Hicretin Dokuzuncu Senesi
Etrafa Vali ve Zekât Memurlarının Gönderilmesi
Hicretin 9. senesi Muharrem ayı. Bu tarihe kadar bir çok kabile İslâmla şereflenmiş, birçok memleket de İslâm topraklarına katılmıştı. Bu memleketin idaresi ve halkına mükellefiyetlerinin bildirilmesi gerekiyordu.
Bu maksatla Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hicretin bu 9. yılı Muharrem ayında İslâm memleketlerinden bazılarına valiler ve halktan zekât toplamak için de zekât tahsil memurları tayin edip gönderdi.1
Resûl-i Ekremin, gönderdiği vali ve zekât tahsil memurlarına emir ve tavsiyeleri şu idi:
“Halkın kusurlarına karşı affedici davranınız ve en iyi mallarını almaktan sakınınız!”2
Yemen’in güzel kasabalarından biri olan San’a ve yine Yemen’in Hadramut bölgesi ile Süleymler, Müzeyneler, Cuheyneler, Kilaboğulları, Resûl-i Ekrem Efendimizin vali ve zekât memurları gönderdiği memleket ve kabilelerden bazıları idi.3
Bu valiler idarî işlerle meşgul olmaktan başka, halk arasında çıkan dâvalara da bakıyorlar, onları İslâmî hükümlere göre halletmeye çalışıyorlardı.
Zekât memurları ise, gittikleri kabilelere İslâmın zekât mükellefiyetini anlatarak, zenginlerinin bu malî ibâdeti yerine getirmeleri gerektiğini bildiriyorlardı.
Bazı kabileler bu mükellefiyetlerini seve seve yerine getirdiler. Bir kısım kabileler ise önce bu malî mükellefiyeti ağır bularak memurları hoş karşılamadılar. Ancak sonradan bu hareketlerinden vazgeçerek zekâtlarını vermeye başladılar.
Mekke’nin fethi, İslâmın en parlak ve en şerefli bir zaferi idi. Çünkü, bu fetih ile senelerden beri Hz. Resûlullah ile Kureyş müşrikleri arasında süregelen amansız mücadele İslâmın galibiyeti ile netice bulmuştu.
Arabistan’daki kabileler de yıllardan beri devam edegelen bu çetin mücadeleyi yakından ve dikkatlice takip etmişlerdi. Önce, bu mücadelede Resûl-i Kibriyâyı kavmi olan Kureyşlilerle yalnız bırakmayı tercih etmişler ve “Onu kavmi olan Kureyşlilerle baş başa bırakınız. Eğer o, kavmine galip gelirse, şüphesiz kendisi sözünde doğrudur ve peygamberdir”1 demişlerdi.
İşte, etraftaki kabilelerin yakından takip ettikleri bu şiddetli mücadele, Mekke fethi ile İslâmın üstünlüğü, şirkin mağlubiyet ve perişanlığı ile son bulmuştu.
Artık onlar için tek yol kalmıştı: İslâmın şefkatli sînesine bir an evvel koşmak. Gayet iyi biliyorlardı ki, Mekkeli müşriklerin bunca düşmanlık ve kuvvetlerine rağmen söndüremedikleri bu dâvâyı kendileri de söndüremezler ve onun yayılmasını engelleyemezlerdi.
Bu sebeple Mekke’nin fethini takip eden günlerde Hicretin 9. yılı başlarında civar kabilelerin Müslüman olmak için Medine’ye akın akın geldikleri görülüyordu. Bu sebeple bu yıla “Heyetler Yılı” adı da verilmiştir.2
Gelen bu heyetlerin hepsini Peygamber Efendimiz, gayet güzel karşılıyor ve onlara izzet ikramda bulunuyordu. Bu heyetlerin içinde her sınıftan insan vardı. Hepsi de Resûl-i Ekremin yüksek ahlâk ve faziletine, Ashabının nazik ve insanî hareket ve davranışlarına hayran kalarak yurtlarına dönüyorlardı.
Benî Temim Heyeti Medîne’de
Hz. Resûlullah, Hicretin 9. senesi Muharrem ayı başlarında Ashabdan Büsr bin Süfyan’ı Huzaalılardan Benî Kab Kabilesine zekâtlarını almak üzere göndermişti.
Kâ’boğulları, gelen memura teslim edilmek üzere hayvanlarından düşen zekâtı bir tarafa ayırmışlardı. Fakat, aynı yerde oturan Temim Kabilesi oldukça fazla olan bu hayvanların verilmesine karşı çıkmış, hattâ kılıçlarını sıyırarak Büsr Hazretlerini öldüreceklerini bile izhardan çekinmemişlerdi. Bunun üzerine Büsr (r.a.), Medine’ye dönerek durumu Resûl-i Ekrem Efendimize anlatmıştı. Allah Resûlü de elli kadar bedevî süvari ile Uyeyne bin Hısn’ı Temimoğulları üzerine göndermişti. Uyeyne bin Hısn, Temimoğulları üzerine aniden baskın yapmıştı. Bir çok ganimet malları ile birlikte on bir erkek, yirmi kadın ve otuz kadar da çocuk esir edip Medine’ye geri dönmüştü.1
Uyeyne bin Hısn’ın Medine’ye dönmesinden az sonra idi.
Zekât vermemekte direnen Temimoğullarından bir heyet çıkıp Peygamber Efendimizin huzuruna geldi. İçlerinde meşhur hatip ve şâirleri de vardı. Gayeleri esirlerini geri almaktı.
Kâinatın Efendisi Peygamberimiz (a.s.m.) onlara, “Ne istiyorsunuz?” diye sordu.
“Biz Temim Kabilesindeniz” dediler. “Sizinle şiir ve övünme yarışı düzenleyelim diye şâir ve hatiplerimizi getirdik.”
Hafifçe tebessüm eden Efendimiz, “Ben şiir söylemekle vazifelendirilmediğim gibi, övünmekle de emredilmedim. Bunu yapamam. Fakat, haydi neyiniz varsa ortaya dökün de görelim!” buyurdu.
Bunun üzerine Benî Temim’in Utarid adındaki hatibi ayağa kalkarak, kavim ve kabilesini övdükten sonra, “Bizimle fazilet yarışına çıkacak kimse, saydıklarımızın bir benzerini saysın döksün bakalım!” diyerek meydan okudu.
Benî Temim hatibinin sözlerini bitirip yerine oturmasından sonra Resûl-i Kibriyâ, Sâbit bin Kays’a, “Kalk! Şunun konuşmasına karşılık ver!” diye emretti.
Sabit (r.a.), ayağa kalktı. Önceden hiç bir hazırlığı olmadığı halde Cenâb-ı Hakkın büyüklüğüne ve Resûlullahın medh ve senâsına dâir Temimlileri bile hayrette bırakan gayet belagatlı ve tesirli bir hitabede bulundu. Hz. Sâbit şöyle diyordu:
“Hamdolsun Allah’a ki, gökleri ve yeri yaratan ve onlardaki hükmünü yürüten Odur.
“Hiçbir şey yoktur ki, Onun fazl ve kereminin eseri olmasın!
“Bizim her tarafta galip gelişimiz ve hâkim oluşumuz da Onun kudretinin eseridir.
“O, insanların arasından en hayırlısını seçerek peygamber göndermiştir. Ki o peygamber; baba tarafından insanların en şereflisi, söz cihetinden, en doğru sözlüsü, ana tarafından ise en üstünüdür.
“Allah, ona Kitabını indirmiş, onu kullarının emîni ve mu’temedi, cihanın da güzîdesi ve seçkini kılmıştır.”1
Sıra şâirlerin meharetlerini ortaya dökmesine gelmişti.
Önce, Benî Temim şâirlerinden biri ayağa kalkarak kendilerini medh eden bir kaside sundu.
Adam şiirini bitirir bitirmez Resûl-i Ekrem şâiri Hassan bin Sâbit’e, “Kalk yâ Hassan! Şu adamın şiirine karşılık ver!”2 diye emretti.
Sonra da, “Allahu Taâla, Resûlünü müdafaa ederken Hassan’ı muhakkak Cebrâil ile destekler” buyurdu.
Kâinatın Efendisini müdafaa etmenin şerefini yüklenen Hz. Hassan aşk ve heyecan içinde ayağa kalktı. Aynı vezin ve kafiyede uzun bir şiirle Temimli şâire cevap verdi. Şiirinde İslâmın müstesna güzelliğini, yücelik ve faziletini veciz ve açık bir ifâde ile dile getirdi.
Müslüman hatip ve şâirin, Temimoğulları şâir ve hatibinden çok daha güzel birer hitabe ve şiir sunmaları hem Peygamber Efendimizi, hem de orada bulunan Sahabîleri sevindirdi. Buna karşılık Temim heyeti, İslâm şâir ve hatibinin, kendilerininkinden daha üstün olduğunun belli olması karşısında sustular. İleri gelenlerinden olan Akrâ bin Habis ise şöyle demekten kendini alamadı:
“Allah’a yemin ederim ki, bu zâta her zaman gaybdan yardım ediliyor. O, muhakkak muvaffak olacaktır. Her şeyde, herkese üstün gelmektedir.
“Onun hatibi hatibimizden, şâiri de şâirimizden daha üstündür. Sesleri de seslerimizden daha canlı ve daha gürdür.”1
Daha sonra Akrâ bin Habis, Hz. Resûlullahın yanına yaklaştı ve şehâdet getirerek Müslüman oldu. Onun Müslümün oluşunu diğerleri takib etti.2
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, heyettekilerin herbirini birer hediye ile taltif ettiği gibi, alınmış olan bütün esirlerini de kendilerine geri verdi.3
Benî Esed Heyeti Medine’de
Hicretin 9. senesi Muharrem ayı idi. Medine’ye gelen heyetlerden biri de on kişilik Benî Esed Kabilesi idi. Müslüman olduklarını Resûl-i Ekrem Efendimize arzettikten sonra şöyle dediler:
“Yâ Resûlallah! Herkes kıtlık ve kuraklık içinde sıkıntıdan kıvranırken, biz kendi rızamızla kalkıp geldik. Başka kabileler gibi seninle harp etmeden Müslüman olduk.”1
Bu sözleriyle Peygamber Efendimizin, Müslüman olduklarından dolayı kendilerine minnettâr kalması gerektiğini ifade etmek istiyorlardı. Bu minnettarlık sebebiyle de bol ihsana mazhar olmayı ümit ediyorlardı. Henüz Müslüman olduklarından ve İslâmın engin ruhuna vakıf bulunmadıklarından dolayı bu tarz bir tavır takındıkları muhakkaktı.
