendi derdim kor elin derdine ağlar gezerim

Lâlenin dağı gülün ateşi yandırdı beni

(Kendi derdim kora dönmüş iken (veya kendi derdimi bırakır da) elin derdine ağlayıp gezerim. Lalenin bağrındaki dağlama yarası ile gülün (rengindeki) ateşidir beni yandıran.)

Nevres-i Kadîm



İSKENDER PALA

*Deniz*

Bilge

  • "*Deniz*" bir kadın
  • Konuyu başlatan "*Deniz*"

Mesajlar: 5,865

Kayıt tarihi: Feb 27th 2007

Konum: Kocaeli

  • Özel mesaj gönder

5

Friday, 25.07.2008, 11:36

MECNÛN BİR DELİ MİYDİ...?

Mecnun adını hepimiz biliriz. Türkçe’deki kelime anlamı “cin tutmuş, çıldırmış, divane” falan demek. Leyla’ya olan aşkıyla efsaneleşen delikanlı, hakikatte bir deli miydi? Eğer deli idiyse derdine kim derman olabilirdi?

Sözgelimi çağımızda yaşasaydı psikiyatristler onu tedavi edebilirler miydi?


Ayrık bir aşk hastalığına yakalandığı malumdu da, onu bu hastalıktan kim kurtarabilirdi? Hastalığı yüzünden şimdi onu ayıplamak mı gerekir, takdir etmek mi; acımalı mıyız, gıbta mı etmeliyiz? Ve daha çoğaltılabilecek sorular... Fuzulî, Leyla ile Mecnun hikayesinde ona;

“Fezâ-yı aşkı çün gördüm salâh-ı akldan dûrem
Beni rüsvâ görüp ayb etme ey nâsih ki ma’zûrem”
dedirtir. “Aşkın fezasını gördüğüm andan itibaren aklın rahatlığından uzak düştüm. Ey öğütler verip duran! Beni böylesine düşkün görüp ayıplama, çünkü özürlüyüm.”

Mecnun’un deli olup olmadığını kestirmek için bu beyitteki birkaç kelime üzerinde durmamız gerekiyor. Bilindiği gibi fezâ kelimesi, “ucu bucağı bulunmayan alan, göklerin sonsuzluğu” gibi anlamlar içeriyor. Demek ki aşk ülkesi böylesine mekan ötesi bir genişliğe sahiptir. Salâh kelimesi “düzelme, iyileşme, rahatlık, barış içinde olma” gibi anlamlar ifade eder. Demek ki aklı ön plana alanlar belli bir huzur içindedirler de aklını yitirenlerin rahatı kaçmış, durumu kötüleşmiş olur.

Rüsvâ kelimesi “itibarsız, saygınlığını kaybetmiş, rezil” anlamlarını taşır. Belli ki aşk, sevilene itibar kazandırırken, seveni itibardan düşürmektedir. Nâsih, “nasihat eden, öğüt ve akıl veren” demek olduğuna göre galiba aşk, aklın ölçütlerini hiçe saydırmakta, değerlendirmeyi gönül mecrasına çekmektedir. “Özürlü, mazeret sahibi” için ma’zûr deriz. Mazereti olanların sorumlulukları olmadığına, deliye de sorgu sual bulunmadığına göre, demek ki aşk çılgınlığından dolayı kişi sorumlu tutulamaz. O halde aşkın, kişiyi itibardan düşürmesi ne gam!..

Şimdi kelimelerin aynı sırasına göre soralım:

Aşka dair bütün mesafeleri içinde ölçen ve yolculuklarını içine doğru yapan bir mecnun için yeryüzünün her ciheti bir feza sayılmaz mı? Aşkı akla tercih eden bir tutkun için, asıl huzur ve salah, aşk fezasında tadılan azapta (=lezzet) değil midir? İtibar veya itibarsızlık akla göre yapılan bir değerlendirme olduğuna ve âşık da akıl(lılık)dan uzak durduğuna göre aşk yüzünden rüsvâ oluş hakikatte ona bir itibar kazandırmaz mı? Aklı tasnif dışı bırakan bir âşık için her yerde bir nâsih, bir akıl veren bulunması ve onun da bu öğüdü kabul etmemesi garip sayılabilir mi?!..

