Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz.
Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz.
Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz.
Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz.
Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.
Hastane Önünde İncir Ağacı
Komşusunun kızı ile beşik kertmesi olan bir genç vatani görevini yapmak için gittiği askerde vereme yakalanır. Hastalanan genç hava değişimi olarak memleketi Yozgat Akdağmadeni’ne gelir. Beşik kertmesinin ailesi vereme yakalanan gence kızlarını göstermek istemez. Gençde tedavi olmak için İstanbul’a gelir ve bir hastaneye yatar, genç duygulandığı bir anda hastanenin penceresinden gördüğü incir ağacından aldığı ilhamla hastane önünde incir ağacı türküsünü söyler. Kısa bir zaman sonra genç yakalandığı verem hastalığı yüzünden hastanede ölür. Gencin ailesi cenazeyi Yozgat’a getiremezler ve gencin cenazesi İstanbul’da kalır.
Hastane Önünde İncir Ağacı
Hastane önünde incir ağacı
Doktor bulamadı bana ilacı
Baştabib geliyo zehirden acı
Garip kaldım yüreğime dert oldu
Ellerin vatanı bana yurt oldu
Mezarımı kazın bayıra düze
Yönünü çevirin sıladan yüze
Benden selam söyleyin sevdiğim gıza
Başına koysun, karalar bağlasın
Gurbet elde kaldım diye ağlasın
MALATYALI FAHRİ KAYAHAN'IN UYAN SUNAM UYAN HİKAYESİ
Suna köyün en güzel kızıdır. Köyün zenginlerinden Mehmet Ağa sevmektedir Suna'yı. Suna da boş değildir Mehmet Ağa'ya, evlenirler haliyle. Lakin Mehmet Ağa'nın bir kötü huyu vardır, her akşam içmektedir. Evliliğin ilk akşamı Mehmet Ağa içip eve gelir, kapıyı çalar. Suna bakar kocası sarhoş, alır içeri, yemeğini yedirir, pijamalarını giydirir yatırır. Bu böyle 1-2 ay devam eder. Sonunda bir gün Suna'nın canına tak eder. Mehmet ağa o akşam gene sarhoş gelir kapıyı çalar. Suna açmaz. Mehmet ağa gene çalar, Suna'dan ses yok. Yarım saat çalar, kapı açılmaz. 1 saat çalar, yok. Çalmaya devam eder. Suna sonunda dayanamayıp kapıyı açar. 1 saatten uzun süredir kapıyı çalmakta olan Mehmet Ağa, Suna'yı karşısında görünce "bizde kapıyı geç açan karıyı makbul saymazlar" der, çeker vurur Suna'yı ve oracıkta sızar kalır. Sabah şafak vakti uyanır Mehmet Ağa, bakar çok sevdiği karısı yerde yatıyor, ölmüş. Hiçbir şey hatırlamamaktadır. "şafak söktü yine, sunam uyanmaz" diye başlar ağıt yakmaya.
Şafak söktü yine sunam uyanmaz
Hasret çeken gönül derde dayanmaz
Çağırırım sunam sesim duyulmaz
Uyan sunam uyan derin uykudan
Yarim İstanbul´u mesken mi tuttun
Yöre: Kayseri Kaynak: Anonim
Güz güneşi sarı sarı devriliyordu o ikindi üzeri de uzaklardaki mor dağların ardına. Elinde su testisi, köyün çeşme başında, sıraya girmişti. Yedi yıl önce beş altı yaşındaki kızlar şimdi varmışlardı on iki , on üçlerine. Düğün davulları aynı gün birlikte döğülen Hatça´yla Zalha´nın üçüncü çocukları koşup oynuyorlardı.Derin bir iç geçirdi.
Bir çocuğu olsaydı bâri. Oğlan değil, kızı. O zaman olsaydı şimdiye yedi yaşında. Çeşmeden su getirmese bile, evde aşa muşa el atar, ortalığı toplar, anasına can yoldaşı olurdu. Ama İstanbul gurbetinde yedi yıldır eylenen eri, istemezdi kız evlât. Erkek olmalıydı çocuğu. Erkek olmalı babası gibi bilekli, kocaman kocaman elli, ayaklı, kaşı gözü kudretten sürmeli. On yaşına varmadan, çifte çubuğa el atmalıydı. Yedi yıldır İstanbul gurbetinde eyleşen böyle isterdi oğlunu. Babasının soyunu sürdürmeli, köy çocuklarıyla dere kıyısında güleş tutup, kendi akranlarını yere kabak gibi vurmalıydı:
Gene derin bir iç geçirdi.
Yedi yıl, yedi koca yıldır İstanbul dedikleri güzeli bol, seyranı renkli İstanbul´da ne bekliyor da gelmek bilmiyordu? Sakın orda gül yüzlü, bal dudaklı, kara kaş kara gözlü bir güvercin göğsü topukluya... Ağlıyası geldi birden. Düşünmek istemiyordu bunu. O pençeli, o tuttuğunu koparan, o boylu poslu erkeğinin bir İstanbul kızına tutulup ondan dolayı sılasını unuttuğunu öğrense öldürürdü kendini. "Vallaha öldürürüm!" dedi içinden sert sert. "Günahı, vebali varsa ona. Kaba sakal hoca tevatür günah dediydi vaazda. Hele böyle bir şey olsun...."
Yanında bir karaltı. Kendine gelerek gözlerinin yaşardığına dikkat etti, sildi elinin tersiyle gözlerini.
Resullarin Emine anaydı gelen:
- Ne o kınalı kekliğim benim? dedi. Öksüzüm, yavrum. Ne ağlıyon? Telâşlandı:
- Yoook, ağlamıyorum nene...
Gün görmüş, umur sürmüş kırış kırış nene inanmadı:
- Ağlıyon kınalı kekliğim, sürmelim ağlıyon. Ben bilmem mi ne diye ağladığını? Vefasızın diktiği fidanlar meyveye geldi. Onunla gurbete gidenler yedinci sefer dönüyorlar sılaya. O nerde? Hani?