Halbuki, iman etmekle ancak kendilerine fayda temin etmiş oluyorlardı. Bu sayede ebedî hayatlarını mahvolmaktan kurtarmış oluyorlardı. İman etmekle Resûl-i Ekremin şahsına elbette bir fayda temin etmiş değillerdi. Bu sebeple bu tarz davranışları son derece yersizdi ve İslâm ruhuna uygun değildi. Nâzil olan âyet-i kerime bunu açıkça ortaya koydu:
“Onlar İslâma girmekle seni minnet altında bırakmak istiyorlar. De ki: Müslümanlığınızı başıma kakmayın. Eğer îmânınızda sâdıksanız, sizi îmâna kavuşturduğu için asıl sizin Allah’a minnetar olmanız gerekir.”2
Mü’minin vazifesi, kâinatta en büyük ve en yüksek hakikat olan îmânı elde etmiş olmasından dolayı, Cenâb-ı Hakka şükür ve hamddır. Bunun dışında îmânına mukabil hiç bir maddîmânevî menfaat beklememeli, hattâ kalben dahi arzu etmemelidir. Zira, îmân nimetine kavuşmanın ve Müslümanlık şerefiyle şereflenmenin karşılığı olarak verilecek mükâfat uhrevîdir. Ancak, o âlemde Cenâb-ı Hak fazl ve keremiyle bu eşsiz mükâfatı ihsan eder.
İmân ve Kur’an’a ait hizmetlerin sevap ve mükâfatları da uhrevîdir, âhirette verilir. Binâenaleyh, hem îmân edip Müslüman olan, hem de Kur’an ve İslâmiyete hizmet eden Müslüman, bu hizmetlerinden dolayı dünyevî bir mükâfat ve menfaat beklememelidir. Bekleyip kalben arzu ettiği takdirde dindeki ihlâsını kaybetmiş sayılır. İhlâsın zayi olması ise, ibâdetlerin makbuliyet sırrını ortadan kaldırır. Allah korusun, insanı mânen müflis duruma sokabilir. Bunun yanında imân ve Kur’an’a hizmet eden bir insan, istemediği ve kalben arzu etmediği halde maddî bir mükâfata bu hizmetinden dolayı nâil olsa, bunu, Cenâb-ı Hakkın kendisine bir ihsanı bilip verenlerin minneti altına girmemelidir. Ayrıca “Bu maddî menfaat ve ücret dinî hizmetimden dolayı veriliyor” hissine de kapılmamalıdır.
* * *
Tayy Kabilesi Puthanesinin Yıktırılması
Tayy Kabilesi, fevkalâde cömertliği dillere destan olan meşhur Hâtem-i Tai’nin kabilesi idi. Yemen’de otururlardı.
Hicretin sekizinci senesinde Arabistan’ın her tarafı putlardan temizlenip, puthaneler yıktırılırken, bu kabilenin puthaneleri henüz duruyor ve Füls (Fels) adındaki putları da yıktırılmamış bulunuyordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hicretin bu dokuzuncu yılı, Rebiülâhir ayında Hz. Ali’yi Ensarın ileri gelenlerinden yüz elli kişilik bir kuvvetle Füls’ü yıkmaya gönderdi.1
Hz. Ali, emrindeki mücahidlerle Tayy Kabilesi yurduna vardı. Tayyoğulları mücahidlere karşı koydular. Çarpışma meydana geldi. Düşman bir çok kayıp verdi. Müslümanlar çarpışmadan galip çıktılar ve bir çok esirle, bol miktarda ganimet malları elde ettiler. Bu arada, Tayyoğulları puthanesi de bir daha onarılmayacak bir şekilde mücahidler tarafından yıkıldı. Putları Füls ise parçalanarak yakıldı.2
Kabile reisi Adiyy bin Hatem, henüz Hz. Ali gelmeden durumu haber almış ve Suriye tarafına kaçmıştı. Bu sebeple de ele geçirilememişti. Ancak esirler arasında Hatem-i Tâi’nin Seffâne adındaki kızı vardı.3
Seffâne’nin isteği
Hz. Ali memur olduğu vazifeyi yerine getirdikten sonra esirler ve ganimet mallarıyla birlikte Medine’ye döndü.
Esirler arasında bulunan Seffâne, Mescid-i Nebevînin kapısında bir odaya konuldu. Oldukça zeki, ağır başlı bir kadındı. Günün birinde Resûl-i Ekrem bu odanın yanından geçerken, Seffâne ayağa kalkarak şöyle dedi:
“Yâ Resûlallah! Babam dünyadan göçmüş, kardeşim ise kaçmış bulunuyor. Kurtulmak için verecek bir şeyim yok. Hürriyete kavuşmam için yüksek affına, merhamet ve şefkatına sığınıyorum.”1
Resûl-i Ekrem, kim olduğunu sorunca, Seffâne kendisini şöyle tanıttı:
“Yâ Resûlallah!
“Ben, âileleri koruyan, esirlerin esaret bağlarını çözen, açları doyuran, çıplakları giydiren, misafirleri ağırlayan, yemekler yediren, selâmlaşmayı yayan Hâtem-i Tâî’nin kızıyım.”
Seffâne’nin kendisini böyle tanıtmasından memnun olan Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu:
“Ey kadın! Bu saydıkların gerçekten mü’minlerin sıfatlarıdır. Keşki baban Müslüman olsaydı da, onu rahmetle ansaydık.”2
Bu sözleriyle Peygamber Efendimiz mühim bir gerçeği ortaya koyuyordu. Her kâfirin her vasfının kâfir olması gerekmediği gerçeğini. Evet, Hâtem-i Tâî Müslüman değildi ve Müslüman olmadan da ölmüştü. Ama yukarıda zikredilen sıfatları Müslüman sıfatıydı. Resûl-i Ekrem de bu sözleriyle Hatem’in bu Müslümanca sıfatlarını takdirle karşılıyordu. Bunu takdir etmekle kalmayıp Seffâne’yi de serbest bırakarak hürriyetine kavuşturdu. Lâyık olandan şefkat ve merhametini, af ve safhını asla esirgemeyen Resûl-i Kibriyâ bununla da kalmadı. Seffâne’ye bol bol ikramda da bulundu. Ona elbise ve yol harçlığı vererek, güvenilir bir kafile ile de Şam’a, kardeşinin yanına gönderdi.3
Doğruca Şam’a varan Seffâne derhal kardeşini buldu. Peygamberimizden gördüğü insanî muameleyi anlattı. Kızkardeşine yapılan bu şefkatli muamele, Adiyy’in mânâ âleminde dalgalanma meydana getirdi ve “Bu zât hakkındaki fikrin nedir?” diye sordu.
Fahr-i Âlemin mübârek simalarını bir kerecik gören ve onun bir tek insanî muamelesine mazhar olan Seffâne1 tereddüt etmeden, “Bana sorarsan” dedi, “hemen gidip ona tâbi olmanı tavsiye ederim.”
Adiyy, bir müddet düşünceye dalınca, kızkardeşi buna hiç gerek olmadığını şu sözleriyle belirtti:
“Neden düşünüp duruyorsun? Eğer peygamberse, ona bir an evvel tâbi olur, büyük hayır ve fazilete erersin. Yok eğer hükümdar ise hiç bir şey kaybetmezsin. Yemen’deki saltanatın yine elinde kalır. Üstelik hor ve hakir de görülmezsin!”2
Adiyy, kızkardeşinin tavsiyesini uygun buldu. Derhal Medine’ye gelerek Peygamber Efendimizin huzuruna çıktı.
Babası gibi meşhur olan bu zâtı, Hz. Resûlullah evinde ağırlayıp, misafir etmek istiyordu.
Mescid’den çıkıp Hâne-i Saadetlerine doğru beraber yürüdüler. Bu sırada önlerine bir kadın çıktı. Kadın, ihtiyacı için uzun uzadıya konuştu. Hz. Resûlullah, sabırsızlık göstermeden ve rahatsızlık duymadan onu dinliyordu.
İhtiyar kadına karşı Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bu güzel muâmelesi ve nezâketini müşâhede eden Adiyy, yalnız kendisine işittirmek istiyormuşcasına mırıldandı:
“Vallahi, o bir hükümdar değildir!”
Kala kala ikinci ihtimal kalmıştı: “Öyle ise peygamberdir” ihtimâli.
Beraberce Hâne-i Saadete vardılar. Efendimiz, Adiyy’i deriden bir şiltenin üzerine oturtmak istedi. Ancak o, buna razı olmadı. Oraya oturmaya kendisinin lâyık olduğunu söyledi. Fakat, Peygamberimiz oturmadı ve yine onun oturması için ısrar etti. Bu ısrar üzerine Adiyy deriden şiltenin üzerine geçip oturdu. Hz. Resûlullah ise, bu değerli misafiri karşısında çıplak yerde oturdu.
Efendimizin tevazuunu ve misafire karşı gösterdiği alâka ve nezaketini ortaya koyan bu davranışı Adiyy’in gönlünü biraz daha yumuşattı ve îmâna bir nebze daha yaklaştırdı.
Bundan sonra Hz. Resûlullah, onu Müslüman olmaya davet etti. Bu dâvetini üç defa tekrarladı. Ne var ki Adiyy, bu dâvete o anda müsbet cevap vermekten kaçındı:
“Ben” dedi, “Hıristiyanım!”
Bunun üzerine Kâinatın Efendisi şöyle konuştu:
“Ey Adiyy! Belki de, ‘Onun dinine insanların zâif, fakir ve güçsüzleri giriyor’ diye söylenmiş olmasından dolayı İslâma girmekten geri duruyorsun.
“Vallahi, öyle bir gün gelecek ki, o Müslümanlar, bol servete kavuşacaklar, hattâ mala talib olacak kimse bile bulamayacaklardır.
