Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

Monday, 10.11.2014, 10:47

Hafız



HAYIRLI SABAHLAR genç hafızlığını tamamlarken her gün sabaha kadar Kur’an’ı hatmeder.Bundan dolayı da sabah derslerine yorgun ve bitkin olarak çıkar.Durumu öğrenen hocası Kur’an’ı bu şekilde okumasını arzu etmediği için bir gün onu karşısına alır ve:
Evladım! Biliyorsun Kur’an ,indiği gibi okunmalıdır.Bu gece sen Kur’an’ı , karşında ben varmışım gibi oku.”der.
Genç gider ve Kuran’ı hocasına okuyormuş gibi okur.Sabah huzuruna geldiğinde :”Efendim ,bu gece Kur’an’ı ancak yarısına kadar okuyabildim.”’ der.
Bunun üzerine hocası:
Pekela bu gecede Efendimiz(s.a.v)’e okuyor gibi oku.” der.Talebe şaşkınlık ve heyecan içinde Nebiler Serveri’nin huzurunda olduğu düşüncesiyle o gece dikkatli okur.Ertesi gün de üstadına Kur’an’ın ancak dörtte birini okuyabildiğini söyler.Üstadı talebesindeki manevi yükselişi görünce:
Bugünde o emin melek Cebrail(a.s)‘in Efendimize (sav)tebliğ ettiği anda dinliyor gibi oku .”der.Talebesi ertesi gün hocasına gelip:
VALLAHi hocam bugün ancak bir süre okuyabildim.”der.
Üstadı son adımı atar:
Şimdi de onu binlerce hicabın verasında bulunan Yüce RABBİMİZ’İN huzurunda okuyor gibi oku.Düşün ki O seni dinliyor ve Kur’an’ı senle mukabele ediyor.”
Talebe ertesi gün gözyaşları içinde üstadına gelir ve şöyle der:
Üstadım !Fatihadan başladım ilk ayetleri okudum! ama ”iyyake na’budu ”demeye bir türlü dilim varmadı.Çünkü ‘SADECE SANA KULLUK YAPARIM !diyemedim.
Biz Kur’an’ı, insanlara dura dura okuyasın diye âyet âyet ayırdık ve onu peyderpey indirdik.
(İSRÂ suresi 106. ayet)
.. Kur’an’ı ağır ağır, tane tane oku.
(MÜZZEMMİL suresi 4. ayet)
ibni Abbas (r.a) anlatıyor: Hz. Peygamber ( s.a.v): "İçinde Kur’an-dan bir şey bulunmayan kişi harabe ev gibidir" buyurmuştur (Hadis hasen-sahîhtir; Tirmizî).

işte kardeşler önemli olan burda sevgimizi aşka dönüştürüp, onu kalbe indirebilmektir..
Eğerki bunu başarabilirsek o kalbe kim dokunursa dokunsun yalnız ALLAH(c.c)ı işitir.. HAFIZ OLDUK YA RABB HAFIZ ÖLELIM....

2

Monday, 10.11.2014, 11:11



Bir Hacı Amca, beli bükülmüş yaşlı arkadaşını yolda yere eğik olarak yürürken görür ve ona takılmadan edemez:
-Ne o, yerde bir şey mi arıyorsun?
Yaşlı arkadaşı:
-Evet. Bu yollarda gençliğimi kaybettim de onu arıyorum!

"İnsanların çoğu iki nimetin kıymetini takdir etmekte aldanmıştır:Sıhhat ve boş vakit" "Allah'ım! Acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, ihtiyarlayıp düşkün hale gelmekten ve cimrilikten sana sığınırım!

3

Tuesday, 11.11.2014, 19:22



BESMELEYE HÜRMET
Bişr-i Hafi Besmele yazılı bir kâğıt buldu, içi sızlayıp yerden aldı. Öpüp, çamurlarını silip, temizledikten sonra, güzel kokular sürüp, evinin duvarına astı. O gece âlim ve evliyâ bir zâta, rü'yâda, "Git Bişr'e söyle! İsmimi temizlediğin gibi seni temizlerim, ismimi büyük tuttuğun gibi, seni büyültürüm, ismimi güzel kokulu yaptığın gibi, seni güzel ederim, izzetime yemin ederim ki, serün ismini dünyâda ve âhırette temiz ve güzel eylerim" dendi. Bu rü'yâ üç defa tekrar etti. Sabah Bişr-i Hafî"yi arayıp meyhanede buldu. Mühim haberim var diye içerden çağırdı. Bişr geldiğinde "Kimden haber vereceksin?" dedi. "Sana Allahü teâlâdan haber vereceğim" deyince, ağlamaya başladı. "Bana kızıyor mu, şiddetli azâb mı yapacak?" dedi. Rü'yâyı dinleyince arkadaşlarına, "Ey arkadaşlarım! Beni çağırdılar, bundan sonra bir daha beni buralarda göremiyeceksiniz" dedi. O zâtın yanında hemen tövbe etti. Bu anda ayağında ayakkabı bulunmadığı için, hiç ayakkabı giymedi. Sebebini soranlara, "Söz verdiğim zaman yalın ayaktım, şimdi giymeye haya ederim" derdi! Ayakkabı giymediği için kendisine "Hafî" (yalınayak) denilmiştir.