"Kınalı keklik" gene derinden bir çekti. Güneşin yarı yarıya derildiği mor dağlara baktı. Gözlerinden yuvarlananlara dur diyemiyordu gayri. Varsın aksınlardı Nene´nin dediği gibi, öksüze bu dünyada gülmek yoktu. Keten yelekli, burma bıyıklısı İstanbul gurbetinde belki de bembeyaz bir istanbul kızıyla unutmuştu sılasını. Dili de varmıyordu ama, unutmasa ne diye yedi yıldır dönüp gelmesin? Dönüp gelmedi diyelim, insan iki satır bir şeyler de mi yazamazdı? İlk gittiği aylar nasıl yazıyordu? Demek unutmuştu? Unutmuştu demek ha? Hıçkırdı. Genç, yaşlı kadınlar, ellerinin kınasıyla çiçeği burnunda kızlar toplandılar başına. Sormadılar hiçbir şey. Biliyorlardı. Sorup da ne diye yüreğini büstübün kaldırsınlar? Biri:
- Sus bacım, dedi. Sus! Bir başkası:
- Gözlerinden döktüğüne yazık!
Sağdan soldan herkes bir şey söylüyordu:
- El oğlu değil mi? En iyisinin köküne kibrit!
-Vallaha Amasyanın bardağı, biri olmazsa biri daha bence..
- En doğrusu bu ama....
- Dinlemiyor ki!
- Bu gençlik, bu tâzelik...
- Yedi yıl, yedi yıl anam. Dile kolay. İnsan eksik eteğini yedi yıl sılasında unutur mu?
Sıkıldı, bunaldı. Ağlamıyordu artık. Zaman zaman bu: Mâdem erkeği İstanbul gurbetinde yedi yıldır unutmuştu onu, o da varsın istidayı boşansın bir güzel, varsındı bir başkasına. Elini sallasa ellisi, başını sallasa...
Duramadı karıların arasında. Onüçünde bulup yitirdiği, yirmisine vardığı halde bir türlü geri dönemiyeni içinden bir sızı bir geçti. Testisini koydu çeşmenin iplik gibi akan suyunun altına. Testi dola dursun, gittiyse keyfinden mi gitmişti. İstanbul´a? Gözü kör olasıca yokluk. Düşmanına avuç açtıran yokluk yüzünden, birkaç para kazanıp öküzü ikileştirmek, birkaç dönüm tarla daha alıp babadan kalan bir kaç dönümüne eklemek için. O gece, o gece işte, nasıl yatırmıştı koluna! Nasıl okşamıştı saçlarını, neler demişti? İstanbul gurbetine gidecek, çok değil yazı orda geçirip, güze, olmazsa kışa koynunda desteyle para, dönecek. O zamana kadar bir de oğlu olmuş olursa, eh gayri, keyfine son olmıyacaktı!.
Başındaki beyat örtüyü çenesinin altında çözüp yeniden bağladı.
Yedi yıl, yedi koca yıl!
Kocasının isteğince bir oğlu olaydı bâri..
Testisinin dolup taşmakta olduğunun farkına bile varmadı: Bir oğlu olsa o zamandan bu zamana, altı yaşında mı olurdu? Bösböyük, palazlanmış delikanlı. Akranlarıyla dere kenarında güleş mi tutardı? Babası gibi pençeli olur da akranlarını yere kapak gibi mi vururdu? Ekimde tarlaya birlikte mi giderler, hasat vakti düveni birlikte mi sürerlerdi? Babasının kokusunu mu taşırdı?
- Kınalı keklik kaldın gene. Bak testin doldu, taşıyor!
Kendine geldi. İnsanoğlunun aklına şaştı. Gözleri testisindeydi güya. Testisinde olduğu halde, görememişti dolduğunu.
Çekti lülenin altından. Güldü acı acı.
Tuttu evinin yolunu. Tuttu ya, şimdi de aklından köyün yaşlıları, gençleri kaynaşmağa başlamıştı. Her kafadan bir ses:
- Deli anam deli bu!
- Doğru bacım, deli..
- Beni yedi yıldır sılamda unutacak da..
- Ben de hâlâ yolunu bekliyeceğim onu ha?
Sonra kafa kafaya, fısıl fısıl bir konuşma. Ah bu konuşma, ah bu konuşmalar... Evden içeri girerken, Dursunların Hacı´yı hâtırladı elinde olmıyarak. İnce, kapkara kaşları yıkıldı sinirli sinirli. Testiyi bıraktı kapının yanına, geçti pencerenin önünde dayandı duvara sağ omzuyla. Odada kimse yoktu, tek başınaydı ya, deminki karılar, kızlar, orta yaşlıların hayalleri doldurmuştu odayı. Alev saçan bakışlarıyla sanki topuna haykırdı:
- Dursunların Hacı, Kara Hacı başınızda parçalansın. Atın yerine eşeği bağlamıyacağım işte, bağlamıyacağım!
Kara Hacı da neydi ki sırma bıyıklı Ali´sinin yanında? Değil yedi yıl, on yıl dönmese sılasına, onu gene unutamazdı işte!
Güz güneşi çoktaan devrilip gitmişti mor dağların ardına. Gece iniyordu köye ağır ağır. Loş oda farkına varılmaksızın kararıyor, derinleşiyordu. Derken bu yandaki kapkara dağların ardından bakır kızılı kocaman bir ayın tekeri gözüktü. Sonra ağır ağır yükseldi göklere, ufaldı, bakır kızılını yitirdi, pırıl pırıl yanmağa, saz örtülü dumanlarıyla kerpiç evleri süslemeğe başladı.
Canı ne yemek istiyordu, ne de su.
Gel desen gelmez miydim? Şu güzellerin doldurduğu elmastan kadehleri ben dolduramaz mıydım?
Ali bakıyordu, sadece bakıyordu.
Oysa hem ağlıyor, hem söylüyordu:
- Ketenden yeleğini bile ben dikmedim miydi? Benim gibi bir öksüze dünyayı haram etmeğe nasıl kıydın? Yiğitliğine yakışır mıydı gurbette beklemek dayanacak özümün tükendiğini anlamadm mı?
Ali susuyor, boyuna susuyordu. Taştan ses çıkıyor, Ali´den çıkınıyordu. Sözlerinin ardını getirdi ağlıya ağlıya:
- İnsafsız yedi yıl oldu sen gideli, diktiğin fidanlar meyvaya geldi tekmil. Birlikte gittiklerinizin tümü yedişer sefer geldiler sılalarına. Buraların güzelleri çoktur ama sana yaramaz. Durmadın sözünde Ali´m. Sözünde durmayana erkek demezler biliyor musun? Kavlimizde gidip de dönmemek varmıydı vefasız?