“Yine Müslümanlar az, düşmanları çok diye düşünmüş olabilir ve bunun için de Müslüman olmaktan çekiniyor olabilirsin!
“Sen Hîre’yi bilir misin? İşte bu din, öylesine bir emniyet, bir asayiş temin edecek ki, bir kadın tek başına Allah korkusundan başka hiç bir korku duymayarak Hire’den kalkıp Kâbe’yi tavaf etmeye gidecektir!”1
Bu konuşma, Adiyy’in gönül kapısını İslâma açtı ve orada Müslüman olmakla şereflendi.
Ashab-ı Kirâmın büyüklerinden olan Adiyy bin Hâtem işte bu zâttır.
* * *
Peygamberimiz, Necâşinin Cenaze Namazını Kılıyor
Hicretin 9. senesi, Recep ayından bir gündü.
Hz. Resûlullahın etrafında birçok Sahabî vardı.
Bu sırada, “Bugün sizin salih bir kardeşiniz vefât etti. Kalkın onun namazını kılın!”1 buyurdu.
Sahabîler derhal hazırlandılar ve Hz. Resûlullahın arkasında saf bağlayarak “salih kardeşleri” üzerinde gâib namazı kıldılar.
Namazdan sonra Resûl-i Ekrem, “Kardeşiniz Necaşî Ashame için Allah’tan mağfiret taleb ettik.”2 buyurdu.
Bunun üzerine Sahabîler “salih kardeşlerinin” Habeş hükümdarı Ashame olduğunu öğrenmiş oluyorlardı.
Medine’ye yaklaşık bir hafta sonra gelen haber; Habeş Hükümdarının aynı günde vefât ettiğini bildiriyordu.
Habeş Necaşîsi Ashame, Hz. Resûlullah tarafından bir mektupla Hicretin yedinci senesinde İslâma dâvet edilmiş ve derhal Müslüman olmuştu. Müslüman elçiye de, “Keşke şu saltanata bedel Muhammed-i Arabînin (a.s.m.) hizmetkârı olsaydım. O hizmetkârlık, saltanattan çok daha üstündür”3 demişti.
* * *
Peygamberimiz, Hanımlarından Bir An Uzak Kalıyor
Hicretin dokuzuncu senesinde, İslâm nûru bütün haşmetiyle Arabistan yarımadasını kucaklamıştı. Hz. Resûlullahın elinde artık bir çok maddî imkânlar vardı. İslâm Devletinin serveti çoğalmış, Müslümanların maddî durumları oldukça düzelmişti.
Her türlü imkâna kavuşmuş olmasına rağmen Hz. Resûlullah, sade hayatından ayrılmıyor, mütevazi yaşayışına devam ediyor, lüks ve debdebeye iltifat etmiyordu.
Fakat, Ezvâc-ı Tâhirat, kadınlığın fıtratında bulunan ziynet ve dünya malına karşı meyil saikiyle dünyanın refah ve bolluğundan, giyim kuşam ve ziynetinden, bol nimetler içinde yaşamaktan nasiplerini almak istiyorlardı. Bunun için de zaman zaman Peygamberimizin etrafında toplanarak, “Bizler de başka kadınların istedikleri ziynetleri isteriz” derlerdi.
Sonra da herbiri bir takım şeyler isterdi. Fakat, Peygamber Efendimiz, kendisi sâde yaşadığı gibi hanımlarının da sâde bir hayat sürmelerini ve buna rıza göstermelerini arzu ediyordu. Bunun için de isteklerine müsbet cevap vermiyordu. Ayrıca Ezvâc-ı Tâhiratın bu tarz isteklerde bulunmasından da mübârek gönülleri rahatsızlık duyuyordu.
Efendimizin mutad bir âdeti vardı: Her ikindi namazından sonra hanımlarını dolaşır, onların hal ve hatırlarını sorar, ihtiyaçlarını tesbit ederdi. Akşam da sıra hangi hanımında ise, o hanımının odasında diğer bütün hanımları da toplanır, sohbet ederlerdi. Sonra da herkes kendi hücresine çekilirdi.
Bu mutad ziyaretlerinde Evzâc-ı Tâhiratın her biri de yanlarında bulunanlardan kendilerine ikram ederlerdi. Günün birinde Hz. Zeyneb bint-i Cahş Validemize bir tulum bal hediye getirmişti. Hz. Zeyneb de her gelişinde Resûl-i Ekreme çok sevdiği baldan şerbet yaparak ikramda bulunurdu. Bu sebeple o, Hz. Zeyneb’in yanında her zamankinden fazla kalırdı.
Bu durum Hz. Âişe’nin nazarından kaçmadı. Sebebini merak etmeye başladı. Bir ara cariyesi vasıtasıyla bu fazla duruşun sebebinin ikram edilen bal şerbeti olduğunu öğrendi.1
Hz. Âişe ile Hz. Zeyneb arasında her nedense bir rekabet vardı. Hattâ bu yüzden Peygamberimizin pâk zevceleri iki gruba ayrılmışlardı. Hz. Sevde, Hz. Safiyye ve Hz. Hafsa Hz. Âişe’nin tarafını, Ümmü Seleme ile Ümmü Habibe, Meymune ve Cüveyriye (r.a) ise Hz. Zeyneb bint-i Cahş’ın grubunu teşkil ediyorlardı.2
Resûl-i Ekremin, Hz. Zeyneb’in odasında fazla kalmasından müteessir olan Hz. Âişe gayrete geldi. Taraftarı olan diğer hanımları toplayarak kendilerine şu talimatı verdi:
“Resûlullah hangimizin yanına gelirse, kendisine şöyle soracağız: ‘Yâ Resûlallah! Megafir mi yediniz?’ Resûlullah, ‘Hayır’ diyecektir. Biz de o zaman, ‘O halde bu koku ne?’ diye soracağız. Tabiî ki o, ‘Zeynep bana bal şerbeti içirmişti’ cevabında bulunacaktır. O zaman da biz, ‘Demek o balın arısı urfut ağacından yayılmış, bal toplamış’ deriz.”3
Megafir, ‘mağfur’un çoğuludur. Mağfur, fenâ kokulu urfut ağacının yapışkan, tatlı, fakat fena kokulu bir zamkıdır.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bu kokudan fazlasıyla rahatsız olurdu. Hz. Âişe bunu bildiği için bu tarz bir talimatta bulunmuştu.
Kâinatın Efendisi, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz bir gün Hz. Hafsa’nın odasına girerken, “Yâ Resûlallah! Megafir mi yediniz?” sorusuyla karşılaştı.
Peygamber Efendimiz, “Hayır!” dedi.
Hz. Hafsa, “O halde bu koku ne?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Zeynep bint-i Cahş’ın evinde bal şerbeti içmiştim” buyurdu.
Hz. Hafsa, “Demek ki, o balın arısı Urfut ağacından yayılmış, bal toplamış” dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Onu bir daha içmem” diyerek yemin etti.
Sonra da, “İşte, yemin ettim. Sakın bunu başka bir kimseye duyurma” buyurdu.1
Böylece Peygamber Efendimiz sırf “hanımlarını memnun etmek ve aralarındaki iki hizb halinde hissolunan fıtrî kadınlık gayret ve kıskançlığının âile nizamı üzerinde aksi tesir icrasından çekinmek maksadına mebnî”2 olarak kendisine helâl bir gıda olan baldan faydalanmamaya yemin etmiş oluyordu.3
Bunu verdiği bir kaç sır ile4 birlikte gizli tutmasını Hz. Hafsa’ya sıkı sıkıya tembih eyledi. Hattâ ondan bu hususta söz aldı.
Peygamberimizin baldan istifade etmemeye yemin etmesi üzerine şu âyet-i kerime nâzil oldu: “Ey Peygamber! Niçin hanımlarının hoşnutluğunu arayıp da Allah’ın helâl kıldığı şeyi kendine yasaklıyorsun? Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.”1
Hz. Hafsa, Resûl-i Ekremin bu sırlarını gizleyemedi. Çok geçmeden anlaştıkları Hz. Âişe’ye duyurdu. Duruma bundan sonra diğer hanımları da muttali’ oldu.
Mahremiyetinin muhafazasını istediği vakıânın ifşâ edildiğini Cenâb-ı Hak, Resûlüne vahiy ile bildirdi:
“Hani Peygamber, hanımlarından birine gizlice bir söz söylemişti. Hanımı bu sözü açığa vurunca Allah da peygamberine sırrının açıklandığını bildirdi. Sonra Peygamber o hanımına, açığa vurmuş olduğu şeyin bir kısmını bildirdi, bir kısmını da yüzüne vurmadı. Ona durumu böylece anlatınca, hanımı ‘Bunu sana kim bildirdi?’ diye sordu Peygamber de ‘Herşeyi hakkıyla bilen ve herşeyden hakkıyla haberdar olan Allah bildirdi’ diye cevap verdi.”2
Bunun üzerine Hz. Resûlullah, Hz. Hafsa’ya serzenişte bulundu. Sonra da Ezvâc-ı Tâhirattan bazıları dünya hayatının ziynet ve refahı ile ilgili bazı istek ve tekliflerde bulundular.
Peygamberimiz hem bu duruma üzüldü, hem de hanımlarının birbirlerini kıskanmalarından fazlasıyla rahatsız oldu.
Bunun üzerine, dünya hayatının nazarındaki ehemmiyetsizliğini anlatmak, hanımlarına bir ders vermek, aynı zamanda aralarındaki kıskançlık ve çekememezliğe bir derece mani olabilmek düşüncesiyle ve neticede onların zâtına besledikleri muhabbet ve sadakâtlarını ölçmek maksadıyla onlardan bir ay uzak durmak üzere yemin etti.3 Bu yeminden sonra da, Meşrebe diye anılan çardakta tek başına yatıp kalkmaya başladı.4
İşte bu hadiseye İ’lâ Hadisesi denir. İ’lâ’nın lûgat mânâsı “mutlak yemin” dir. Fıkıh dilinde ise, erkeğin cinsî muamelede bulunmamak üzere hanımına yaklaşmamaya yemin etmesi demektir.