4

Tuesday, 11.11.2014, 19:30



Vaktiyle oglunu terbiyesini eksik veren bir annenin öyküsünü paylasmak istiyorum. ....üc beş yaşına gelen bir çocuk komşunun yumurtasını çalıp annesine getirir. Haram, helal bilmeyen cahil ana, yumurtayı çocuğun elinden alır ve çocuğuna bir aferin çeker ve:
-Benim akıllı oğlum, aferin diyerek çocuğunun başını okşar. Çocuk, artık hergün veya gün aşırı komşuların yumurtalarını eve getirmeye başlar. Bir gün böyle, iki gün böyle derken seneler geçer. Çocuk yaşına göre hırsızlığı da ilerletir. Yumurtadan tavuğa, tavuktan horoza, horozdan koyuna, koyundan kuzuya derken bir haramzâde olur çıkar. Eski zamanın çocuğu şimdi çevresinin bir numaralı ve azılı eşkıyalarından olur. Artık bu eşkıyayı kimse durduramaz bir hale gelir. Hırsızlıklar, eşkıyalıklar derken bir gün büyük bir cinayet işler. Kanun bunun yakasına yapışıp idama mahkum eder.
Oğlunun idam haberini dinleyen ana, mahkeme salonunda feryadı basar. Saçını, başını yolar. Aman hakim bey, biricik oğlumu bağışla, benim hayatta ondan başka kimsem yok diye yalvarır.
İdam mahkumu eşkıya evlada sorarlar, son bir arzun var mı? Eskiden beri idam mahkumlarının son arzularını yerine getirmek adet olduğu için bunun da son arzusu sorulur. İdam mahkumu genç:
-Bir tek dileğim var. Sevgili anacığımın o mübarek dilini öpmek isterim, izniniz olursa bu arzumu yerine gelsin diye rica eder.
Mahkumun isteği yerine getirilmek üzere annesi getirilir:w
Benim sevgili oğlum, dilimi son bir defa öp bakayım diyerek dilini uzatır.
Eşkıya evlad, anasının dilini iki dişlerinin arasına alır. Öyle bir ısırır ki, dişler dili makas gibi keser, dil pat diye yere düşer.
Orada bulunanlar, vah, vah, vah! Ne olacak eşkıya evlat! Bunca cinayetler yetmiyormuş gibi bir de anasının dilini kopardı derler.
İdam mahkumu genç:
-Ey burada toplanan insanlar! Bilmeden boş yere konuşmayınız. Benim burada idama mahkum oluşum o kopasıca dildendir, koptu ya! der.
Herkes hayretle sonunu dinler. Genç mahkum devam eder:
-Ben, çocukluğumda komşumun yumurtasını çalıp getirdiğimde anam bana aferin çekti, yumurtayı alıp başımı okşadı. Eğer, o zaman beni terbiye edip men etseydi, bugün bu ölüm cezası bana gelmeyecekti, der.



5

Tuesday, 11.11.2014, 19:35



BİR HAMAL HİKAYESİ: "İPİN HESABINI VER!"

Zengin bir adam ölümden ve kabirde yalnız kalmaktan çok korkuyormuş. "Öldüğüm geceyi kim kabre girerek sabaha kadar benimle birlikte geçirirse servetimin yarısını ona bağışlayacağım" diye vasiyet etmiş. Adam ölünce vasiyeti üzerine "Kim onunla birlikte kabre girmek ister?" diye soruşturmuşlar. Kimse çıkmamış.
Nihayet bir hamal: "Benim sadece bir ipim var, kaybedecek bir şeyim yok. Sabaha kadar durursam zengin olurum." diye düşünerek kabul etmiş.
Vefat eden zengin ile birlikte defnetmişler. Sorgu sual melekleri gelmiş. Bakmışlar kabirde bir ölü, bir canlı var. "Nasıl olsa bu ölü elimizde... Biz şu canlı olandan başlayalım" demişler ve hamalı sorgulamaya başlamışlar.
"O ip kimin? Nereden aldın? Niye aldın? Nasıl aldın? Nerelerde kullandın? Kazancını nerelerde harcadın?" Sabaha kadar sorgu sual devam etmiş, adamın hesabı bitmemiş. Sabahleyin kabirden çıkmış. "Tamam, servetin yarısı senin" demişler.
"Aman" demiş hamal "İstemem, kalsın.. Ben, sabaha kadar bir ipin hesabını veremedim. O kadar servetin hesabını nasıl veririm?"
"Kıssadan Hisse: Helal ve doğru işlerde kullanılan her nimet karşılığında zikir, fikir ve şükür ister ki bu da sahibini kurtuluşa götürür. Ama haram ise sahibine bela üstüne bela olur.."

6

Tuesday, 11.11.2014, 19:40



BİR BARDAK SÜT..


HOWARD, okuldan arta kalan zamanında kapı kapı dolaşarak birşeyler satan fakir bir çocuktu. Bir gün, kapı kapı dolaşmasına rağmen, bir şey satmayı başaramamış; bu arada, karnı çok acıkmıştı. Cebindeki on sent, birşeyler almak için yeterli değildi.
Bir evden yiyecek istemeye karar verdi. Fakat, kapıyı açan genç kızdan utanıp, yemek yerine sadece su isteyebildi. Kız onun aç olduğunu anlamıştı. Ona su yerine bir bardak süt getirdi. Sütü yavaşça içti ve:
“Borcum ne kadar” diye sordu.
Genç kız:
“Borcunuz yok” diye cevap verdi. “Annem, yapılan bir iyilik için para alınmaması gerektiğini söyler.”
Çocuk:
“Bütün kalbimle çok teşekkür ederim” dedi ve oradan ayrıldı.
Yıllar yılları kovaladı. Howard önce ilköğretim okulunu, ardından liseyi, sonra üniversiteyi bitirdi.
Yıllar geçip gitmeye devam etti.
Bir gün, ünlü Johns Hopkins Üniversitesi Tıp Fakültesinin Dr.Howard Kelly’nin kurucu başkanı olduğu Onkoloji Bölümüne, ağır bir hasta getirildi. Yerel hastanelerdeki doktorlar, hastalığını değil tedavi etmek, teşhisini bile koyamamışlardı.
Dr.Kelly, hastanın naklinin yapıldığı bölgeyi öğrenince, çocukluk yıllarını yaşadığı belde hafızasında canlandı. Muayene için odaya girdiğinde ise, hastayı hemen tanıdı. Bu kadın, uzun seneler önce kendisine su yerine süt veren genç kızdan başkası değildi.
Kendisine yıllar önce yapılmış bu iyiliği hatırlayan Dr.Kelly, hasta için elinden gelen herşeyi yaptı. Sonunda, Allah şifa verdi ve kadın ağır hastalığından kurtuldu.
Kadının taburcu olacağı gün, kadının ameliyat dahil bütün muayene masraflarının kayıtlı olduğu fatura, imzalanması için Dr. Kelly’ye iletildi. Faturaya bakan doktor, üzerine birşeyler yazdı ve kadının odasına gönderdi. Kadın korkarak faturayı açtı. Bu tür tedavilerin çok pahalıya patladığını biliyordu. Yüksek bir miktar ile karşılaşacağını düşünüyordu.
Nitekim, faturada, onbinlerce dolarlık bir rakam, kenarda ise Dr.Kelly imzalı bir not vardı:

“Bir bardak süt ile ödenmiştir.”