Fakat Ali hiç ses vermeden bakmış bakmış, sonra çekip giderken duman olmuştu âdeta. Bağırmıştı ardından, bağırmış, bağırmış... Fakat Ali...
Uyandı. Güneş bir mızrak boyu yükselmişti Kalktı yaslandığı yerden:
- Hayırdır inşallah, dedi.
Kalktı usulcak, gitti kapıya, örttü, kalın tahta sürgüsünü itti. Ne olur ne olmazdı. Kara, kuru Hacı kötü dadanmıştı çünkü. Köy bakkalında kafayı çekip elinde saz, düşüyordu tek gözden ibaret evininin yakınlarına. Daha bir günden bir güne ne kapısına dayanıp böyle böyle demiş, ne de çeşmeye giderken, yahut da tarlanın yolunu tek başına tuttuğunda yolunu kesmişti. Kesmemiş, lâf da atmamıştı ama, köyün cadı karıları pek yakıştırmışlar onu Kara Hacı´ya! Yedi yıldır İstanbul´u mesken tutan vefasızını düşüne düşüne uykuya varıverdi. Dünya çoktan silinmiş, ay devrini tamamlayıp elini eteğini çekmişti dünyanın göklerinden.
Devrile kaldığı yerde mışıl mışıl uyuyordu.
Uykusunda düş.
Düşünde İstanbul gurbeti. Taşı toprağı altındandı İstanbul gurbetinin. Ali´sini aramağa gitmişti düşünde. Bulmuştu da. Güzellerin arasındaydı. Bir kıyıdan bakıyordu. Güzellerden biri dizine başını koyup uzanmıştı boylu boyunca. Bir başkası gümüş bir kupayla şarap veriyor, daha bir başkası da dudağından öpmeğe uzatıyordu dudaklarını.
O zaman, o zaman işte, gizlendiği kıyıdan çıkıvermişti. Ali şaşırmış, bırakıp güzellerini, koşmuştu yanına. Açmıştı ağzını Ali´sine, yummuştu gözünü:
- İstanbul´u mesken mi tuttun? Bu güzelleri gördün beni unuttun mu? Sılasına gelmeğe yemin mi ettin yoksa?
Yarim İstanbul’u Mesken Mi Tuttun
Yarim İstanbul’u Mesken Mi Tuttun,
Gördün Güzelleri Beni Unuttun,
Sılaya Gelmeye Yemin Mi Ettin.
Erzurum’da yaşayan Mehmet Revan’a gidip gelen kervancılardan biridir. Anasının da tek balasıdır. Tarlalarını ekip biçip yetiştirdiği ürünü de kervana katarak Revan’a satmaktadır. Bir alışkanlığı vardır Memet'in. Her akşam tarla dönüşü bahçelerden derlediği demet demet gülleri getirir anasına. Anayla oğul arasında bir simge gibi kırmızı gül demeti. Gülleri evinin duvarına asıp kurutuyor anası. Onlara baktıkça oğlunu görür gibi oluyor. Hele Mehmet kervandaysa. Gözü gönlü kırmızı gülün kurumuş, gazelleşmiş demetinde ananın. Revan yollarını düşlüyor hep. Kimi zaman kara saplanmış görüyor kervanı. Kan ter içinde uyanıyor. Hayra yormaya çalışıyor. Kimi geceler de toza dumana katılmış kervanın, atının eşeğinin devesinin bir toz bulutu içinde kayboluşunu düşlüyor. Bir hortum, yutuyor kervanı. Koca kervan döne döne göğe çekiliyor. Geride ne bir at, ne de bir deve, ne de insan kalıyor. Memet'i arıyor gözleri. Kara yağız, kaytan bıyık Mehmet, ellerini uzatıyor anasına. 'Tut ellerimi' diyor. Ama ne gezer. Anasının elleri boşlukta kalıyor. Sözün kısası günü gelip de kervan Revan’dan dönene kadar bu böyle sürüp gidiyor. Kervanın dönüşünü dört gözle bekliyor.
Ama sıtmaya yakalanan Mehmet yaşamını kaybedir ve bir çalının dibine gömüyorlar. Söylenecek sözleri, sevgiliye, anasına özlemiyle birlikte örtüyorlar üstünü. Kara toprak alıyor bağrına. Gençmiş. Sevenleri varmış. Anası yavuklusu yol gözlüyormuş. Ecel bu. Kimini sele, kimini yele verir. Memet'i de Revan'da vebayla yakalıyor. Sayıklaya sayıklaya gidiyor Memet. Kucak dolusu kırmızı güller elinde kalıyor. Sevgiliye özlemi de dilinde!. Artık bir çalıdır mezar taşı Memet'in!. Bir tek Memet değil vebaya teslim olan. Kervanın çoğu kırılıyor. Sahipsiz mezar oluyor Revan ' da. Kalanlar perişan. Utangaç. Yaşıyor olmaktan utanıyorlar sanki... Sanki ölenlerin sorumlusu ölmeyenlermiş gibi... Ağır ağır Erzurum'a giriyor kervan. Analar, bacılar, sevgililer, oğullar, eşler... Meraklı gözlerle karşılıyor kervanı. Aradığını bulan sarmaş dolaş. Gözyaşları hıçkırıklara karışıyor. Aradığını bulamayanlar, ilk rastladığına soruyor. ''Oğlum Mehmet'im nerede. Birlikte çıktınız kervana. Nerede kaldı''. Sen sen ol da gel yanıtla. "İlkin kusma başladı. Sonra da bir ateş. En son sayıklama başladı. Tüm sevdiklerini bir bir sıraladı. Titreye titreye sayıkladı. Yedi gün dayandı Memet. Sonra bir çalının dibine gömdük onu''. Gel de söyle bunu. Hem de anasına. Anadır, alıyor veriyor. Oluru yok. Diline kırmızı gülleri doluyor. Ol tabipten medet diliyor, olmuyor. Ver elini dağ yolları. Dilinde türküsü, gönlünde oğlunun hayali deli olup dağlara düşüyor. O'nu son görenler elinde bir demet kırmızı gül, dilinde şu türküyle dolaştığını söylüyor:
Kırmızı gül demet demet / Sevda değil, bir alamet / Balam nenni yavrum nenni /
Gitti gelmez ol muhannet / Şol Revan'da balam kaldı / Yavrum kaldı balam nenni.