Bırakın deliyi, akıllılardan da olsa hangi öğüdü kim dinlemiştir ki?!.. Akıldan yoksun olanların dünya ve ahiret sorumlulukları bulunmazken, yani onlar mazur görülürken, aşk ile aklını yitirenin itibar kaygısına düşeceğini kim söyleyebilir?!..

Bütün bunlardan sonra, acaba beyitteki akıl, deliliğin zıddı olan akıl olabilir mi? Fuzulî, aklın karşısına deliliği değil de neden aşkı koymaktadır? Aşk, her ne kadar akıl kavramının tersi gibi görünse ve âşıklığın ilk adımında aklı terk etmek şartı aransa da, böyle bir macerada akıl terk edilince insan deli mi olmaktadır? Eğer öyle değilse, akıl kavramıyla çelişen şey aşk değil, bizzat deliliktir. Âşık olmak akıllılık olarak değerlendirilemez, tamam ama, bu, deli olmak demek de değildir ki!..

Evet, âşık akıldan uzaklaşır ve aklın güdümünde hareket edemez, ama bunun için de kimse ona deli diyemez. Denilse denilse, âşıkın kendisi için özge bir yol seçtiği söylenebilir. O yol ki akıldan uzak bir fezadır, ama sonu nurdan bir ülkeye çıkar. Âşık bu ışıklı ülkeye ulaştığında akıl(lılık)dan çok öte bir itibara kavuşur. Bu da onun sorumsuzluğu, itibarsızlığı vs. için yeterli mazerettir zaten.

İmdi!.. Olgunluk kazanmak için aşk yolculuğuna başvurdu ve dolayısıyla akıl kurallarına uygun hareket etmedi diye hangi deli, Mecnun’u delilikle itham edip tedaviye kalkışabilir?.. Onun çılgınlığı (deliliği değil) binlerce akla bedel iken, kim ona imrenmez de akıl vermeye yeltenir?!.. Büyük veliler çilehanelerin ıssızlığını, nebiler de mağaraların yalnızlığını sünnet etmişlerken Mecnun aşk hastası olup sahralarda tek başına bir hayatı seçti diye kim onu ayıplayabilir?!.. Eğer ayıplanırsa, aşk sayesinde nasıl insan-ı kâmil (mükemmel insan, yetkin birey) olunabilsin ki?!..

Mecnun ki, evet, “deli” demektir; ama ondan evvel “tutkun, çılgın, çıldırasıya seven” de demektir. Arapça’da bu kelime “gizlenen, örtünen, kapanan” anlamı taşır. Akıllanması için babası onu Kâbe’ye dua etmeye götürdüğünde, iltizama başını koyup aşağıdaki dizelerle yalvaran birisi, sizce deli midir, yoksa akıllı mı; aşka sığınmakla başkasına açılmakta mıdır, yoksa içine kapanmakta mı; onun aklı başından gitmiş midir, yoksa aşk ile örtülmüş mü:

“Yâ Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni
Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni.”


İSKENDER PALA

*Deniz*

Bilge

  • "*Deniz*" bir kadın
  • Konuyu başlatan "*Deniz*"

Mesajlar: 5,865

Kayıt tarihi: Feb 27th 2007

Konum: Kocaeli

  • Özel mesaj gönder

6

Friday, 25.07.2008, 11:37

[LEYLA ADI ANILINCA]

Bir hac kervanı Mecnun'un yurdu olan çöllerden geçiyordu. Mecnun'u görünce saygıyla durdular ve birisi sordu:

- A yok, yoksul âşık, a dillere destan deli, Leyla hakkında ne biliyorsun?