Ç@KIR

Profesyonel

  • "Ç@KIR" bir erkek

Mesajlar: 948

Kayıt tarihi: Apr 12th 2014

Konum: o eski den di

  • Özel mesaj gönder

7

Tuesday, 11.11.2014, 20:00


8

Tuesday, 11.11.2014, 20:06




Nurbaki’den İbretli Bir Öykü: Yusufun Devesi

DR. HALUK NURBAKİYusuf un hikayesi, hayat ile ölüm arasındaki ince çizgiyi ve o çizgideki kırılma noktasını ruh gözü ile gören bir Allah dostunun sırlı yardımını gösteren ibret dozu oldukça yüksek bir hayat serüveni…

Rahmetli onkolog doktor Haluk Nurbaki Hoca'nın anlat*tığı Diyarbakırlı Yusufun bu sırlı hayat hikayesi gerçekten çok enteresan ve akıl sahipleri için oldukça düşündürücü mesajlar ihtiva ediyor:

Yusuf'un başından geçen hikaye muhteşem bir derviş hikayesi… Yusuf, Diyarbakırlıydı. Onunla dostluğumuz vardı. Kendisiyle sık sık sohbet ederdik. Bir gün sohbet sırasında bir şeyi hatırlayamayınca kendisine takıldım. O da bana:

-Nurbaki Hocam, sen benim hikayemi bilmiyorsun. Ben tamir edildikten sonra arada bir tıklayan tamirden geçmiş bir saat gibiyim, dedi.

-Ne oldu, hayrola dedim.

Yusuf, çocukluktan itibaren hayat hikayesini anlatmaya başladı.

-Benim babam çok zengindi. Evimizde en aşağı yirmi otuz tane hizmetkâr çalışırdı. Bir gün mahallemize bir Allah dostu, bir derviş geldi. Yıkık bir duvar kenarında kendine tahtadan bir kulübe yaptı ve orayı mekân tuttu.

Babam çok Müslüman bir adamdı. "Bu derviş mahalle*mize geldi, biz de hamd-ü senalar olsun hâli vakti yerinde bir aileyiz. Bu dervişe bakmak bizim borcumuz. En güzel yemekleri hazırlayın. Yalnız dervişe hürmeten yemekleri hizmetkârlar götürmesin, oğlum Yusuf götürsün" dedi.

O zamanlar ben yedi yaşındaydım. Hakikaten sonra anladım ki, ben götürmesem adam kabul etmeyecekmiş. Çünkü pek çok yardım etmek isteyenler olmuş ama derviş kabul etmemiş. Ama Yusufun o zengin ailenin biricik oğlu olduğunu ve kendisine hürmetten dolayı çocuğun yemek getirdiğini görünce kabul etmiş. Yusuf ile yavaş yavaş ahbap*lık peyda eden derviş, bir gün Yusuf a:

-Yusuf sana bir deve yapayım ister misin, demiş.

-İstemez olur muyum derviş amca, demiş Yusuf.

-Öyleyse sen bana evden verdikleri yemeklerden gayrı çerez getireceksin. Ama evin haberi olmayacak bu getirdik*lerinden, demiş.

(Burada oldukça sırlı bir incelik var.)

Derviş, işin ehemmiyetine binaen tekrarlamış:

-Unutma, sen kendine ait çerezlerden vereceksin. Deve başka türlü olmaz. Çerezi baban gönderirse deveyi babana yaparım, demiş.

Bunun üzerine Yusuf hakikaten her geliş gidişinde derviş babaya çerez, üzüm falan getirmiş. Devamlı da soru-yormuş devemin bitmesine ne kadar kaldı diye. Aradan altı ay kadar bir zaman geçtikten sonra bir gün derviş demiş ki:

-Müjde, deven yarın tamamlanacak. Yalnız iki gözü kaldı, iki tane badem getir gözünü de yapayım deve tamam*lansın, demiş.

Yusuf sabaha kadar uyuyamamış sevinçten. Sabah cebi*ne iki tane badem koymuş gelmiş derviş babanın kulübesinin kapısına. Kapıdan girmiş bir de bakmış ki derviş baba dün*yasını değiştirmiş.

Yusuf bana, "Ne kadar üzüldüm doktor bey" diyor. "Altı ayın ümidi bir anda sönüverdi. Bir taraftan sevdiğim bir insanın ölümü, diğer bir taraftan da devenin gaybubeti beni bayağı sarstı. Bademlerimi fırlatıp attım yere ve eve gidip durumu haber verdim. Herkes seferber oldu… Cenazesi yı*kandı, namazı kılındı ve defnedildi.

* * *

Aradan on iki sene gibi uzun bir zaman geçti. Ben ciddi bir hastalığa yakalandım. Babam evvela Diyarbakır'daki dok*torlara, sonra İstanbul'daki doktorlara götürdü. Hepsinden aldığı cevap:

-Şizofreni bu. Tedavisi imkansız, oldu.

Bu hadise elli sene evvel geçmiş bir hadiseydi. Gerçek*ten o zaman şizofreninin hiç tedavisi yoktu, diyor.

Ama buna rağmen Yusufun babası Paris'te meşhur bir ruh doktoru olduğunu duymuş. Galiba adı Şarko idi, ona gitmişler, o doktor da:

-Benim yapabileceğim bir şey yok. Sen kalkıp Türkiye'*den buralara geldiğine göre varlıklı birisin. Bu gibi hastalara yapılacak tek şey iyi bakılması için birisini tutmak. Çünkü böyle hastalar kendi kendine yemek yiyemez. Kaşığı ağzına değil, kulağına götürür. Soğukta soyunur, oturur ve genellikle de zatürreden ölürler. Sen buna ne kadar iyi baktırırsan o kadar uzun yaşar, demiş.

Yusufun babası İstanbul'a gelince Yusufu akıl hastane*sine yatırmış. Ona bakması için ayda iki altın gibi yüksek bir ücretle bir adam tutmuş. Adam ayda iki altını kaybetmemek için YusuPu ölüme götürecek her türlü yanlıştan alıkoyan bir bakıma tâbi tutuyormuş. Ama günün birinde YusuPun ateşi çıkmış ve o belli meş'um akıbet onu yakalayarak zatürre olmuş.