Kırmızı gül her dem olmaz / Yaralara merhem olmaz / Balam nenni yavrum nenni /
Ol tabipten derman gelmez / Şol Revan' da balam kaldı / Yavrum kaldı balam nenni.
19.08.1964 tarihinde Nida Tüfekçi tarafından derlenmiştir. Rept. No: 1175. Hikayesi İsmail Karabay
KARYOLAMIN DEMİRİ TÜRKÜSÜNÜN HİKAYESİ
Kurtuluş savaşı yıllarında asker kaçağı olduğu tahmin edilen bir
kişi, bir kızla köyümüze gelmişlerdir. İkisininde nereleri oldukları ve
kimlikleri belli değildir. Erkek kızla imam nikahı yaptırmak istediğini
söylemiştir. Köyün imamı nikahı kıymış ama erkeğin gerdeğe
girebilmesi için yatsı namazını beklenmesi istenmiştir .
Evlenecek kız için bir gelin odası ve odada gelin, damat için
demirden karyola süslenerek hazırlamıştır.
Fakat yatsı namazı zamanı meydana gelen deprem, gelinin
bulunduğunu odanın yıkılmasına ve ismi ‘’Ayşe’’ olan gelinin
göçük altında kalarak ölmesine neden olmuştur.
Uğruna askerden kaçan damat, -kızı ailesinden kaçıran kişi-
sevdiği uğruna bu ağıdı yakmış ve ortalıktan kaybolarak bir daha
izine rastlanmamıştır. Civarlarda ağıt olarak söylenen bu ezgi
zamanla türkü ve oyuna dönüşmüştür.
Hikayenin geçtiği yer ÇaKale-Çan/Şerbetli ve civar köyleri olduğu
sanılmaktadır.
Bir başka rivayete göre, bir köyde ilk kez çeyizde yer
alan karyolanın, damadın hastalanmasıyla ölüm döşeğine
dönüşmesinden etkilenen ahalinin veryansınıdır.
Karyolamın Demiri Türküsü yöre olarak Çanakkalede derlenmiştir.
Ezgi olarak Çanakkale yöresi olmasına rağmen tüm türküye
de çok revaçta olup(tıpkı harmandalı zeybeği gibi) Egenin nerdeyse
tüm bölgesinde oyun olarak oynanır ve ezgi olarak düğünlerde çalınır.
Çanakkale yöresi düğünlerinde çeyiz almaya giderken oynandığı için diğer adı da
çeyiz altı olarak bilinir.
Erkek oyunu olarak “Yandım Ayşe” diye
oynanır ve ada taraflarında bu oyun
“Martinimin Demiri” diye de bilinir.
Derleyen:
Osman Özdenkçi- Emin Aldemir
Kaynak:
Saniye Can
Türkü Yöresi:
ÇanakkaleKaryolamın Demiri türküsü, Çanakkale,
Balıkesir, İzmir ve Manisa dolaylarındaki
Balkan muhacir köylerinde oldukça
yaygındır. Bununla birlikte Balkan
göçlerinden çok etkilenmenin bir
delili olarak söz konusu bölgede yerli
köyler tarafından da içselleştirilmiş ve
benimsenmiş bir türkü ve oyundur. Bu
türkü ve oyun, “Yandım Ayşem”, “Yangın
Ayşem”, “Yandık Ayşem”, “Yandı Ayşem”
gibi isimlerle de anılmaktadır.
Oyun zeybek adımlarına dayanmaktadır...
1.efsane...
Develi’den bir Türkmen obası Erciyes’in güney eteklerinde bir yaylaya çıkarlar. Bu obada ahlaki ve fiziki güzelliğinden dolayı Ağ (Ak) Gelin adı verilen bir gelin vardır. Kocası ve iki çocuğu ile beraber mutlu yaşarlarken kocası gurbete çalışmaya gitmiştir. Develi çevresinde yaşayan bir eşkıya güzelliği ile şöhret bulan Ak Gelin’e göz koymuştur. Sahipsizliğinide anlayınca bir gece obayı basarak kaçırmak ister.
Namus timsali Ak Gelin olayı anlar, gece karanlığında iki çocuğunu ve küçük sandığını yanına alarak, karışıklıktan da faydalanarak gizlice Erciyes’e doğru kaçar. Erciyes’in ortalarında öyle bir yere gelir ki ilerisi uçurum gidilmez. Geriye dönse eşkıya. Gözyaşları ve çaresizlik içerisinde ellerini açar ve Allah’a yalvarır:
-Allahım! Beni ve çocuklarımı ya taş et, ya da kuş.
Duası kabul edilir. İlk defa taş et dediği için onlar taş kesilir. Güneş doğunca oba sakinleri ve eşkıya; Ak Gelin, iki çocuğu ve çeyiz sandığının hayretle ve şaşkınlıkla taş kesildiğini görürler.
Günler sonra obaya dönen kocası olayı annesinden öğrenir. Koşarak ailesinin taş kesildiğini görür. Uzaklardan bir ses duyar:
-Yiğidim namusunu bir eşkiyaya çiğnetmedim. O eşkiyadan ahtımı koma.