Adamın sorusu biter bitmez Mecnun yere yığılıp kaldı. Neden sonra onu gül sularıyla ayıltabildiler. Gözlerini açınca soru sorana dedi ki:

- Haydi, bir kere daha Leyla de!.. Leyla hem soru, hem cevaptır. Her soruya Leyla cevabı elvermez mi? Ne kadar mânâ incisi delinse yine de Leyla'nın adı kadar değerli değildir. Leyla'nın adını andın mı, cihan içinde cihanlarca sır söyledin demektir. Her an "Leyla" deme imkânım varken başka bir adı anmam küfürdür bana.

[BERCESTE]

Tecrübe ehli bunu böyle bilir

Kim ki çok söyleye ol çok yanılır

Atayî



Zaman
27/11/2007

*Deniz*

Bilge

  • "*Deniz*" bir kadın
  • Konuyu başlatan "*Deniz*"

Mesajlar: 5,865

Kayıt tarihi: Feb 27th 2007

Konum: Kocaeli

  • Özel mesaj gönder

7

Friday, 25.07.2008, 11:38

Başı yerde âşık

Gerçek sevgi, sevenin varlığını kaplayan, ondan taşan, dışa vuran ve görünür kılınan bir vetiredir. Sevme duygusundan dolayı kişinin dış dünyasına yansıyan her şey aslında soyut olanın somutlaşması, özün kabukta yansıması, siretin surete aksetmesinden ibarettir.

Bu bakımdan sevgi öncelikle seveni, sevenin sevgisi oranında da sevileni etkiler. Sevenin sevgiliye karşı takındığı tutum ve davranışlar, onun huzurunda veya gıyabında gösterilen gayret ve hizmet, bu sevginin dışa vurumunda da başlıca belirleyici unsurdur.

Eski terbiye geleneğimizde, konuşulan sözü, üç yerde baş eğerek dinlemek bir kaidedir. Bunlardan biri büyüklerin küçükleri (amirin memuru, üstün astı) azarladıkları, ayıpladıkları, hatalarını ikaz ettikleri esnada küçüğün başını eğerek dinlemesidir (yazık ki modern hayatta küçükler büyüklere baskın çıkma konumundalar). İkincisi, kendisine iltifat edilen kişinin tevazu gereği başını yere indirmesi, bunun mahcubiyeti ile mahviyetkârlık göstermesidir (Bu dahi şimdilerde tersine dönmüştür). Başı yere indirmenin üçüncü sebebi asıl konumuz olan gerçek sevgi ve hürmettir.

Evet, seven her daim sevgiliye bakmayı ister, bu doğrudur; illa ki sevgili kendisine baktığı anda bakış yönünü hemen yere indirmeye yeltenir. Gerçek sevginin göstergesi işte bu hâldir. Göz elbette kalbin aynasıdır ve elbette sevenin kalbi sevgiliye yönelik olmak, her daim ona bakmak arzusu güder; ne var ki iş tersine döndüğünde, yani sevilen lutfedip sevene baktığında, sevenin sevgi dolu kalbi, sevgilinin kalbindeki celale, onun haşmet ve heybetine dayanmakta zorluk çeker. Sevenin bu heybetten utanması, kendisini sevgilinin celali karşısında saygıya ve dolayısıyla gözlerini yere indirerek mahviyet göstermesine vesile olur. Aksi takdirde gerçek sevgi taşıyan bir kalb, sevdiğinin yüzüne bakmaya dayanamaz, yerinden fırlayacakmış gibi çırpınmaya başlar, kaynar, fokurdar. Hani eskilerin Efendiler Efendisi’nin güzel adı anıldığında sağ ellerini kalplerinin üstüne bastırma halleri vardır ya; işte bu tavır, Sevgili’nin adı anılınca kalbi yerinden oynatan gerçek sevginin zaruri bir neticesidir. Öte yandan gözler, delalet ettikleri gerçekleri dilden (zebandan) daha net açıklarlar. Sevgilinin gözlerine bakıp da sevgisinin karşılığı olan gerçeği öğrenmek yerine sevgilinin sözlerini dinleyerek umuda yapışmak, elbette sevgi işine daha layıktır. Dilden dökülenleri te’vil etmek, veya nalıncı keseriyle yontmak mümkündür, ama gözlerin anlattığını hiçbir yorum zerre miktar yerinden oynatamaz. Üstelik sözler bazen meramın tam tersini ifadelendirebilir, ama gözler asla yalan söylemez.