Bundan sonraki hadiseleri sana iki postada anlatacağım diyor Yusuf.

Bunlardan birincisi; benim hâlimi, durumumu gören hasta bakıcı ve de doktorların anlattıkları… ikincisi de ondan sonraki ben…

* * *

Doktorlar benim ateşimin yükseldiğini ve komaya girmek üzere olduğumu görüyorlar ama yapabilecekleri, ellerinden gelen bir şey yok.

O zaman, ağırlaşmış hastaların etrafına yataktan düşmesin diye tahta çakarlardı. O zamanın hastaneciliği bu kadar işte… Fakat diyor Yusuf, benim bakımımı üzerine alan adam çok müteessir. Çünkü bir nevi ekmek kapısı kapandı gibi.

Hastane yetkilileri, hemen Yusuf'un babasına telgraf çekmişler. "Oğlun dünyasını değiştirdi gel al" diye. Çünkü bir insanın zatürre komasından çıkması o günkü tıbbi imkanlara göre imkansız.

O koma sırasında ben bir rüya görüyorum. Zaten herşeyi o rüyadan itibaren hatırlıyorum. Çünkü rüyamdan önceki şizofrenik devremi hatırlamıyorum.

Bir çölün içindeyim, o ateşin de tesiriyle nasıl yanıyo*rum. Hem susuzluğum, hem de güneş değdi değecek tepeme. Böyle bir sıcaklığın içerisinde artık canım çıkmak üzere. Hiçbir umudum yok, su denilen şeyin esamesi görün*müyor çölde.

Fakat uzaklardan bir siluet farkettim. Bir deve ve önünde bir adam bana doğru yaklaşmaya başladı. Derhal tanıdım.

Bizim derviş babaydı bu. Bir devenin yularından tutmuş geliyordu.

-Yusuf deveni getirdim, dedi ve beni tuttu devenin üstüne bindirdi.

Fakat birşeyi çok net hatırlıyorum; derviş babanın yula*rını tuttuğu devenin gözleri yoktu. Yani bana, senin getirdiğin çerezlerden yaptım demek için gözsüz bir deve getirmişti. . Çünkü devenin gözleri için gerekli bademleri teslim edememiştim.

Devenin üzerine bindiğim an gözümü açtım. Etrafı tahta*larla çevrili demir bir yataktayım. Yanımda doktor ve hasta bakıcılar… Ateşim düştüğü için terden sırılsıklam olmuşum. Neden orada olduğumu hiç hatırlamıyorum.

Doktorların hayret ettiği şey benim normale dönmem. Zatürre komasından çıkmak mümkün değildi ama çıktım. Peki, şizofreniyi nasıl atlattım diye hayretler içerisinde kaldılar. Böyle bir mucizeye ne rastladık, ne de gördük. Olacağı varmış, oldu, dediler.

Yusuf'unun cenazesini almaya gelen dertli baba, oğlunu salim ve sağlıklı görünce bir sevinmiş ki sormayın. Yusuf daha sonra bütün olan biteni babasına da anlatmış.

Yusuf diyor ki, doktorum derviş baba, o kadar ince bir Mimarî ile kaderimi işlemiş ki, ben yanına hizmet etmeye gittiğim zaman kaderimdeki şizofreniyi gördü. Bana iyilik yapmak istedi. Ama bu iyilik kaderimi değiştirmek şeklinde olamazdı. Çünkü kadere müdahale ancak Fahr-i Kainat (sav) sırrı ile olur. Fahr-i Kainat (sav) sırrında "Sadaka ömrü tezyid eder (uzatır)" emrini alıyor ve çocuğa sadaka verdiriyor. Sadaka sırf çocuğa ait olsun diye "Baban göndermesin, sen kendininkinden ver" diyor. Kader ekranında ömrünü tezyid ediyor. Bambaşka bir âleme döndürüyor.

Yusuf, "Ah o benim devem! Ona bindiğim anda ne biçim kader değişimi oldu. İnsanların anlaması mümkün değil. Ben bile zor anladım" diyor.

Yusuf, "Ben o hâdiseden sonra hayatta bir gün bile namazı terk etmedim" diyerek hem maddî hem manevî kur*tuluşuna kapılar açan derviş babaya dualar ediyor.

Evet, her evliyaullah gibi ilmini Allah'a havale etmek suretiyle zaman ve mekânla kayıtlı bulunmayan bir ruha sahip olan derviş baba, bu masum çocuğun geleceğini, ileride başına gelecekleri gördü ve Yusuf'un maddesiyle beraber mânâsını da canlandırdı.





9

Tuesday, 11.11.2014, 20:08




Nurbaki’den İbretli Bir Öykü: Yusufun Devesi

DR. HALUK NURBAKİYusuf un hikayesi, hayat ile ölüm arasındaki ince çizgiyi ve o çizgideki kırılma noktasını ruh gözü ile gören bir Allah dostunun sırlı yardımını gösteren ibret dozu oldukça yüksek bir hayat serüveni…

Rahmetli onkolog doktor Haluk Nurbaki Hoca'nın anlat*tığı Diyarbakırlı Yusufun bu sırlı hayat hikayesi gerçekten çok enteresan ve akıl sahipleri için oldukça düşündürücü mesajlar ihtiva ediyor:

Yusuf'un başından geçen hikaye muhteşem bir derviş hikayesi… Yusuf, Diyarbakırlıydı. Onunla dostluğumuz vardı. Kendisiyle sık sık sohbet ederdik. Bir gün sohbet sırasında bir şeyi hatırlayamayınca kendisine takıldım. O da bana:

-Nurbaki Hocam, sen benim hikayemi bilmiyorsun. Ben tamir edildikten sonra arada bir tıklayan tamirden geçmiş bir saat gibiyim, dedi.

-Ne oldu, hayrola dedim.

Yusuf, çocukluktan itibaren hayat hikayesini anlatmaya başladı.

-Benim babam çok zengindi. Evimizde en aşağı yirmi otuz tane hizmetkâr çalışırdı. Bir gün mahallemize bir Allah dostu, bir derviş geldi. Yıkık bir duvar kenarında kendine tahtadan bir kulübe yaptı ve orayı mekân tuttu.