Bu ses Ak Gelin’in sesidir. Delikanlı taş kesilen ailesine bakarak:
-Alırım ahtını, koymam Ak Gelin diye haykırır. ”
Türk milletinin gönlünün sesi olan Dadaloğlu, Ağ Gelin türküsünde de kendini göstermiştir. Dadaloğlu tarafından söylendiği belirtilen Ağ Gelin’in, Kaman’da söylenen bir hikayeside şu şekildedir. Ağ Gelin’in gerçekte Hamitli Cerit kızı olduğu, aynı zamanda da Dadaloğlu’nun karısı olduğu belirtilmektedir. Dadaloğlu eve gelmemiş, karısına bakmamış. O da aşiretine dönmüş. Hamit’e yerleşmiş. Dadaloğlu Uzun yıllar karısını arayıp sormayınca O da evlenmiş. İş işten geçtikten sonra Dadaloğlu çıkıp gelmiş. Yanmış yıkılmış oba oba gezip çalıp söylemiş. Kaman’da Mamalı Değirmeni’nde bir bağ evinde öldüğü söylenen Dadaloğlu’nun Tomarza İlçesi Dadaloğlu Kasabasında da mezarı bulunmaktadır.(alıntı)
2.efsane:
Anlatıldığına göre: Yozgat yöresinde köyün birinde güzeller güzeli bir kız yaşamaktadır. Bu kıza genç bir delikanlımız âşık olur. Aşkları çevrede duyulur ama her iyinin bir de kötü taliplisi vardır. Kötü kalpli denilecek bir kişi de kıza talip olur, hatta zorla evlenme isteğinde bulunur. Buna kız ve ailesi karşı çıkar. Kötü kalpli adam bu kızı gerekirse zorla alacağını sağda solda anlatmakta, kızın ailesini tehdit etmektedir.
Kızın ailesi elini tez tutup aşıkların evlenmesi için düğünü başlatır. Düğün biterken oğlan başka bir yerde ikamet etmek üzere düğün alayını yola çıkarır. Bunu duyan kötü adam ekibini toplayıp düğün alayının peşine düşer ve bugünkü Cehrilik denilen mevkide (Yozgat Nohutlu Tepesi arkası) önünü keser. Düğün alayının erkekleri öldürülür, gelin ve damat yakalanmak üzeredir. İşte o acılı anda kız ellerini kaldırıp Allah’a dua eder,
“Allah’ım bizi bu eşkıyalara teslim etme. Ya taş et, ya kuş et!” Darda kalanın duasını Mevla kabul edermiş. Kız kalan ekibiyle, develeriyle birlikte taş olmuş. Gözlerinden akan yaşlar Cehrilik’e dökülmüş. Kırmızı-sarı lalelere dönüşmüş. Güvey beyaz bir güvercin olup göklere uçmuş. Efsaneye göre her yıl Mayıs ayında Cehrilik dönmekte gelini ziyaret etmekteymiş. Yozgat’ın avcıları da bu güvercinlere asla kurşun atmazlarmış.
Gelin Kayası’nın hikayesi bu mealdedir. Efsane anlatıla anlatıla günümüze kadar gelmiş hüzünlü hikayesi sevdalı yürekleri dağlamıştır. Gökte uçan güvercinler damadı, bölgedeki kayalar da gelin ve gelin alayını canlandırmaktadır. Gelin Kayası önde, gelin ayakta, develer oturmuş halde, diğerleri çevreye dağılmış durumdadır. Bu kayaları halk kızın çeyiz sandığına ve çeyiz heybesine benzetir. Bölgeyi gezen herkes bu acıklı hikayeyi mırıldanır. (alıntı)
Aman Ormancı Türküsünün Hikayesi
Yöresi: Muğla
Yıl 1946, aylardan Temmuz. Muğla’nın Geneves ve Kozağaç köyleri civarındaki ormanlarda bir yangın çıkar. Yangın kısa sürede kontrol altına alınır. O sırada Mustafa adlı bir şahıs ve Geneves köyünün muhtarı Tevfik isimli iki dost Belen kahvesinde oturmuş, dama oynamaktadır. Tevfik, yörede herkes tarafından sevilmektedir.
Orman koruma ve bakım memuru olan Sarı Mehmet, etrafı çevrilen yangının kontrolden çıkmaması için Belen kahvesine gelerek Tevfik’ten bekçi ister. Tevfik, iş zamanı olduğu için bekçiyi vermek istemez. Bu konuda ormancı, tuttuğu zaptı Tevfik’e imzalatmak ister. Ancak Tevfik oyunun kritik bir anında olduğundan belgeyi imzalamaz. Ormancı kızar ve 03nın oynanan masayı devirir. Mustafa, araya girer, masayı düzeltir, ormancıyı “Sen sarhoşsun. Çek, git.” diyerek uzaklaştırmak ister. Ormancı ise işi inada bindirir, bir kez daha yıkar masayı. Bu kez Mustafa ile tartışmaya başlar. Mustafa sinirlenerek ormancıyı tokatlar. Ormancı kamasını çıkardığı gibi Mustafa’yı kolundan yaralar. Bunun üzerine Mustafa silahım çeker, tam ateş edecekken Tevfik araya girer ve kurşunlar ona isabat eder. Mustafa, Tevfik’le ilgilenirken ormancı kaçar. Köylüler Mustafa’yı yatıştırır ve silahını elinden alırlar. Muhtar Tevfik Muğla Devlet Hastanesi’ne kaldırılır; kurtarılamayarak ölür. Türkü, bu olay üstüne yakılır.
Ormancı Türküsünün Sözleri
Çıktım Belân kahvesine baktım ovaya
Ferayi'dir Kızın Adı Milas, tarih boyunca iki uygarlığa başkentlik etmiştir. İlkin Halikarnassos'tan (Bodrum'dan) önce Karya Krallığına; daha sönra da Menteşe Beyliğine.
Menteşe beylerinden Yakup'un oğlu İlyas, av meraklısı,dağlar sevdalısıymış. Silahını omuzladığı gibi,dağlara düşermiş. O dağ senin, bu dağ benim. Hani,bizim Muğla'mızın dağları da dağdır ha. Adam, avcı olmasa bile aç kalmaz Muğla dağlarında. Mevsimine göre
çıntar (mantar) toplar, közde kebap edip yer.Mersindi, çilekti, geyik elmasıydı, haruptu, incirdi;doyurur karnını. Sözün akışını değiştirmiyelim; İlyas Bey'den anlatıyorduk: Bu İlyas Bey, bir ilkyaz günü Muğla dağlarında av ardında koşuyormuş. Göktepedolaylarında olacak; dünya güzeli bir Yörük kızınarasgelmiş. Bilinir ki; Yörükler yazı yaylada, kışı yazıda (ovada) geçirirler. İlyas Bey; bu becene(ıssız) dağ başında bir güzeller güzeliyle karşılaşıncaşaşırmış:
- İn misin, cin misin? diye sormuş. Kız:
- Ne in'im, ne cin! Sencileyin bir insanım.