Ashab-ı Kiramın telâşı
Peygamber Efendimizin (a.s.m.) Meşrebe’de yalnız başına kaldığını duyan Sahabîler, “Hanımlarını boşamıştır” düşüncesiyle telâşlandılar. Hz. Ömer, bu telâşını şöyle anlatır:
“Medine’nin Avâli semtinde oturuyordum. Ensardan bir komşum vardı. İkimiz birer gün arayla Resûlullahı ziyaret ederdik. Ben inersem, o gün vahiy ve saireye dair ne duyarsam haberini komşuma getirirdim. O indiği zaman da aynı şeyi yapardı.
“Sıra komşumda idi. Gecenin bir kısmı geçmişti. Gelerek kapıyı şiddetle çaldı. Telâşla açtım:
“‘Ne var?’ diye sordum.
“‘Büyük bir felâket’ dedi.
“‘Ne oldu?’ dedim, ‘Gassanîler Medine’ye hücuma mı geçtiler?’
“‘Hayır,’ dedi, ‘daha fena bir şey oldu. Resûlullah, zevcelerini boşamış!’
“Bunun üzerine sabah namazını kıldıktan sonra, giyinip kuşandım ve Medine’ye indim. Hafsa’nın yanına vardım. Ağlıyordu. ‘Ne diye ağlıyorsun?’ dedim. ‘Ben, seni Resûlullaha karşılık vermekten, kendisinden bir şey istemekten sakındırmamış mıydım?’ Sonra sordum: ‘Allah Resûlü sizleri boşadı mı?’
“‘Bilmiyorum’ dedi.
“‘Resûlullah şimdi nerede?’ diye sordum.
“‘Şuradaki Meşrebe’de. İnzivaya çekilmiş’ dedi.
“Kalktım, Resûlullahın bulunduğu yere yaklaştım. Kapıda hizmetçisi Rebâh vardı. ‘Ey Rebah’ dedim, Resûlullahın yanına girmem için izin iste.
“Rebâh içeri girip çıktı: ‘Arzunuzu arz ettim. Sustu, bir şey söylemedi’ dedi.
“Dönüp Mescide gittim. Ashab-ı Kiramdan bazıları minberin etrafında üzgün üzgün oturuyorlardı. Bazısı ise ağlıyordu. Ben de biraz oturdum. Fakat, canımın sıkıntısı bir türlü geçmiyordu. Resûlullahın odasına tekrar yaklaştım. Rebâh’a ‘Ömer’in içeri girmesi için izin iste’ dedim.
“Köle içeri girip çıktı, ‘Seni kendisine söyledim. Sustu, bir şey söylemedi’ dedi.
“Tekrar mescide döndüm. Minberin yanında bir müddet oturdum. Endişe ve üzüntümden bir türlü kurtulamıyordum.
“Yine Resûlullahın bulunduğu odaya yaklaştım. Sesimi yükselterek, ‘Ey Rebâh’ dedim, ‘ben Resûlullahı görmek istiyorum. Müsaade iste. Şayet Resûlullah benim Hafsa lehinde tavassutta bulunacağımı zannediyorsa, yemin olsun ki, eğer Resûlullah emrederse onun boynunu uçururum.’
Rebâh içeri girdi. Çıkınca, ‘Kendilerine söyledim. Sustu, bir şey söylemedi’ dedi.
“Bunun üzerine dönüp giderken, kölenin ikinci sesini işittim: ‘Gir, artık sana izin verdi!’
“İçeri girdim, Allah Resûlüne selâm verdim. Hasırdan örtülü bir yatak üzerinde idi. Hasır derisinin üzerinde izler bırakmış, çizgiler belli oluyordu. Etrafıma bakındım. Bir yanda bir avuç arpa, diğer yanda asılı bir post gördüm. Gözlerim yaşardı. Resûlullah, ‘Niçin ağlıyorsun?’ diye sordu.
‘Yâ Resûlallah! Nasıl ağlamayayım ki? Kisrâlar, Kayserler dünyanın zevk ü sefâsını sürerken, siz Allah’ın en sevgili kulu olduğunuz halde bu basit şartlar içinde yaşıyorsunuz!’
“Resûlullah, ‘Ey Hattab’ın oğlu Ömer!’ dedi. ‘Dünya nimeti onların, âhiret saadeti de bizim olmasına râzı değil misin?’
“Sonra, ‘Yâ Resûlallah! Hanımlarını boşadın mı?’ diye sordum.
“Mübarek başlarını bana doğru kaldırarak, ‘Hayır’ buyurdular.
“Bu cevap karşısında birden bire ‘Allahü Ekber’ dedim.
Sonra da, ‘Bütün Ashab keder içindeler. Gidip kendilerine hakikatı söyleyeyim mi?’ dedim.
“Resûlullah, ‘Olur’ dedi ve yüzünden üzüntüsü dağılıncaya kadar konuştu. Nihayet şenlendi ve gülmeye başladı.
“Bunun üzerine çıkıp mescidin kapısına dikildim ve yüksek sesle bağırdım, ‘Resûlullah, hanımlarını boşamamıştır.’”1
Resûlullahın Meşrebe’den ayrılışı
Bir ay dolunca Resûlullah, inzivadan çıkarak hanımlarıyla görüşmeye başladı. Bu sırada şu âyet-i kerime nâzil oldu:
“Ey Peygamber, hanımlarına de ki: ‘Eğer dünya hayatını ve zevkini istiyorsanız, gelin boşanma bedelinizi verip sizi güzellikte serbest bırakayım.’
“‘Eğer Allah’ı, Resûlünü ve âhiret yurdunu istiyorsanız, şüphesiz ki sizden iyilik yapan ve iyi kullukta bulunanlar için Allah pek büyük bir mükâfat hazırlamıştır.’”2
Buna göre, Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), hanımlarını, dünya ve dünya zîneti ile Allah ve Resûlünü tercihte serbest bırakmaya memur edilmiş oluyordu.
Âyet, nâzil olduğu sırada Efendimiz hanımlarından Hz. Âişe’nin yanında idi. İlk önce meseleyi ona açtı. Hattâ bu konuda babasına anasına danışabileceğini de beyân etti. Hz. Âişe derhal cevabını verdi:
“Ben, bu hususta mı anneme babama danışacağım! Ben elbette ki, Allah’ı, Resûlünü ve âhiret yurdunu tercih ediyorum!”1
Peygamber Efendimiz bu cevaba gülümsedi.
Diğer Ezvâc-ı Tahirât da aynı şekilde Allah ve Resûlünün rızasını ve âhiret yurdunu, dünya ve zînetine tercih ettiler. Böylece Fahr-i Kâinat Efendimize muhabbet ve sadakâtlarını ispatlamış oldular.
* * *
Benî Beliy Heyetinin Müslüman Oluşu
Hicretin 9. senesi, Rebiülevvel ayı. Bu tarihte, Benî Beliy Kabilesinden bir heyet Medine’ye geldi. Peygamber Efendimizle görüşüp huzurda Müslüman oldular.1
Heyetin büyüğü Ebüddabib bu arada Peygamber Efendimize bazı sorular sordu.
“Yâ Resûlallah” dedi, ‘ben, misafirleri ağırlamayı seven biriyim. Bundan dolayı bana âhirette bir sevap var mıdır?”
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Evet, zengine olsun fakire olsun, yapacağın her iyilik sadakadır”2 buyurdu.
Bu cevaptan memnun olan Ebüddabib bu sefer, “Yâ Resûlallah! Misafirliğin müddeti ne kadardır?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Üç gündür. Bundan sonra oturmak misafir için uygun olmaz” buyurdu.3
Peygamber Efendimiz, bu hadisleriyle misafirliğin hududunu çizmiştir. Mü’min, misafir mü’min kardeşini üç gün yedirip içirip, barındırmakla vazifelidir. Üç günü geçtikten sonra bu mükellefiyet üzerinden düşer. Bundan sonra onu ağırlayıp ağırlamamakta serbesttir.
Beliy Heyeti, üç gün kaldıktan sonra Resûl-i Ekrem Efendimizin verdiği hediyelerle yurtlarına döndüler.4
* * *
Tebük Gazâsı
Hicretin 9. senesi, Receb ayı. ( Milâdî 630.) Hicretin dokuzuncu senesi, İslâmın Arabistan Yarımadasında bütün haşmetiyle yayıldığı senedir. Bir taraftan dalga dalga insanlar Medine’ye gelerek Resûl-i Ekreme İslâmiyet üzerine bîat ediyor, diğer taraftan Müslüman olmuş kabilelerin dinî ve idarî işlerini tanzim etmek gayesiyle etrafa memurlar ve valiler gönderiliyordu. Hülâsa, Asr-ı Saadette İslâm, Hicretin 9. senesinde en şaşaâlı ve ihtişamlı devrini yaşıyordu.
Ancak, parlayan bu güneşin haşmetini çekemeyen devletler de vardı. Onlardan biri, o zamanın en güçlü devletleri arasında yer alan Bizans’tı. Başında Kayser Heraklius vardı. Çevredeki Hıristiyan Araplardan da gördüğü tahrik neticesinde Din-i Mübîn-i İslâmı ve müntesiplerini ortadan kaldırmak maksadıyla büyük bir ordu hazırlıyordu. Bu maksatla Cüzâm, Lahm, Âmile, Gassan, v.s. gibi kabileler de Heraklius’un bu ordusuna katılacaklardı.1 Bir insan seli halinde Medine üzerine akacak ve güya Müslümanları imha edeceklerdi.
Durumu Resûlullah Efendimiz derhal haber aldı ve ânında hazırlığa başladı.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.), herhangi bir gazâya çıkarken, maksadını açıklamazdı. Bir başka yere gidecekmiş gibi davranır ve konuşurdu.
Bu sefer öyle yapmadı. Halkın ona göre hazırlanması için, gidilecek yerin uzaklığını, zamanın kıtlık ve yokluk zamanı olduğunu, düşmanın da çokluğunu açıkça mücahidlere bildirdi.2
Medine içinde harp hazırlıkları başlarken Peygamber Efendimiz etraftaki Müslüman kabilelere de haber gönderdi ve harp için mücahid istedi.1
Sahabîlerin yardımları
Her tarafa kıtlık ve kuraklık hâkimdi. Harbe iştirak edecek mücahidlerden bir çoğunun silah satın alacak, harp hazırlığı için sarf edecek paraları yoktu.