Babam çok Müslüman bir adamdı. "Bu derviş mahalle*mize geldi, biz de hamd-ü senalar olsun hâli vakti yerinde bir aileyiz. Bu dervişe bakmak bizim borcumuz. En güzel yemekleri hazırlayın. Yalnız dervişe hürmeten yemekleri hizmetkârlar götürmesin, oğlum Yusuf götürsün" dedi.

O zamanlar ben yedi yaşındaydım. Hakikaten sonra anladım ki, ben götürmesem adam kabul etmeyecekmiş. Çünkü pek çok yardım etmek isteyenler olmuş ama derviş kabul etmemiş. Ama Yusufun o zengin ailenin biricik oğlu olduğunu ve kendisine hürmetten dolayı çocuğun yemek getirdiğini görünce kabul etmiş. Yusuf ile yavaş yavaş ahbap*lık peyda eden derviş, bir gün Yusuf a:

-Yusuf sana bir deve yapayım ister misin, demiş.

-İstemez olur muyum derviş amca, demiş Yusuf.

-Öyleyse sen bana evden verdikleri yemeklerden gayrı çerez getireceksin. Ama evin haberi olmayacak bu getirdik*lerinden, demiş.

(Burada oldukça sırlı bir incelik var.)

Derviş, işin ehemmiyetine binaen tekrarlamış:

-Unutma, sen kendine ait çerezlerden vereceksin. Deve başka türlü olmaz. Çerezi baban gönderirse deveyi babana yaparım, demiş.

Bunun üzerine Yusuf hakikaten her geliş gidişinde derviş babaya çerez, üzüm falan getirmiş. Devamlı da soru-yormuş devemin bitmesine ne kadar kaldı diye. Aradan altı ay kadar bir zaman geçtikten sonra bir gün derviş demiş ki:

-Müjde, deven yarın tamamlanacak. Yalnız iki gözü kaldı, iki tane badem getir gözünü de yapayım deve tamam*lansın, demiş.

Yusuf sabaha kadar uyuyamamış sevinçten. Sabah cebi*ne iki tane badem koymuş gelmiş derviş babanın kulübesinin kapısına. Kapıdan girmiş bir de bakmış ki derviş baba dün*yasını değiştirmiş.

Yusuf bana, "Ne kadar üzüldüm doktor bey" diyor. "Altı ayın ümidi bir anda sönüverdi. Bir taraftan sevdiğim bir insanın ölümü, diğer bir taraftan da devenin gaybubeti beni bayağı sarstı. Bademlerimi fırlatıp attım yere ve eve gidip durumu haber verdim. Herkes seferber oldu… Cenazesi yı*kandı, namazı kılındı ve defnedildi.

* * *

Aradan on iki sene gibi uzun bir zaman geçti. Ben ciddi bir hastalığa yakalandım. Babam evvela Diyarbakır'daki dok*torlara, sonra İstanbul'daki doktorlara götürdü. Hepsinden aldığı cevap:

-Şizofreni bu. Tedavisi imkansız, oldu.

Bu hadise elli sene evvel geçmiş bir hadiseydi. Gerçek*ten o zaman şizofreninin hiç tedavisi yoktu, diyor.

Ama buna rağmen Yusufun babası Paris'te meşhur bir ruh doktoru olduğunu duymuş. Galiba adı Şarko idi, ona gitmişler, o doktor da:

-Benim yapabileceğim bir şey yok. Sen kalkıp Türkiye'*den buralara geldiğine göre varlıklı birisin. Bu gibi hastalara yapılacak tek şey iyi bakılması için birisini tutmak. Çünkü böyle hastalar kendi kendine yemek yiyemez. Kaşığı ağzına değil, kulağına götürür. Soğukta soyunur, oturur ve genellikle de zatürreden ölürler. Sen buna ne kadar iyi baktırırsan o kadar uzun yaşar, demiş.

Yusufun babası İstanbul'a gelince Yusufu akıl hastane*sine yatırmış. Ona bakması için ayda iki altın gibi yüksek bir ücretle bir adam tutmuş. Adam ayda iki altını kaybetmemek için YusuPu ölüme götürecek her türlü yanlıştan alıkoyan bir bakıma tâbi tutuyormuş. Ama günün birinde YusuPun ateşi çıkmış ve o belli meş'um akıbet onu yakalayarak zatürre olmuş.

Bundan sonraki hadiseleri sana iki postada anlatacağım diyor Yusuf.

Bunlardan birincisi; benim hâlimi, durumumu gören hasta bakıcı ve de doktorların anlattıkları… ikincisi de ondan sonraki ben…

* * *

Doktorlar benim ateşimin yükseldiğini ve komaya girmek üzere olduğumu görüyorlar ama yapabilecekleri, ellerinden gelen bir şey yok.

O zaman, ağırlaşmış hastaların etrafına yataktan düşmesin diye tahta çakarlardı. O zamanın hastaneciliği bu kadar işte… Fakat diyor Yusuf, benim bakımımı üzerine alan adam çok müteessir. Çünkü bir nevi ekmek kapısı kapandı gibi.

Hastane yetkilileri, hemen Yusuf'un babasına telgraf çekmişler. "Oğlun dünyasını değiştirdi gel al" diye. Çünkü bir insanın zatürre komasından çıkması o günkü tıbbi imkanlara göre imkansız.

O koma sırasında ben bir rüya görüyorum. Zaten herşeyi o rüyadan itibaren hatırlıyorum. Çünkü rüyamdan önceki şizofrenik devremi hatırlamıyorum.

Bir çölün içindeyim, o ateşin de tesiriyle nasıl yanıyo*rum. Hem susuzluğum, hem de güneş değdi değecek tepeme. Böyle bir sıcaklığın içerisinde artık canım çıkmak üzere. Hiçbir umudum yok, su denilen şeyin esamesi görün*müyor çölde.

Fakat uzaklardan bir siluet farkettim. Bir deve ve önünde bir adam bana doğru yaklaşmaya başladı. Derhal tanıdım.

Bizim derviş babaydı bu. Bir devenin yularından tutmuş geliyordu.

-Yusuf deveni getirdim, dedi ve beni tuttu devenin üstüne bindirdi.

Fakat birşeyi çok net hatırlıyorum; derviş babanın yula*rını tuttuğu devenin gözleri yoktu. Yani bana, senin getirdiğin çerezlerden yaptım demek için gözsüz bir deve getirmişti. . Çünkü devenin gözleri için gerekli bademleri teslim edememiştim.