- Peki, ne arıyorsun bu dağ başında?
- Kuzularımı, oğlaklarımı güderim. Ya sen?
- Ben mi? av avlayıp kuş kuşlardım ki; bugün bahtımkarşıma seni çıkardı. Adın ne senin?
- Ferayi.
- Ferayi. Ferayi. Ferayi...
- Benim Türkmen adımı Beyenmedin yalım "galiba"?
- Yoo. Çok Beyendim de, Beyendiğimden, düşürmem adını dilimden.
- Ya senin adın ne? Neyin nesi, kimin fesisin?
- Adım İlyas. Yakup beyin oğlu.
- Ooo. Beyimizin oğlu beyimiz onurlandırmış obamızın
konduğu yerleri. Ne mutluluk canımıza. Hadi,
çadırımıza buyur da, bir tas ayran sunayım sana.
Açsındır, çökelek çıkarayım.
İlyas Bey, Ferayi'nin sunduğu çökeleği bazlamaya sarıpyemiş, tas tas ayran içmiş. Bir yadan da, Ferayi'yle evlenmeyi kafasına koymuş, içini açmış:
- Benle evlenir misin Ferayi?
- Bunu anam-atamla konuşman gerek bey..
İlyas Bey dönmüş Milas'a. Anasına iletmiş kararını:
- Ana can, hep, benim evlenmemi ister durursun değilmi?
- Hemde nasıl! Hayrola, buldun mu yoksa gönlünün sultanını?
- Buldum ana. Senden dileğim odur ki; dileğimi bey babama açasın.
- Olur oğul. Kim ki gelinimiz olacak kız?
- Göktepe'de oba kurmuş Yörük kızı Ferayi.
Yakup bey, adamlarından birkaçını yanına alıp, varmış, Ferayi'nin obasına. Hoş-beşten sonra da çıkarınış ağzında baklayı:
- Gelişimiz şundandır ki; diye söze başlamış...
"Bahçenizdeki gülü dermeye geldik, sizinle kardeşlik olmaya geldik...
Oğlum bir Beyenmiş Ferayi'yi, ben iki Beyendim..."
Bey bu, sözü buyruktur. Ferayi'nin babası da mırın-kırın etmemiş:
- Civan oğlun İlyas'a kız vermek, obamıza şan verir,demiş.
Düğün hazırlıklarına tezelden başlanması kararlaştırıldıktan sonra konuklar daha oturmamışlar.Muştuyu İlyas'a ve halka vermek için, Milas'a doğru yola koyulmuşlar.
Onlar obadan uzaklaşırken, Ferayi'nin ağabeyi Mıstık dönmüş sürüyü yaylatmaktan.
Neler olup bittiğini sormuş babasına. Babası:
- Obamızın başına devlet kuşu kondu oğul! diye girmiş
söze; "Yakup Beyoğlu İlyas Bey, bacın Ferayi'ye gönül
koymuş ki; babası Ferayi'yi istemeye gelmiş..."
Mıstık:
- O İlyas olacak beyoğlu Ferayi'yi nerde görmüş? demişve "Anlaşılan Ferayi onunla yavuklanmadan(nişanlanmadan) görüşmüş. Ben bunu ar ederim. İlyaskendine başka kısmet arasın" diye eklemiş. Nice ısrar etmişlerse de, "nal" demiş, "mıh" dememiş Mıstık.
- Ferayi, bakmış ki başka yol yok; haber salmış İlyas
Bey'e:
"- Beni falan gün Kanlı Kapuz'un (kanyonun) ağzında bekle. Ben çeyizimi sarı mayaya (dişi deveye) yükler gelirim. Ordan da kaçarız birlikte..." İlyas Bey,atlamış atına, kavil (buluşma) yerine doğru yola düzülmüş. Gelin görün ki; Mıstık sezmiş olan biteni. İzlemiş Ferayi'yi. Kanlı Kapuz'un başında yakalamış.
"Demek İlyas'la kaçacaksın ha?" diyerek, çekmiş bıçağını, delik-deşik etmiş biricik bacısını. Sonra da kendini, kapusun kara derinliklerine atmış. İlyas bey kavil yerinde, çeyiz yüklü sarı mayayı başıboş görünce, yüreği ağzına gelmiş. Az sonra da Ferayi'nin,al kanlar içindeki ölüsünü bulmuş. Bunun üzerine İlyasBey ne yapmış, bilmiyoruz. Bildiğimiz bir yey var:
Halk usta, bu acılı öyküyü türküleştirmiş, dünya durdukça çığrılsın; sevenlerin arasına kimse girmesin diye:
Kayseride annesi ile yasayan genc kız Kayseri iline baglı gesi kasabasına gelin gider ozamanın sartlarında ulasım zor oldugu için genç kız kayseriye gidip gelemez ve annesine olan özlemi onu cok üzer kocası vurdum duymaz gamsız birisidir genc kızla hic ilgilenmez kaynana ise despot ve kötü birisidir geline yapmadık eziyet bırakmaz aradan zaman gecer ve bir cocukları olur cocuğu ile avunmaya çalışır ama nafile annesine olan özlemi birtürlü dinmemistir annesinden hic haber alamadıgı için cok üzülmektedir.aylar yıllar geçer ve kötü haber gelir annesinin öldügünü ögrenen gelin üzüntüsünden gesinin güzel bagları arasında hem aglar hem de gesibagları türküsünü söyleye söyleye dolaşır durur.türkünün bilinen 64 beyiti derlenmiştir. Kaynak: Ahmet Gazi Ayhan
Öykünün hikayessi
Kızık ve çevre köylerde Kurban Bayramı’ndan bir gün önce/Arife günü akşamı, halk söyleşiyle “Arifeyi Kovalama/Bayram karşılama eğlentisi yapılır. Bu nedenle kırma tüfekle havaya ateş edenler, tabanca sıkanlar olur. Aynı gün akşam olayda yaşamını yitiren kişi ekin biçmeden gelip, köyün çeşmesinin yanındaki evin duvarına yaslanmıştır. O sırada Hüsgülü ve Hıdır Hocanın ellerinde tabanca bulunmaktadır. Hüsgülü tabancayı ateşleyemeyince Hoca elinden tabancayı alır, ağzını yere tutarak ateş etmek ister. Tabancada kalan mermi ateş alır ve duvara yaslanmış olan yorgun Hıdır’ın (Aligüttüğün Hıdır) sol tarafından/kalbinden içeri girer kurşun. Bir süre sonra da orada ölür. Otopsi yapılır ve kurşun çıkarılır. Olaydan sonra orada bir kırgınlık başlar. Meseleyi kapatmak için Hıdır Hocanın kızını, vefat eden Hıdır’ın oğlu Mustafa’ya verirler. Ortalık yumuşar ve mesele böylece kapanır. Çevrenin tanınmış halk şairlerinden Eymirli Âşık Bektaş Kaymaz bu olay ve çevredeki benzeri olaylardan esinlenerek ağıt yakıp söylemiştir.