Resûl-i Ekrem, Müslüman zenginleri harp hazırlığı ve teçhizatı ile yardıma çağırdı.
Hali vakti yerinde olan Müslümanlar, bu dâvete derhal iştirak ettiler.
Hz. Ömer, Nebiyy-i Ekrem Efendimizin dâvetine koşanların başındaydı. Kendi kendine, “Bugün Ebû Bekir’i geçeceğim” diyordu. Malının yarısını alıp Peygamber Efendimize getirdi.
Resûl-i Ekrem, “Ey Ömer! Ev halkına ne bıraktın?” diye sordu.
Hz. Ömer, “Size getirdiğimin bir mislini bıraktım” dedi.2
Hz. Ebû Bekir, bütün serveti olan dört bin dirhem3 gümüşü alıp huzur-ı Risâlete getirdi. Hz. Ömer, onun ne getirmiş olduğunu merakla öğrenmek istiyordu. Peygamber Efendimiz, “Ey Ebû Bekir! Ev halkına ne bıraktın?” diye sordu.
Sıddık-ı Ekber sevinçle, “Onlara, Allah ve Resûlünü bıraktım”4 cevabını verdi.
Bu fedakârlık karşısında Hz. Ömer’in gözleri yaşardı ve “Anam babam sana fedâ olsun, ey Ebû Bekir” dedi, “hayır yolundaki her yarışta beni muhakkak geçiyorsun. Artık, hiç bir şeyde seni geçemeyeceğimi iyice anladım.”5
“Zinnûreyn” lâkabının sahibi Hz. Osman, o sırada Şam’a göndermek üzere bir ticaret kervanı hazırlatmıştı. Yardım dâveti üzerine, kervanı Şam’a göndermekten vazgeçti ve üç yüz deveyi üzerindeki mallarla birlikte Hz. Resûlullaha teslim etti. Ayrıca elli at ve bin altın nakit hibe etti.
Hz. Osman bin Affan’ın bu fedakârlığı karşısında Server-i Kâinat Efendimiz (a.s.m.), “Allah’ım, ben Osman’dan razıyım, sen de ondan razı ol!”1 diye duâ etti.
Hz. Resûlullahın yardım dâvetine Abdurrahman bin Avf (r.a.), dört bin dirhemle koştu:
“Yâ Resûlallah,” dedi, “bu dört bin dirhemi size takdim ediyorum, bir o kadarını da ev halkım için bıraktım.”
Resûl-i Ekrem, “Getirdiğin de, ev halkına bıraktığın da bereketli olsun”2 buyurdu.
Resûl-i Kibriyâ Efendimizin bu duâsı sebebiyledir ki, Abdurrahman bin Avf Hazretleri vefât ettiği zaman dört hanımından sadece her birisinin miras hissesine on sekiz bin miskal altın düştüğünü görmüşlerdi.3
Daha bir çok Müslüman, ellerinden gelen yardımı yapmaktan geri durmadılar. Kimi hurma getiriyor, kimi devesini getirip ordunun hizmetine veriyordu. Hiç biri, getireceği şeyin küçüklüğüne, azlığına, ehemmiyetsizliğine bakıp yardıma koşmaktan geri kalmıyordu.
Bir sa’ hurma ile yardıma koşan zât
Ebû Akil, elinde bir sa’4 hurma ile Resûlullahın huzuruna geldi:
“Yâ Resûlallah,” dedi, “iki sa’ hurma karşılığında bütün gece sırtımda su çektim. Bu iki sa’dan birini ev halkım için bıraktım. Diğerini de Rabbimin rızasını kazanmak için size getirdim.”
Bundan son derece mütehassis olan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, “Allah, senin getirdiğini de, ev halkına bıraktığını da bereketli kılsın” diye duâ etti ve getirilen hurmaların sadakalar kısmına dökülmesini emretti.1
Bir başka fakir Müslüman olan Ulbe bin Zeyd, Allah Resûlünün bu dâvetine can u gönülden bir şeylerle katılmak istiyordu. Ama götürecek hemen hemen hiç bir şeyi yoktu. Allah’a yalvardı:
“Ey Allah’ım! Sen, cihada çıkmayı emrettin. Halbuki beni, Resûlünle birlikte cihada çıkabilecek bir bineğe sahip kılmadın.”
Sonra, kendilerinden yararlandığı bazı şeylerle Hz. Resûlullahın huzuruna geldi. “Yâ Resûlallah! Elimde sadaka olarak verebileceğim bir şey yok. Kendisinden faydalandığım şu şeyleri tasadduk ediyorum” dedi ve ilâve etti:
“Bundan dolayı, beni üzen veya bana kötü söyleyen, ya da benimle, ‘Bu da tasadduk edilir mi?’ deyip eğlenecek kimseye hakkımı helâl ediyorum!”2
Peygamber Efendimiz, “Allah sadakanı kabul buyursun” dedi.
Ertesi gün, Peygamber Efendimiz Ashabına, “Şu gece tasaddukta bulunmuş kişi nerededir?” diye sordu.
Kimsede bir hareket görülmedi.
Bu sefer Peygamber Efendimiz (a.s.m.), “Gece sadakayı veren nerede ise ayağa kalksın” buyurdu.
Hz. Ulbe ayağa kalktı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Ben, senin sadakanı kabul ettim. Seni müjdelerim. Muhammed’in varlığı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, sen sadakası kabul olunanların divanına yazıldın”3 buyurdu.
Hz. Ulbe, duâsının kabulünden dolayı son derece memnun oldu.
Müslüman kadınların fedakârlığı
Müslüman kadınların bu yolda gösterdikleri fedakârlıklar da takdire şayandı. Boyunlarında, el ve kulaklarında ne kadar zînet eşyası varsa, Allah yolunda cihada çıkacak olan ordunun hazırlığı için getirip onları Hz. Resûlullaha seve seve teslim etmekte asla tereddüt göstermiyorlardı.
Eslem Kabilesine mensup Hz. Ümmü Sinan der ki:
“Âişe’nin (r.a.) evinde Resûlullahın (a.s.m.) önüne serilmiş bir örtü gördüm. Üzerinde fil dişinden bilezikler, pazubendler, yüzükler, halhallar, küpeler, develerin ayaklarını bağlayacak kayışlarla, kadınlar tarafından gönderilen ve Müslümanların savaşa hazırlanmalarına yarayan bir takım şeyler buluyordu.”1
İşte bütün bu yardımlarla kıtlık, yoksulluk ve fakirlik yüzünden harbe iştirak edecek durumdan mahrum bulunan bir çok Müslümana da silah tedarik edildi, sefer hazırlığı yapıldı, harp teçhizatı sağlandı.
Harbe iştirak etmek isteyenler öylesine çoktu ki, zengin Ashabın yardımları bile onların techizi için kâfi gelmiyordu. Durumları müsait olmayanlar Resûlullaha sefere gönüllü olarak katılmak istediklerini belirtiyorlar, ancak kimine binecek deve, kimine silah, kimine ise yol azığı tedarik edilemediğinden kabul edilmiyorlardı.
Red cevabı alanlar arasında “Bekkâûn” yani “Ağlayanlar” diye meşhûr yedi zât vardı ki, şunlardı: Salim bin Umeyr, Amr bin Humam, Ulbe bin Zeyd, Irbad bin Sâriyye, Ebû Leylâ Abdurrahman bin Kâ’b, Abdullah bin Mugaffel ve Heremî bin Abdullah.2
Bu yedi zât, harp hazırlıkları sırasında Peygamberimizin huzuruna çıkarak, “Yâ Resûlallah! Sefere çıkmak isteriz. Ancak, binecek devemiz, yolda yiyecek azığımız yok!” diyerek durumlarını arz ettiler.
Resûl-i Ekrem, “Size verecek binek kalmadı” buyurunca, üzüntülerinden ağlayarak huzur-ı risâletten ayrıldılar.1
Cenâb-ı Hak, bu fedakâr Sahabîler hakkında şöyle buyurdu:
“Şu kimseler üzerine de cihâda katılamadıkları için bir günah yoktur ki, sana her gelişlerinde, ‘Sizi bindirecek bir şey bulamadım’ derdin, onlar da cihad için harcayacak birşey bulamamanın üzüntüsüyle gözleri yaşla dolu olarak dönerlerdi.”2
Harbe iştirak edemeyecekleri endişesiyle üzüntülerinden göz yaşı dökerek Peygamberimizin huzurundan ayrılan bu Sahabîler, bu âyetin inmesiyle zengin Sahabîler tarafından birer ikişer teçhiz edildiler. Böylece, harbe iştirak etmek imkânı kendilerine tanınmış oldu. Rivâyete göre bunların üçünü Hz. Osman bin Affan, ikisini Peygamberimizin amcası Hz. Abbas, ikisini de Yamin bin Umeyr harp için techiz etmişlerdir.3
Münafıklar sahnede
Sıcaklık, kıtlık ve kuraklık her tarafı kasıp kavuruyordu. Bahçelerde meyvelerin tam olgunlaştığı bir zamandı. İnsanların, güneşin kavurucu sıcaklığından birazcık olsun uzak kalmak için bağ ve bahçelerindeki ağaçların gölgelerine oturmak için en şiddetli arzuyu duydukları bir mevsimdi. Ve böyle bir zamanda İslâm ordusu dünyanın en büyük devletlerinden biri olan Bizans’a karşı harbe çıkacaktı. Gönüllerinde Allah muhabbeti yerine dünya, mal, mülk sevgisi bulunan kimseler, buna nasıl iştirak edebilirlerdi, bu sıkıntılara nasıl katlanabilirlerdi?
Nitekim, dünyaya âdeta kopmaz bağlarla bağlı bulunan ve dünya hayatını âhiret hayatına tercih eden münafıkların yine ortalığı karıştırmaya başladığı görülüyordu. Reisleri Abdullah bin Übeyy, Müslümanlar arasına fitne sokmak, onlarda harbe karşı bir gevşeklik, bir çekingenlik meydana getirmek gayesiyle şöyle konuşuyordu:
“Muhammed Roma Devletini oyuncak mı zannediyor? Onun ve Ashabının esir düşeceklerini şimdiden görür gibiyim.”1
Diğer münâfıklar da, “Bu sıcakta harbe mi çıkılır?” diyorlardı.2
Cenâb-ı Hak, münâfıkların bu sözleri üzerine şu Âyet-i Kerime’yi inzâl buyurdu:
“Resûlullaha karşı gelerek seferden geri kalanlar, evlerinde oturdukları için keyiflendiler. Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmek ise onların hoşlarına gitmedi de, ‘Bu sıcakta cihâda çıkmayın’ dediler. Sen, ‘Cehennem ateşi daha sıcaktır’ de, Keşke anlayabilselerdi!”3
Bazı münâfıklar ise kadınlara olan düşkünlüğünü, harbe iştirak etmemek için bahane ediyordu.