Devenin üzerine bindiğim an gözümü açtım. Etrafı tahta*larla çevrili demir bir yataktayım. Yanımda doktor ve hasta bakıcılar… Ateşim düştüğü için terden sırılsıklam olmuşum. Neden orada olduğumu hiç hatırlamıyorum.

Doktorların hayret ettiği şey benim normale dönmem. Zatürre komasından çıkmak mümkün değildi ama çıktım. Peki, şizofreniyi nasıl atlattım diye hayretler içerisinde kaldılar. Böyle bir mucizeye ne rastladık, ne de gördük. Olacağı varmış, oldu, dediler.

Yusuf'unun cenazesini almaya gelen dertli baba, oğlunu salim ve sağlıklı görünce bir sevinmiş ki sormayın. Yusuf daha sonra bütün olan biteni babasına da anlatmış.

Yusuf diyor ki, doktorum derviş baba, o kadar ince bir Mimarî ile kaderimi işlemiş ki, ben yanına hizmet etmeye gittiğim zaman kaderimdeki şizofreniyi gördü. Bana iyilik yapmak istedi. Ama bu iyilik kaderimi değiştirmek şeklinde olamazdı. Çünkü kadere müdahale ancak Fahr-i Kainat (sav) sırrı ile olur. Fahr-i Kainat (sav) sırrında "Sadaka ömrü tezyid eder (uzatır)" emrini alıyor ve çocuğa sadaka verdiriyor. Sadaka sırf çocuğa ait olsun diye "Baban göndermesin, sen kendininkinden ver" diyor. Kader ekranında ömrünü tezyid ediyor. Bambaşka bir âleme döndürüyor.

Yusuf, "Ah o benim devem! Ona bindiğim anda ne biçim kader değişimi oldu. İnsanların anlaması mümkün değil. Ben bile zor anladım" diyor.

Yusuf, "Ben o hâdiseden sonra hayatta bir gün bile namazı terk etmedim" diyerek hem maddî hem manevî kur*tuluşuna kapılar açan derviş babaya dualar ediyor.

Evet, her evliyaullah gibi ilmini Allah'a havale etmek suretiyle zaman ve mekânla kayıtlı bulunmayan bir ruha sahip olan derviş baba, bu masum çocuğun geleceğini, ileride başına gelecekleri gördü ve Yusuf'un maddesiyle beraber mânâsını da canlandırdı.

Vildan_

Stajyer

  • "Vildan_" bir kadın

Mesajlar: 145

Kayıt tarihi: Oct 27th 2014

  • Özel mesaj gönder

10

Friday, 14.11.2014, 22:56

eline sağlık :çakçak:

11

Monday, 17.11.2014, 01:21




Allah Kulunu Nasıl Zikreder


Adamın biri, geceleri devamlı Allah'ı zikrederdi. Bütün gecesi zikir fikir içinde geçerdi. Zikir kalbine yerleşmiş, gönlüne tat vermişti. Bir gün şeytan bu adama yaklaştı ve o na, “Böyle devamlı Allah'ı zikretmen ne zamana kadar sürecek. Sen gece gündüz Allah diyorsun, peki bir kere olsun Allah da sana buyur kulum dedi mi? Zikrinin karşılığını aldın mı? Madem sana bir karşılık verilmiyor, sen bu kötü halinle ve kara yüzünle ne zamana kadar Allah diyeceksin?” diye vesvese verdi.
Bu vesvese adama tesir etti. Kalbi karıştı. o nu gerçek zannetti. Demek ben Allah'ı zikretmeye layık bir kul değilim bana karşılık verilmiyor diyerek zikri bıraktı ve uyudu.
Gece rüyasında Hızır aleyhisselamı gördü. Hz. Hızır o na,
-Allah'ı zikretmeyi niçin terk ettin; zikirden niçin pişmanlık duydun? diye sordu.
Adam,
-Ben sürekli Allah Allah diye zikrettim; fakat bir gün olsun Allah'tan “buyur kulum'' diye bir karşılık duymadım. Ben bu işe layık olmadığımdan ve Allah'ın kapısından kovulmaktan korkuyorum, dedi.
O zaman Hz. Hızır (a.s) adamı şöyle uyardı:
-Senin Allah Allah demen, O'nun buyur kulum demesi dır. O seni zikretmese sen O'nu hiç zikredemezdin. Senin O'na kavuşma arzusu ile amel edip çırpınman O'nun tarafından sana verilmiş bir cezbedir. O seni sevmese kendi yolunda koşturmazdı. Senin Allah'tan korkun ve O'na duyduğun aşk, O'nun sana lütfüdür. Senin her yâ Rabbi diye inleyişinde O da sana yönelir, seni dinler ve karşılık verir. Allah bir kulun kalbini bağlarsa, o kul Allah'ı zikredemez. Allah yolunu açmazsa, kul dua edemez. Sen başına gelen bir dert içinde Allah diyorsan, O sana kendisini zikrettirmek için bu derdi vermiştir. Gaye seni kendisi ile meşgul etmektir. Korkma, Allah de. Zikre ve duaya devam et. Hiçbir zikir ve dua karşılıksız kalmaz. Zerre kadar bir amel dahi zayi olmaz. Allah Firavun'a mal verdi, dert vermedi. O da hiç inleyip zikretmedi. Allah'ı zikrettiren dert, O'nu unutturan maldan ve sıhhatten daha hayırlıdır.
Mesnevi Tercümesinden konuyu aktaran D.Selvi:
"Kalp ya dertle ya da muhabbetle Allah der Allah'a yönelir. Kul bilmese de böyledir.O'nu severek zikredenler şükretmiş olur,mükafat alır. Yüce Allah'ı zikretmenin mükafatı, Allah katında zikredilmek ve sevilmektir." der.



Vildan_

Stajyer

  • "Vildan_" bir kadın

Mesajlar: 145

Kayıt tarihi: Oct 27th 2014

  • Özel mesaj gönder

12

Thursday, 20.11.2014, 11:28

eline sağlık :çakçak:

13

Thursday, 20.11.2014, 22:31




Yusuf ailesinin tek çocuğuydu...
Annesi babası Onu en iyi şekilde yetiştirmeye gayret ediyorlardı... İmam-Hatip öğrencisiydi Yusuf...