Âşık Bektaş’ın söylediği dörtlükler şunlardır:
Aşağıdan gelir omuz omuza
Çiğdem de karışmış güle nergize
Benden selam olsun o vefasıza
Küğre bayramınız karalı geldi
Yorgun argın geldim orak biçmeden
Köyün çeşmesinden bir su içmeden
Yağlı kurşun gitmez ciğer deşmeden
Küğre bayramınız karalı geldi
Çağıla yaslandım cigaram içem
Yağlı kurşun gelir nereye kaçam
Kanadım yoktur ki havaya uçam
Küğre bayramınız karalı geldi
Çekin kıratımı gidelim hana
Söyleyin kirveme küsmesin bana
Bir bayram gününü çok gördü bana
Küğre bayramınız karalı geldi
Başımda ağlaşır gelinler kızlar
Sağ yanım ellemen sol yanım sızlar
Küğrem mapushane yolunu gözler
Küğre bayramınız karalı geldi
Denizin Dibinde (Hatçem) HİKAYESİ
Burdurdan Antalyaya doğru giderken yaklaşık 38 km. uzaklıkta bulunan Arvallı, yeni adı ile Bağsaray köyünde geçer hikaye.
Hikayeye göre Hatçe isminde bir güzel kadın köyün meydanındaki duvarında çift oluklu pınar bulunan bir evde oturur. Türküde sözü geçen pınar bu pınardır.
Hatçe güzel ve alımlı bir köy güzelidir. Köyün çobanı Hatça’ya gönlünü kaptırır. O da çobanı sever. Ne var ki Hatçe evlidir. Kader onları bir türlü bir araya getirmemiştir. Her ne kadar olumsuzluklar çok olsa da aşklarına engel olamazlar ve bir zaman sonra birlikte kaçmaya karar verirler. Çobanla birlikte kaçarak Antalya’ya yerleşirler. Yaklaşık 5 ay sonra yakın bir köyde (Kayış) de buna benzer bir olay gerçekleşir ve İbrahim Can isimli mahalli sanatçı bu türküyü yakar.
Evlerinin önünde pınarlar harlar
Hatçam çıkmış pencereye ay gibi parlar
Ben Hatça’yı yitirdim de dumanalı dağlar
Gözlerimin pınarları durmadan çağlar
Ovalara duman çökmüş göremedin mi
A kız kendi saçını öremedin mi
Alçaklara karlar yağmış yükseklere buz
Gel sarılalım gaçalım ince belli kız
Denizin dibinde Hatçam demirden evler
Ak gerdanın altında da çiftedir benler
O kınalı parmaklar da o beyaz eller
Yolcuyu yolundan eyleyen dilber
Dalga dalga dalga dalga dalgalanıyor
Hatçayı görenler sevdalanıyor
Üçünü de beşini de Hatçam onuna
Ben de yandım Hatça’mın basma donuna
Yüce dağ başına Hatçam ekin ekilmez
Yağmur yağmayınca Hatçam kökü sökülmez
Ellerin köyünde Hatçam kahır çekilmez
Doldur ağıları içelim Hatçam
Varman kızlar varman kirli çobana
Çoban evde durmaz gider yabana
Ovalara duman çökmüş göremedin mi
Akız kendi saçını öremedin mi
Arvallı dedikleri bir büyük şehir
Şehir oldu bana her zaman zehir
Çok dediler arkadaşlar yar senin değil
Doldur ağıları içelim Hatçam
Yüce dağ başında Hatçam harmanın mı var
Harmanı kaldırmaya dermanın mı var
Hatçam beni öldürmeye fermanın mı var
Doldur ağıları içelim Hatçam
Kayseri yörelerindeki köylerden birinde cevizi dutu boy sulak bir beldede genç bir kızı biriyle nişanlamışlar. Fakat kızın yaşı genç erkekten daha büyükmüş.. Hatta bıyıkları bile yeni terlemiş.. Kızla başbaşa kaldıkları zaman sıkılır, aklı sokaktaki arkadaşlarında, cebindeki cevizlerle oynarmış.
Genç kız bu durumdan hoşnut değilmiş.Bir de zaman savaş zamanı.. eli silah tutan bütün gençler savaşa alınmış. Ölen ağbisinin nüfus cüzdanını kullanan kendisine yeni cüzdan çıkarılmayan yeniyetme delikanlıcık da bu savaşın ortasına düşmüş.. Gitti gider.. Bir daha da geri dönememiş.. Şehitlik haberi gelmiş.. Bu türkü de o zaman yakılmış.
Ceviz Oynamaya Mı Geldin Odama,
Nişanlın Da Bu Mu Derler Adama,
Dayanamam Senin Kara Sevdana.
Aman Aman Olmuyor,
Eş Eşini Bulmuyor.
Kara Yağız Genç Oğlan,
Niye Gönlün Olmuyor.
Asker Bayrağını Burca Diktiler,
Küçücük Yarimi Asker Ettiler,
Ben Doymadan O Yari De Alıp Gittiler
Aman Aman Olmuyor,
Eş Eşini Bulmuyor.
Kara Yağız Genç Oğlan,
Niye Gönlün Olmuyor.
Asker Oldu Yarim Gitti Kışlaya,
Ben Beklerim Yarim Gelsin Sılaya,
Ben Ölmeden O Yari De Bana Yollaya.
Aman Aman Olmuyor,
Eş Eşini Bulmuyor.