Bunun üzerine de şu âyet-i celile nâzil oldu:
“Onlardan, ‘İzin ver de beni fitneye düşürme’ diyenler vardır. Heyhat, onlar fitnenin tâ içine düşmüşledir. Cehennem ise, kâfirleri her taraftan kuşatmıştır.”4
Daha bir çok münâfık böylesine sudan bahanelerle Peygamber Efendimizden izin istediler. Bunun üzerine, seksenden fazla münâfığa izin verildi.
Onlar, Peygamber Efendimize beyân ettikleri özürlerinde yalancı idiler. Allah ve Resûlüne gönülden inanmış kimseler değillerdi.
Cenâb-ı Hak (c.c.) şu âyetiyle de onların bu durumunu Resûlüne haber veriyordu:
“Cihâddan geri kalmak için izin isteyenler, ancak Allah’a ve âhiret gününe inanmayan ve kalbleri şüpheye tutulmuş kimselerdir ki, şüpheleri içinde bocalayıp dururlar.”5
Bir sonraki âyette de Allahü Teâlâ yerlerinde oturup kalanlara bakıp ümitsizliğe kapılmamaları için Müslümanları teselli ediyordu:
“Eğer sizinle beraber cihâda çıksalardı, sizin için fesattan başka birşey arttırmazlar, fitne çıkarmak için aranızda koşuştururlardı. İçinizde ise onları can kulağıyla dinleyecekler vardır.”1
Münâfıklar gürûhunun sudan bahanelerle harbe iştirak etmeyişleri, Allah ve Resûlüne gönülden bağlı olan mücahidleri cihâda çıkmak hususunda asla tereddüde düşürmedi.
İslâm ordusu hazır
Resûl-i Ekrem Efendimiz, her türlü sıkıntı ve imkânsızlıklara rağmen Seniyyetü’l-Veda’ ordugâhında ordusunu hazırladı. Ordu, otuz bin kişi idi. Bunun on binini süvariler teşkil ediyordu.2
Bundan sonra Peygamber Efendimiz Medine’de yerine Muhammed bin Mesleme’yi (r.a.) vekil bıraktı.3
Hz. Ali de İslâm ordusuyla Seniyyetü’l-Veda’a kadar gelmişti. Kâinatın Efendisi Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) onu huzuruna çağırdı ve “Medine’de muhakkak ya ben, ya da sen kalacaksın”4 buyurdular. Sonra da onu her iki ev halkının işleriyle meşgul olmak üzere Medine’de bırakacağını söyledi. Hz. Ali ağladı, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Gittiğin her tarafta ben senin yanında bulunmak isterdim. Tek arzum buydu. Beni çocuk ve kadınlar arasında vekil mi bırakıyorsun?”5
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) cevaben, “Bana göre sen, Musâ’ya göre Harûn6 gibi olmaya razı olmaz mısın? Şu kadar farkla ki, benden sonra Peygamber gelmeyecektir”7 buyurunca, Hz. Ali hiç beklemeden son sürat Medine’ye geri döndü.
Peygamber Efendimiz, orduya hareket emrini vermeden önce, en büyük sancağı Hz. Ebû Bekir’e teslim etti.1 En büyük bayrağı ise Zübeyr bin Avvam’a (r.a.) verdi.
Hazreclilerin sancağını Ebû Dücâne (r.a.), Benî Malik bin Neccarların bayrağını ise Zeyd bin Sâbit’e verdi.
İslâm ordusunun Medine’den hareketi
Receb ayının bir Perşembe günü idi.
Güneşin batışına yakındı. Resûl-i Ekrem Efendimizin emriyle İslâm ordusu Medine’den Tebük’e doğru harekete geçti. Gönüllü olarak Allah yolunda cihâda çıkan mücahidlerde, bunca sıkıntı ve ağır şartlara rağmen en ufak bir tereddüt ve gevşeme yoktu. Geçici sıcaklığa ve sıkıntılara karşılık âhiret âleminde sonsuz nîmetlere kavuşacaklarını, Allah’ın cemâliyle müşerref olacaklarını biliyorlardı. Güneşin kavurucu sıcaklığı, imanlı gönüllerindeki serinliğe tesir etmiyordu. Maddî sıkıntı ve imkânsızlıklar İ’lâ-yı Kelimetullah uğrunda savaşmaya olan aşk ve şevklerini kıramıyordu. Bu ulvî ve kudsî duygularla yollarına devam ediyorlardı.
Hz. Ali’nin arkadan İslâm ordusuna yetişmesi
Peygamberimiz tarafından Hz. Ali’nin Medine’de bırakılması üzerine de münâfıklar, aralarında ileri geri konuşmaya başladılar. Maksatları, bunu vesile ederek İslâm camiasında bir huzursuzluk meydana getirmekti. Şöyle diyorlardı:
“Herhalde, onu yanında götürmek istemediğinden Medine’de bıraktı!”2
Hz. Ali bu sözleri duyar da durur mu? Derhal silahlanıp İslâm ordusunun arkasına düştü. Cürf denilen mevkide Resûl-i Kibriyâ Efendimizle buluştu. Peygamber Efendimiz, “Yâ Ali! Neden dolayı çıkıp geldin?” diye sordu.
Hz. Ali, “Yâ Resûlallah! Münâfıklar, senin bana kıymet vermediğini söylüyorlar. Bende görüp hoşlanmadığım bir şeyden dolayı beni yanında götürmediğinden söz ediyorlar.”1
Peygamber Efendimiz işin mahiyetini anlamıştı. Güldü:
“Onlar, yalan söylemişlerdir. Ben, seni arkamda bıraktıklarıma vekil tayin ettim. Derhal geri dön. Gerek benim ev halkım ve gerek senin ev halkın içinde vekilim ol!” buyurdu. Sonra ilâve etti:
“Yâ Ali! Bana göre sen, Musâ’ya göre Hârun gibi olmağa razı değil misin? Şu farkla ki, benden sonra peygamber olmayacaktır!”2
Hz. Ali, Peygamber Efendimizin sözlerini tasdik edip derhal Medine’ye döndü.3
Medine’de bir çok münâfık kalmıştı. Bunların, herhangi bir karışıklığa ve bozgunculuğa tevessül edebilecelerini de göz önünde bulundurarak Peygamber Efendimizin Hz. Ali’yi Medine’de bıraktığı da söylenebilir.
Meşhur üç kişi
Bir kısım münâfığın sefere katılmayışı yanında, ne yazık ki, samimî Müslümanlardan Kâ’b bin Mâlik, Hilâl bin Ümeyye ve Mürâre bin Rebi’ de sırf ihmalkârlıkları yüzünden Medine’de kaldılar.4
Bu meşhur üç kişi hakkında vaki olacak muameleyi Peygamber Efendimizin Medine’ye dönüşünden sonra anlatacağız.
Fahr-i Kâinat kumandasındaki İslâm ordusu güneşin sıcaklığına, çölün kavuruculuğuna aldırmadan yoluna devam ediyordu. Bir ara mücahidler, “Yâ Resûlallah! Ebû Zerr, devesi yürümediğinden geride kalmış” dediler.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Eğer, onda bir hayır varsa, Yüce Allah, onu bize kavuşturur”1 buyurdu.
Ebû Zerr (r.a.), devesi zâif olduğu için geride kalmıştı. Devesinin yürüyemeyeceğini anlayınca da eşyasını sırtına almış, şiddetli sıcaklar altında yaya olarak ordunun arkasına düşmüştü.
Ordu, bir konak yerinde istirahata çekilmişken, uzaktan birinin gelmekte olduğu görüldü. Yaklaşan Ebû Zerr’di. Mücahidler, Peygamber Efendimize haber verdiler. Resûlullah şöyle buyurdular:
“Allah, Ebû Zerr’e merhamet etsin. O, yalnız yaşar, yalnız başına ölür ve yalnız başına haşrolur!”2
Bu ferman-ı Nebevîden seneler sonra Hz. Osman’ın hilâfeti sırasındaydı.
Şam’da ikâmet etmekte olan Ebû Zerr bir gün, “Altını ve gümüşü biriktirip de onu Allah yolunda harcamayanları ise, acı bir azapla müjdele”3 meâlindeki âyet-i kerimeyi okudu.
Hz. Muâviye, “Bu, biz Müslümanlar hakkında değil, ehl-i kitap hakkındadır” deyince, Hz. Ebû Zerr, “Hayır, bu hem bizim, hem de ehl-i kitap hakkındadır” cevabını verdi.
Bu sebeple aralarında tartışma ve münakaşa çıktı. Hz. Muâviye, bunun üzerine, “Ebû Zerr, Şam halkını rahatsız ediyor” diye yazıp, onu Hz. Osman’a şikâyet etti.
Hz. Osman da onu Şam’dan Medine’ye çağırdı.
Medine’ye gelen Hz. Ebû Zerr’e İslâm Halifesi, “Yanımda kal. Bütün ihtiyaçlarını ben karşılayayım” diye teklifte bulundu. Fakat o, “Dünyanızdaki şeylerin bana gereği yok” diyerek bu teklifi kabul etmedi.
Bu sefer Hz. Osman, “İstersen, yakın bir yere çekil, orada kal” diye teklif etti.
Ebû Zerr, bunu kabul etti ve “Rebeze’ye gitmeme izin ver” diye dilekte bulundu.
Hz. Osman’ın izin vermesi üzerine de Medine’ye üç konak uzaklıkta bulunan Rebeze’ye gitti.