Yusuf'un uzaktan uzağa sevdiği bir kız vardı... Sevgi... Sevgi sınıfın en ağırbaşlı kızıydı.. Başı hep önündeydi... Teneffüs aralarında evden getirdiği kitaplarını okurdu hep... Yusuf derste gizli gizli bakardı Ona... O ise Yusuf'a hiç karşılık vermezdi.. Görmezdi bile Yusuf'un Ona ilgisini... Oysa ki sınıfın değil okulun en yakışıklı çocuğuydu Yusuf... Kızlar onunla arkadaş olmak için can atardı.. Ama O dinine düşkün biri olduğundan zinaya düşme korkusundan uzak dururdu onlardan... Ama ne yaptı ise Sevgi'den uzak duramıyordu... Evet göz zinasıydı bu yaptığı.. Ama elinde değildi, nefsine yenik düşüyordu...

Birgün cesaretini toplayıp kıza açılmayı düşündü... Herkesin bir sevgilisi vardı.. Kendisinin de olmalıydı... Diğerlerinden neyi eksikti ki...

Arapça dersindelerdi.. Ders bitiminde Sevgi'ye duygularını açıklayacaktı Yusuf... Bir ara kitabının arasındaki bir kağıt gözüne ilişti... Bir hadis yazılıydı:

"Aşkını gizleyip iffetini muhafaza ederek sabredenin günahlarını ALLAH affedip cennetine koyar.." [İbn Asakir]

Nerden gelmişti ki bu kağıt.. Sanki biri Yusuf'un içini okumuştu.. Kafası karıştı... Hem arapça hem türkçe yazıyordu hadis.. Derinlere dalmıştı hadisi okuyunca.. Vazgeçti Sevgi'yle konuşmaktan...

Ertesi gün.. Yine arapça dersinde Yusuf nefsiyle mücadele halinde.. Söylemeli içindekileri.. Yine bir kağıt ilişti gözüne.. Yine bir hadis:

"Ümmetimin üstün olanları aşk belasına düşünce iffetini koruyanlardır.." [ Deylemi ]

Artık anlamıştı.. Birisi yazıp koyuyordu.. Ama kim..? O sırada öğretmenle gözgöze geldi.. Öğretmen gülümsedi... Yusuf başını önüne eğdi.. Öğretmen koymuş olmalıydı.. Defalarca Yusuf'un Sevgi'ye baktığına şahit olmuştu çünkü.. Hem yazı da öğretmenin yazısıydı.. Utandı Yusuf ve vazgeçti Sevgi'ye açılmaktan...

Bir hafta sonra...

Sınıf bir dedikodu ile çalkalanıyor.. "Sevgi'nin birlikte okula geldiği çocuğu gördünüz mü? Ne yere bakan yürek yakanmış.. Sevgilisi varmış".. Yusuf beyninden vurulmuşa dönmüştü... Anladı ki Sevgi'den Ona yar olmayacaktı.. Hayalleri suya düşmüştü.. Sevgi'den vazgeçmeliydi...

Ertesi gün kitabının arasındaki yine bir not buldu Yusuf.. Bu defa ayet yazılıydı...

"Onu işittiğiniz zaman, erkek ve kadın mü'minlerin, kendi vicdanlarında iyi zanda bulunup da "Bu apaçık iftiradır" demeleri gerekmez miydi..?" [ Nur, 12 ]

Yusuf'un beyninde şimşekler çakmıştı.. Ne demekti bu.. Sevgi geldi hemen aklına.. Ve dün konuşulanlar..!

Okul çıkışı yine aynı erkek Sevgi'yi kapıda bekliyordu... Yusuf ise onları seyrediyordu.. Sevgi tam gence doğru ilerlerken,

"Abi biraz bekler misin, kitabımı unuttum sınıfta.."

Abi mi..? Demek ki sevgilisi zannettikleri çocuk Sevgi'nin abisiydi... Ayet yankılandı Yusuf'un kulaklarında... Suizan yapıp da işlediği günaha tövbe etti içinden...

Sonraki günlerde Yusuf arasıra kitabının arasında hadis ve ayetler bulmuştu.. Öğretmenine minnettardı... Yanlışa düşmesini engelliyordu her defasında...

Bir ay sonra...

Sınıfta bir hüzün vardı, Babası Yusuf'u şehir dışında bir medreseye
yazdırmış, okuldan almıştı..Yusuf'un okulda geçirdiği son gündü.. Okuldan ayrıldığına değil Sevgi'yi bir daha göremeyecek olmasına üzülüyordu...

Henüz ilim öğrenmenin aşk'tan üstün olduğunu kavrayamamıştı.. Çünkü aşk iliklerine kadar işlemişti... Hatta babasına içten içe kızıyordu... Medreseye gitmek de istemiyordu... Herkesle vedalaşmış, Ayrılık zamanı gelmişti.. Kitaplarını çantasına koyarken yine bir not bulmuştu.. Ve bir ayetti bu:

"Sizin hayır bildiklerinizde şer, şer bildiklerinizde hayır vardır.. ALLAH bilir siz bilemezsiniz.." [ Bakara / 216 ]

Bu ayet kendine getirmişti Yusuf'u... Evet bunda da bir hayır vardı... Başını eğdi ve kimseye göstermediği gözyaşları içinde çıktı sınıftan...

Şehir dışındaki yatılı medrese hayatı başlamıştı Yusuf'un... Hocaları ona ilk günden edebinden ve saygısından dolayı hayran kalmıştı..

Herkes Ona geleceğin büyük bir hocası gözüyle bakıyordu... Yusuf'un içi buruktu.. Sevgi'den ayrılmak zor geliyordu Ona... Ama dayanmalıydı.. RABB'inin bir bildiği vardı elbet...

5 yıl sonra...

Hocası Yusuf'u yanına çağırmıştı..

-Yusuf ! Sen şimdiye kadar gördüğüm en iyi talebemsin... Birkaç aya kadar aramızdan ayrılıp ilim hayatına atılacaksın.. Evlilik çağın geldi de geçiyor.. Bir abimizin kızı var.. Kur'an kursu hocalığı yapıyor.. Onu sana uygun gördük, ne dersin..?

Yusuf Sevgi'den başka kimseyi düşünmemişti evlilik için.. Ama o çoktan evlenmişti belki de.. Hem hocalarına karşı boynu kıldan inceydi:

-Siz nasıl uygun görürseniz efendim.. Anneme babama söyleyelim..