Krallar ve sultanlar töresidir, huzura kabul edilen kişiler yere bakacaktır. Bu onları hem memnun eder hem de tebaalarına karşı heybetlerini, bir ölçüde de saygı ve sevgilerini arttırır. Nitekim yüksek makamdakilerin huzurunda onların yüzüne bakmayıp yere bakarak arz-ı hâl (arzuhal) eylemek bugün dahi edeb ve terbiye bilenlerin nihai saygı tavrıdır

İmdi, sevgili adını kalbinde ve dilinde her an zikr ü tesbih eden (anan ve tekrarlayan), sevilenin emir ve isteklerini kendi arzularından önde tutan, emrine boyun eğen, bunun karşılığında maddi veya manevi herhangi bir menfaate yönelik talepler gözetmeyen, sevgili adı anıldığında bütün varlığıyla ona yönelen, bir an olsun tereddüt göstermeden onun varlığı içinde kaybolmayı isteyen, sevgiliden konuşulmayı, onun güzelliğinden, yüceliğinden, yeganeliğinden bahsedilmeyi adeta bir vecd hali gibi canla başla kabul eden bir âşıkın, başını yere eğip bütün benliğiyle, hiçbir sapma göstermeden kendini ona teslim etmesinden daha tabii ne olabilir!?.. Sevgilinin yaşadığı yerlere gidip onun ayak izlerine basmayı, aradaki engelleri kaldırıp vuslata kapı açacak sebeplere yapışmayı, ondan her söz edilişte heyecan ve ürpertilere düşmeyi, sevgilinin lehinde ve aleyhinde söylenenlerden etkilenip ona göre ya muavenet, ya gayret göstermeyi, velhasıl onunla sevinmeyi, onunla üzülmeyi varlığının her zerresiyle kabul eden bir âşık için başını yere indirmek de ne gam!.. Bunu tekkelerin önünde kuru ekmek parçası bekleyen köpekler bile yapıyor!..

İskender PALA

  • "Masum Masum" bir kadın

Mesajlar: 13,410

Kayıt tarihi: Jan 31st 2008

Konum: AllaTurkaa

  • Özel mesaj gönder

8

Friday, 25.07.2008, 12:07

eline saglik Denizcim gercekten guzel yazilar, bizlerle paylastigin icin tesekkurler :seninicin: :mucuk:

yeşim

Profesyonel

Mesajlar: 779

Kayıt tarihi: Oct 4th 2007

Konum: yüregimin attýgý yer

  • Özel mesaj gönder

9

Friday, 25.07.2008, 15:07

bunlar okunur tabi simdi calısıyorum aksam :)) ellerine saglık

kocyazifm

Profesyonel

  • "kocyazifm" bir erkek

Mesajlar: 1,664

Kayıt tarihi: Sep 22nd 2007

Konum: konya

  • Özel mesaj gönder

10

Friday, 25.07.2008, 15:57

*Deniz* Ablası emegıne yuregıne saglık.suan okudum desem yalan olacak ısteyım musaıt zamanda okuyacam.Guzel paylasımların ıcın tskler.

*Deniz*

Bilge

  • "*Deniz*" bir kadın
  • Konuyu başlatan "*Deniz*"

Mesajlar: 5,865

Kayıt tarihi: Feb 27th 2007

Konum: Kocaeli

  • Özel mesaj gönder

11

Friday, 25.07.2008, 16:59

:) Okumaya değer yazılar gerçekten İskender Pala hocamın yazılarını kitaplarını takip etmeye çalışıyorum her zaman kocaman bir yüreği var bir nebze olsun bu yazılardan bizlerde feiz alabilirsek ne mutlu bizlere :)