Bir müddet sonra rahatsızlandı. Yanında sadece zevcesi ile hizmetçisi vardı. Onlara, “Ölünce beni yıkayınız, kefenleyiniz. Sonra da cenazemi yolun ortasına koyunuz. Yanınıza uğrayacak ilk binitli yolculara, ‘Bu Resûlullahın (a.s.m.) Sahabîsi Ebû Zerr’dir. Gömülmesi için bize yardım ediniz’ deyiniz” diye vasiyet etti.
Hanımı ağlamaya başlayınca, “Niye ağlıyorsun?” diye sordu.
Hanımı, “Sen, ölüp gidersen ben ne yaparım? Elimde avucumda hiç bir şey bulunmadığı gibi, seni saracak bir kefen bile yok” dedi.
Bunun üzerine Ebû Zerr, “Ağlamayı bırak” dedikten sonra şöyle konuştu:
“Bir gün bir kaç kişiyle birlikte Resûlullahın huzurunda idik. Şöyle buyurdular:
‘İçinizden birisi kır bir yerde vefât edecek. Cenazesinde mü’minlerden, küçük bir cemaat hazır bulunacaktır.’
“O mecliste benimle birlikte bulunanların hepsi, cemaatlar içinde vefât ettiler. Sağ kalan bir tek ben varım. Şimdi de ben, kır bir yerde ölüyorum. Yolu gözetle! Söylediklerimin doğru çıkacağını göreceksin.”1
Bu sözlerinden bir müddet sonra, Hicretin 32. senesinde yanında sadece hanımı ve hizmetçisi bulunduğu halde vefât ederek, Hz. Resûlullahın yirmi sene önce verdiği haberi tasdik etti.
Vefât edince, zevcesi ile hizmetçisi onun vasiyetini yerine getirdiler. Yıkayıp kefenledikten sonra cenazesini yolun ortasına koydular.
Tam o sırada umre yapmak üzere Iraklılardan küçük bir kafile çıka geldi. İçlerinde meşhur Sahabî Abdullah bin Mes’ud da vardı.
Ebû Zerr’in hizmetçisi ayağa kalktı, “Bu, Resûlullahın Sahabîsi Ebû Zerr’dir. Gömülmesi için bize yardım ediniz” deyince, Hz. Abdullah bin Mes’ud kendisini tutamayarak hüngür hüngür ağlamaya başladı ve Resûl-i Kibriyânın seneler önceki fermânını tekrarladı:
“Ebu Zerr, yalnız başına yaşar, yalnız başına ölür ve yalnız başına haşrolur.”
Sonra da hep beraber bu büyük Sahabînin cenazesini defnettiler.1
İslâm ordusu Hıcr’da
İslâm ordusu Hıcr mevkiine vardı. Burası sekizinci konak yerleri idi.
Medine’den yedi merhale mesafede bulunan Şam yolu üzerindeki Hıcr, Hz. Salih’in (a.s.) kavmi olan Semud’un gece yarısından sonra Cenâb-ı Hak tarafından estirilen bir toz bulutu ile helâk olduğu yerdi.2
Buraya varınca Peygamber Efendimiz, “Şu azaba uğratılmış olanların evlerine, onların uğradıkları azaba uğrayacağınızdan korkarak ve ağlayarak giriniz”3 buyurdu.
Mücahidler, Hıcr’ın kuyusundan su aldılar. Onunla hamurlarını yoğurdular. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz şu emri verdi:
“O kuyunun suyundan su içmeyiniz. Ondan namaz için abdest de almayınız! Onunla yoğurduğunuz hamuru da, develere yem yapınız! Ondan hiç bir şey yemeyiniz.”4
Peygamberimizin yağmur duâsı
Hıcr mevkiinde sabahlayan İslâm ordusunda büyük bir susuzluk başgösterdi. Mücahidlerin su kablarında su kalmamıştı. Hz. Ömer o ânı şöyle anlatır:
“O kadar susamıştık ki, susuzluktan boynumuzun kopacağını zannettik. Herhangi birimiz gidiyor, yüklerimizin arasında su arıyor, ancak orada su bulamadığımız gibi düşüp kalıyorduk. Hattâ içimizden biri devesini kesmiş, hörgücündeki suyu içmişti.”1
Münâfıkların dedikoduları
Müslümanlar arasında bulunan münâfıklardan bazıları bunu fırsat bilerek dedikoduya başladılar:
“Eğer Muhammed, gerçekten bir peygamber olsaydı, Musa Peygamberin kavmine, Allah’tan yağmur dileyip, yağmur yağdırdığı gibi, o da Allah’tan yağmur diler, yağmur yağdırırdı.”
Peygamber Efendimiz bu ileri geri konuşmaları duyunca, “Demek onlar, böyle söylüyorlar öyle mi? Allah’ın, size yağmur yağdıracağını umarım”2 buyurdu.
Hz. Ömer, sözlerine devamla der ki:
“Bütün bu güçlük ve sıkıntılar karşısında Ebû Bekir dayanamayarak Resûlullaha şu ricada bulundu:
“‘Yâ Resûlallah! Allah, duânızı kabul eder. Ne olur bizim için hayır duâda bulunsanız.’
“Resûlullah (a.s.m.), ‘Bunu istiyor musunuz?’ buyurdu.
“Ebû Bekir, ‘Evet yâ Resûlallah!’ dedi.
“Bunun üzerine Resûlullah (a.s.m.), ellerini açarak duâ etti. Daha duâsını bitirmeden, hava birden bire karardı. Önce yağmur çiselemeye başladı. Sonra da sağnak halinde boşaldı. Bütün mücahidler kaplarını doldurdular.
“Konakladığımız yerden ayrılınca, bir de ne görelim, yağmur sadece ordunun bulunduğu bölge içinde yağmış. O bölgenin dışına bir tek damla bile düşmemiş.”
İşte Kâinatın Efendisi böylesine bir duâ, bir niyaz ve istek ile Allah’ın ikram ve ihsanına mazhar oluyordu.
Hz. Resûlullah, hayatında bu tarz bir çok mu’cizelere, ikram ve ihsanlara mazhar olmuştur. Bu da onun peygamberliğinin delillerinden biridir. Bu ikram ve ihsanları gözleriyle gören Müslümanların ise imanları daha da kuvvetleniyor, daha fazla mertebe katediyordu.
Kasvâ’nın kaybolması
Sefer sırasında bir ara Resûl-i Ekrem Efendimizin devesi Kasvâ kayboldu.1 Ashab-ı Kiram bir süre aradılarsa da onu bulmaya muvaffak olamadılar.
Münâfıklar bunu da fırsat bilerek Hz. Resûlullahı rahatsız edici söz söylemekten geri durmadılar. Onlardan biri olan Zeyd bin Lusayt, “Şaşılacak şey! Muhammed, peygamber olduğunu söyler, gökten haber verir, fakat devesinin nerede olduğunu bilmez”2 diye söylendi.
Münâfıkın âdice sarf ettiği bu söz, Kâinatın Efendisine ulaştırılınca, “Vallahi, ben ancak Allah’ın bana bildirdiğini bilirim. Ondan başkasını asla bilemem!” buyurdu ve ilâve etti:
“Şimdi de Allah bana bildirdi ki, Kasvâ filan ve filan dağların arkasındaki vadidedir. Yuları bir ağaca takılmış olarak duruyor. Hemen gidiniz onu bana getiriniz.”3
Sahabîler, Hz. Resûlullahın tarif ettiği yere gittiklerinde, deveyi aynen yuları bir ağaca dolanmış halde buldular ve alıp getirdiler.4
Resûl-i Ekrem, ancak Cenâb-ı Hakkın kendisine bildirmesiyle gaybı bilir, insanlar için gayb hükmünde olan hadiseleri haber verirdi. Bu, onun mazhar olduğu mucizelerinin bir nev’idir.
Resûlullahın, Allah’ın bildirmesiyle haber verdiği istikbale âit bütün haberler Ashabın şehâdetiyle teker teker zuhur etmiştir.5
İslâm ordusu Tebük’te
Nihâyet, kavurucu sıcaklar altında ve sıcaktan âdeta kaynayan kumlar üzerinde yapılan yorucu bir yolculuktan sonra İslâm ordusu on dokuzuncu konak yeri olan Tebük’e vardı.
Fakat, ortada ne Bizans ordusu, ne de bir başkası vardı. Doğu Roma İmparatoru giriştiği hazırlıktan, cesaretsizliği sebebiyle son anda vazgeçmişti.
Ebû Hayseme, samimi bir Müslümandı. Sadece ihmalkârlığı yüzünden İslâm ordusuna katılmayıp, Medine’de kalmıştı.
İslâm ordusunun Medine’den ayrılışından günlerce sonra, bir gün işinden evine dönmüştü. Hanımlarının çardağı süpürmüş, temizlemiş ve soğuk şerbetleri hazırlamış olduğunu görmüştü. Bu manzara birden âlemini değiştirdi. Çardakların kapısı önünde dikildi. Hanımlarına ve kendisi için hazırlanan şeylere bakarak şöyle dedi:
“Sübhanallah! Resûlullah (a.s.m.), yakıcı güneşin, rüzgâr ve sıcağın altında silahını boynunda taşısın da, Ebû Hayseme serin gölgede, yemeği hazırlanmış, iki güzel kadının yanında, mal ve mülkünün içinde oturup dursun. İnsaf mı bu?” Sonra da hanımlarına dönerek, “Vallahi, Resûlullah Aleyhisselâma gidip kavuşmadıkça hiçbirinizin çardağına girmeyeceğim! Derhal yol azığımı hazırlayınız” dedi.1
Yol azığı hazırlanan Ebû Hayseme derhal Medine’den Tebük’e doğru yola çıktı. İslâm ordusu Tebük’te konakladığı esnada mücahidler uzaktan bir atlının geldiğini fark ettiler. “İşte, bakınız bir süvari geliyor!” dediler.
Peygamber Efendimiz, “Ebû Hayseme mi ola? Onun olmasını isterdim” buyurdu.
Biraz sonra yaklaşınca, Sahabîler onu hemen tanıdılar. “Yâ Resûlallah! Vallahi, gelen Ebû Hayseme’dir,” dediler.
Ebû Hayseme, Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna varıp selâm verdi. Resûl-i Ekrem, “Ebû Hayseme! Sen, helâke yaklaşmıştın!”1 buyurdu.