Anne babanın da rızası alınarak gidildi kız istemeye... Yusuf'un içi kan ağlıyordu.. Evleneceği kişiyi sevemezse Onun hakkına gireceğini düşünüyor ve kahroluyordu... Konuşma ve tanışma faslının ardından sıra kahve ikramına gelmişti... Odaya doğru güzeller güzeli bir kız geldi... Yusuf Sevgi'yi öylesine hayal etmişti ki, gelen kızı Sevgi gibi görüyordu...

Hayır, hayır..! Hayal değildi bu.. Sevgi'ydi...

-Bu nasıl bir tevafuk ALLAH'ım! dedi..

Demek Sevgi okulu bitirmiş, hoca olmuştu... Yerinde duramaz oldu Yusuf... Kendisine uzatılan kahveyi alırken elleri tir tir titriyordu.. Fincan tabağını kaldırınca küçük bir kağıt gördü altında.. Sevgi'nin gözüne baktı.. Sevgi ise hiç bakmadan "Al" dercesine başını salladı...
Kağıdı elinde sımsıkı tutuyordu.. Kahvesini bitirince lavaboya gitmek için izin istedi... Odadan çıkar çıkmaz.. Kağıdı açtı.. Okulda kitabının arasına koyulan yazının aynısı ile yazılmış bir hadis vardı:

"Birbirini sevenler için nikah kadar güzel şey görülmemiştir.." [ İbn Mace ]

Yusuf şaşkınlık üstüne şaşkınlık yaşıyordu... Meğer o notları yazan Sevgi'ydi.. Yusuf fark etmesin diye hep arapça dersinde ve öğretmenin yazısını taklid ederek yazıyordu... Yusuf hadis'i tekrar okudu "birbirini sevenler" diyordu.. Demek ki Sevgi de Onu seviyordu... Ve yıllar sonra kavuşma zamanları gelmişti...

Söz ve nişan'ın ardından düğün günü gelip çatmıştı.. Çok sade bir düğün programı hazırlamışlardı.. Yusuf heyecanından yerinde duramıyor, oradan oraya volta atıyordu..
Bir ara elini cebine attı Yusuf.. Ve yine bir hadis buldu:

"Evleniniz, çoğalınız.." [ Beyhaki ]

Sevgi'nin bu sürprizleri Yusuf'u Ona daha çok bağlıyordu.. Ve tekrar tekrar aşık oluyordu Yusuf...

Artık evlenmişlerdi..

Yusuf evin içinde kendisi için hazırlanmış ayet ve hadisleri bulmaya devam ediyordu.. Evlilikle, kadının kocası-erkeğin karısı üzerinde hakları ile, anne baba hakları ile ilgili ayet hadis yazıp bırakıyordu kenara köşeye..
Ve hep içinde bulundukları durum ile alakalı oluyordu bunlar...

3 ay sonra..

Yusuf talebelerinin yanından gelmişti... Ceketini çıkardı, askıya asacakken bir hadis ilişti yine gözüne:

"Evlat kokusu, cennet kokusudur.." [ Taberani ]

Bu demek oluyordu ki baba olacaktı.. ALLAAAAH diye bağırdı birden...
Sevgi başkaları gibi "Ben hamileyim" demektense, her zaman ki gibi hadisle bildirmişti bunu eşine... Hemen Sevgi'nin yanına koştu ve alnından öptü... Artık çocuğunun annesi olacaktı sevdiği kadın...

1 ay sonra...

Yusuf uyandığında başucunda bir not buldu yine... Bir hadis vardı:

"Lezzetleri yok eden, ağız tadını bozan, ümitleri kıran ölümü çok anın.." [ İbni Hibban ]

Neden yazmıştı ki bunu Sevgi..?

Yusuf'un dünya zevkine daldığını mı düşünüyordu acaba.. Mutfakta kahvaltı hazırlayan eşinin yanına gitti...
Nedenini sordu..

Başını eğdi Sevgi, üzgündü:

-Bu gece rüyamda senin öldüğünü gördüm, ben de bu hadisi yazmak istedim..

-Merak etme, seni geç buldum hemen öyle bırakıp gitmem, dedi Yusuf..

Eşini teselli için kurmuştu o cümleyi.. İçi ürpermişti aslında.. Şaka yapıp ortamı yumuşatmak istedi...

Bir hafta sonra...

Sevgi kurstaydı.. Yusuf ise kitap okuyordu evde... Birden kalbine bir sancı girdi... Nefesi daraldı... Kalp krizi geçiriyordu Yusuf...
Okuduğu kitabın arasındaki kağıdı eline almaya çalıştı.. Ve birkaç saniye içinde canını teslim etmişti meleğe...

Sevgi eve geldiğinde Yusuf'un cansız bedenini görünce düşüp bayıldı..
Kendine geldiğinde yaşlı gözlerle yanına gitti... Dokunamıyordu hayat arkadaşına.. Öldüğüne inanmak istemiyordu... O sırada elindeki kağıdı gördü Yusuf'un..

Bir hadis vardı ve altında da bir not:

"Çocuğa güzel bir ad koymak, evladın baba üzerindeki hakkıdır.." [ Beyhaki ]

Oğlum olursa Yusuf, kızım olursa Fatıma...

Anlaşılan o ki, Yusuf ölümle ilgili hadis'i okuduktan sonra ölümün kendisine yakın olduğunu düşünerek bu hadis'i yazmış, kitabının arasına hazır etmişti...

Artık Yusuf yoktu..

Sevgi anne babasının tüm ısrarlarına rağmen kayınvalidesi ve kayınbabasının yanında ayrılmadı.. Yusuf onların tek çocuğuydu...
Kendisi de onları terketse kimsesiz kalacaklar, acıları daha da artacaktı.. Hem onların torunlarını taşıyordu karnında...

6 ay sonra...

Yusuf'un oğlu dünyaya geldi... Tıpkı Yusuf gibi pek güzeldi... Dedesi onu kucağına aldı...
Ezanını okudu kulağına...

Yaşlı gözlerle ve titrek bir sesle fısıldadı kulağına :

Hoşgeldin oğlum...
Hoşgeldin torunum...
Hoşgeldin ikinci YUSUF'UM...
YUSUF'UM..