Peygamberimizin Tebük’teki hitabesi
İslâm ordusunun Tebük’te beklediği sıradaydı.
Peygamber Efendimiz, bir ara ayağa kalktı. Arkasını bir hurma ağacına dayayarak şu hitabede bulundu:
“Size insanların en hayırlısı ve en şerlisini haber vereyim mi? İnsanların hayırlısı, atının veya devesinin sırtında, ya da iki ayağı üzerinde, son nefesine kadar Allah yolunda çalışan kimsedir!
“İnsanların en şerlisi de, Allah’ın Kitabını okuyup, ondan hiç faydalanmayan azgın kimsedir. İyi biliniz ki, sözlerin en doğrusu Allah’ın Kitabıdır. Yapışılacak en sağlam kulp takvadır.
“Dinlerin hayırlısı, İslâmiyettir.
“Sünnetlerin hayırlısı, Muhammed’in sünnetleridir.
“Sözlerin şereflisi, zikrullahtır.
“Kıssaların güzeli, Kur’an’da olan kıssalardır.
“Amellerin hayırlısı, Allah’ın yapılmasını mecbur kıldığı farzlardır.
“Amellerin kötüsü, bid’atlar, sonradan ihdâs edilmiş (hoş olmayan) şeylerdir.
“En güzel yol, en güzel yaşayış, Peygamberin yolu ve yaşayışıdır.
“Ölümlerin şereflisi, şehidlerin ölümüdür.
“Körlüğün körü, doğru yolu bulduktan sonra dalâlete sapmaktır.
“Doğru yolun hayırlısı, kendisine uyulandır.
“Körlüğün kötüsü, kalb körlüğüdür.
“Veren el alan elden hayırlıdır.
“Az olup yetişen şey, çok olup Allah’a taattan alıkoyandan hayırlıdır.
“Özür dilemenin en fenası, ölüm gelip çattığı zamankidir.
“Pişmanlığın kötüsü, Kıyâmet günündekidir.
“Yanlışları en çok olan, dili en çok yalan söyleyendir.
“Zenginliğin hayırlısı, gönül zenginlidir.
“Hikmetin başı, Allah korkusudur.
“Şarap, içki, günahların her çeşidini bir araya toplayandır.
“Gençlik, delilikten bir bölümdür.
“Kazançların kötüsü, faiz kazancıdır.
“Yemelerin kötüsü, yetim malı yemektir.
“Mes’ud kişi, başkasının halinden ders ve ibret alandır.
“Amellerde esas olan, neticeleridir.
“Düşüncelerin kötüsü, yalan yanlış düşüncelerdir.
“Mü’mine sövmek, günah işlemektir ve dinî emirlere hürmetsizliktir.
“Mü’mini öldürmek küfürdür.
“Mü’min etinin yemek [dedikodu ve gıybetini yapmak] Allah’ın emirlerine karşı koymaktır.
“Yalan yere, Allah adıyla yemin eden kişi, yalanlanır.
“Af dileyen kişi Allah tarafından affolunur.
“Kim öfkesini yenerse, Allah onu mükâfatlandırır.
“Uğradığı zarara katlanan kişiye, Allah karşılığını verir.
“Allah, zorluklara sabredip katlanan kimsenin sevabını kat kat arttırır.
“Allahım! Beni ve ümmetimi mağfiret eyle!
“Allahım! Beni ve ümmetimi mağfiret eyle!
“Allahım! Beni ve ümmetimi mağfiret eyle! Kendim ve sizin için Allah’tan mağfiret dilerim!”1
Peygamberimizin tâunla ilgili emri
Peygamber Efendimiz Tebük’te iken, Şam taraflarında bir yerde tâun (veba) hastalığının ortaya çıkmış olduğunu duydu. Bunun üzerine Ashabına hitaben şöyle buyurdu:
“Bulunduğunuz herhangi bir yerde tâun zuhur ettiği zaman oradan çıkmayınız, kaçmayınız!
“Tâun zuhur eden yere de sakın yaklaşmayınız.”2
Tıp ilminde veba veya yumurcak olarak isimlendirilen tâun bulaşıcı hastalıklardan biridir. Hattâ, Avrupa’da bir ara korkunç olması sebebiyle “kara ölüm” diye de adlandırılmıştı. İşte Peygamber Efendimiz yukarıdaki sözleriyle bu hastalığa karşı insanlığın tedbirli davranması gerektiğine tâ bin dört yüz küsur sene önceden dikkati çekmiştir.
Yukarıdaki sözleriyle Resûl-i Ekrem Efendimiz aynı zamanda, tıpta mühim bir yer işgal eden “karantina” usûlüne de tâ o zamandan işâret buyurmuştur.
Peygamberimizin Ashab-ı Kiramın görüşünü alması
Tebük’te konaklayan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Şam üzerine yürünüp yürünmemesi hususunda Ashab-ı Kiramın görüşünü sordu.
Hz. Ömer söz alıp, “Yâ Resûlallah! Eğer gitmekle Allah tarafından emrolundunsa git!” dedi.
Peygamber Efendimiz, “Eğer, bu hususta Allah’tan herhangi bir emir almış olsaydım, o zaman sizin görüşlerinizi öğrenmek istemezdim” buyurdu.
O zaman Hz. Ömer fikrini şöyle beyan etti:
“Yâ Resûlallah! Rumlar, sayıca oldukça kalabalıktırlar. Oralarda Müslümanlardan tek kişi bile yoktur. Onların yakınlarına yeterince gelmiş bulunuyorsunuz. Bu derece yaklaşmanız onları korkutmuştur. Uygun görürseniz, bu yıl buradan geri dönünüz, Yahut, Allah Taâlâ, size bu husustaki emrini bildirir.”1
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Ömer’in bu görüşünü uygun buldu ve Tebük’ten ileri gitmedi.
Sadece Peygamberimize verilen beş şey
İslâm ordusu, Tebük’te beklemeye devam ediyordu. Peygamber Efendimiz, bir gece teheccüd namazını kıldıktan sonra, çevresinde kendisini bekleyen Sahabîlere dönerek şöyle konuştu:
“Daha önce hiç bir peygambere verilmeyen beş şey bana verildi:
“1) Benden önceki peygamberlerin her biri yalnız kendi kavimlerine gönderilirken, ben bütün insanlara gönderildim.
“2) Yeryüzü bana mescid (namazgâh) ve temizlik vasıtası kılındı. Bunun için nerede olursam olayım, namaz vakti girince, (su bulunmazsa) teyemmüm eder, namazımı orada kılarım.
“Ümmetimden herhangi biri, namaz vakti girince, bulunduğu yerde namazını kılsın. Benden önceki peygamberlerden hiçbirisine bu ihsan edilmemişti. Onların ümmetleri, namazlarını ancak kilise ve havralarında kılabilirlerdi.
“3) Ganimetler bana helâl kılındı. Halbuki, benden önceki peygamberlerin hiçbirine helâl kılınmamıştı.
“4) Bana şefâat makamı verildi.
“5) Ben, bir aylık mesafedeki düşmanlarımın bile kalplerine korku salmakla yardım olundum.”2
Peygamber Efendimizin (a.s.m.) Halid bin Velid’i Dûmetü’l-Cendel’e göndermesi
Tebük’ten ileri gitmeme kararı veren Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bu esnada Hz. Halid bin Velid’i yanına dört yüz süvari vererek Dûmetü’l-Cendel’de bulunan Kindelerin Kralı Hıristiyan Ükeydir bin Abdülmelik’e göndermek istedi. Hz. Halid şöyle dedi:
“Yâ Resûlallah! Her tarafını iyice bilmediğim geniş memlekette, bu kadar az sayıda insanla gidip onu bulmam nasıl mümkün olur.”
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, şu fermanı verdi:
“Sen, muhakkak onu, yabanî sığır avlarken bulacak ve yakalayacaksın! Yakalayınca, onu öldürme, bana getir!”1
Bunun üzerine Hz. Halid, beraberindeki mücahidlerle Tebük’ten Şam’ın Medine’ye en yakın beldelerinden olan Dûmetü’l-Cendel’e doğru hareket etti. Oraya vardığında Resûl-i Kibriyâ Efendimizin haber verdiği gibi, Ükeydir’i yabanî sığır avlarken görüp yakaladı.2 Daha sonra onu ve kardeşini alıp Efendimizin huzuruna getirdi. Peygamber Efendimiz onları Müslüman olmaya dâvet etti. Buna yanaşmadılar. Fakat, cizye vermeyi kabul ettiler. Bunun üzerine kanları bağışlandı. Onlar da Tebük’ten ayrılıp memleketlerine döndüler.3
Eyle Hükümdarının Peygamberimize gelmesi
Peygamber Efendimiz, henüz Tebük’ten ayrılmadığı sırada, Eyle4 Hükümdarı Yuhanne bin Ru’be çıkıp huzura geldi. Sulh yapmak istediğini belirtti. Her sene muayyen miktarda cizye vermek üzere Peygamber Efendimiz onunla anlaşma yaptı.5
Peygamber Efendimiz (a.s.m.), ayrıca Yuhanne ve Eyle halkı için şu yazıyı yazdırdı:
“Bismillahirrahmanirrahim. Bu, Allah ve Allah’ın Resûlü Muhammed tarafından Yuhanne ve Eyle halkından denizdeki gemilerde bulunanları ve karadaki gezenleri için emân yazısıdır:
“Gerek bunlar ve gerek Şam, Yemen ve deniz halkından Eylelilerle birlikte bulunanlar, Allah’ın ve Muhammed Peygamberin himâyesindedirler.
“Onlardan bir kötülük işleyeni yanındaki malı koruyamayacaktır.
“Gerek su almak isteyen, gerek denizde veya karada dilediği yola gitmek isteyene mani olmak helâl olmayacaktır.
“Bunu, Resûlullahın izniyle Cuheym bin Salt ve Şürahbil bin Hasene yazdı.”1
İslâm ordusunun Tebük’te ikâmeti sırasında Şam ülkelerinden Yahudi olan Cerba ve Ezruh halkı da Peygamber Efendimize gelerek, cizye vermek suretiyle emân dilediler. Peygamber Efendimiz tekliflerini kabul etti. Bir anlaşma metni yazılarak kendilerine emân verildiği kayıt altına alındı.2