Kara Yağız Genç Oğlan,
Niye Gönlün Olmuyor.
1839 yılında Aden'i ele geçiren İngiltere Yemen halkını Osmanlı yönetimine karşı kışkırtmaya başladı. 1871'deki Yemen isyanını bastırmak için İstanbul hükümeti bir ordu gönderdi. Harekat 1873 yılına kadar sürdü. Bir çok vatan evladının kanı pahasına isyan bastırıldı.
Yemen'in dağlık kesiminde yaşayan Zeydiler, Osmanlı Devleti'ne düşmandılar. Kendi imamlarının yönetiminde yaşamak istediklerini öne sürerek 1889 yılında isyan ettiler. Hicaz valisi Müşir Ahmet Feyzi Paşa tarafından bastırılan isyan neticesinde Feyzi Paşa Yemen'e hakim oldu. Bir süre temin edilen asayiş, 1895'te Zeydiler tarafından çıkartılan ikinci bir isyan ile tekrar bozuldu. Hüseyin Hilmi Paşa'nın komutasındaki Osmanlı ordusu iki yıl süren şiddetli mücadele sonunda isyanı bastırabildi. Yemen'de otoritesi zayıflayan Osmanlı, zaman içinde burayı terk etmek zorunda kaldı.
Tarlalarda biter kamış
Uzar gider vermez yemiş
Şu Yemen'de can verenler
Biri Mehmet biri Memiş
Kışlanın önünde çalınır sazlar
Gözlerim ağlıyor yüreğim sızlar
Yemen'e gidene ağlıyor kızlar
Tez gel ağam tez gel eğlenmiyesin
İngiliz hayındır güvenmeyesin
Arap dilber çoktur evlenmiyesin
Karasu uzanır sıra söğütler
Yüzbaşım oturmuş asker öğütler
Yemen'e gidiyor baba yiğitler
Kışlanın önünde redif sesi var
Açın çantasına bakın nesi var
Bir çift potin ile birde fesi var
Tüfekler çatıldı kaşlar çatıldı
Ağam mavzer-ilen öge atıldı
Alkanlar içinde kuma yatıldı
Tez gel ağam tez gel dayanamirem
Uyku geflet basmış uyanamirem
Ağam öldüğüne inanamirem
Yemen savaşlarında Anadolu'dan gönderilen vatan evlatları çok kayıplar verdiler. Yemenlilere Türk askerinin koynunda Osmanlı parası aratan İngilizler, para çıkmayan şehit düşmüş Türk evlatlarının karnını yardırıp sarı lira arattılar. Yemen, Anadolu insanı tarafından gidip geri dönülmeyen, adeta bir cehennem olarak nitelendirilmeye başlandı. Anadolu yiğidi buralarda Arabın ihaneti, açlık, mühimmatsızlık nedeniyle eridi gitti. Birçok gelin, kız, sevdiğini, ana-baba fidan gibi evlatlarını bu hain topraklarda yitirdi. Küçük körpe yavrular babasız kaldı. Yukarıdaki türkü o günleri yaşayan Anadolu insanının yüreğinde kopan bir acı feryattır.
Bu mesaj 1 defa düzenlendi, son düzenlemeyi yapan "lale_zar" (26.04.2016, 16:34)
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk her söylenişinde duygulandığı ve en sevdigi Türkülerden olan Türkünün hikayesi "Anadolu çocuklarının ne işleri vardı Yemen çöllerinde? Oraya gönderildiklerinde belki yeni evliydiler. İçlerinden birinin şansı yaver gider de geri dönebilseler kendisi ve eşi yaşlanmış, çocuğu kızsa gelinlik çağa gelmiş, e...
rkekse koskoca delikanlı olmuş bulurdu. Bütün bunlar ne içindi? Yazık günah değilmiydi evlatlarımıza? "dediği Muş Türküsü hakkında herhangi bir araştırma yapılmadan "Yemen Türküsü" adıyla Yemen'e mal edilerek, Türküde geçen "Burası Muştur..."kısmının "Burası Huştur..."diye söylenmesi ile Kamu oyu yanlış bilgilendirilmektedir. Ve Türkümüzü arap Türküsü olarak göstermek istenmektedir. Oysaki kamu yayıncılığının
temsilcisi ve devletimizin en saygın kuruluşlarından olan TRT arşivleri incelendiğinde;ve eski emekli bir generalin araştırması sonucu gercekler ortaya çıkmıştır.
Acılı,elemli ve yaslı bir Türkünün öyküsüdür bu.
Tarihi bilinmez. Aslında bilinir de herkes kendine göre değişik bir tarih söyler. Ama biz olayın gerçek yüzünü olaya yaşayan ve anlatanların diliyle Türküyü dönüştürüldüğü biçimiyle anlatalım. Anlatılanlara göre o tarihte osmanlı yemen çöllerinde zorlu bir savaşa tutulmuştur.divanlar kurulur,savaş ve şartları haftalar boyu tartışılır durulur.sonunda çözümün
yemen ellerine vilayetlerden birinde oluşturulacak bir alayla gidilmesinin mümkün olduğuna karar verilir.Düşünülür ki;bir tek vilayetten birlik oluşunca bunlar hep akraba ve hısım olacakları için birbirlerine bağlılığı ve dayanışmaları ile savaş alanında kaçmaları söz konusu olamaz.Haberler salınır.Osmanlının dört bir yanından uzun beklemelere karşın istekli çıkmaz bu oluşuma.Aslında istek olmasına olurda osmanlının istediği gibi olmaz.değişik vilayetlerden çıkan bu gönüllü sayısıda yeterli olmaz.
Bu sırada Muş'dan Bulanık,Malazgirt ve Varto'dan bir ses yükselir osmanlıya;"hepimiz varız,gönüllüyüz Yemen çöllerine gitmeye"
Osmanlıya haber iletilir.Yetkililer bakar sayı yeterli,karar verilir ve yemen çöllerine Muş'dan oluşturulanbir redif alayı gönderilir.Yemen'E gidilmesine gidilir ama,hiçbiride geri dönmez.işte bu Türkü gidipte gelemeyen o isimsiz kahramanlardan Muş'a kalan sevgilisinin sesi,özlemi,elemi ve de acısıdır.
Havada bulut yok bu ne dumandır
Mahlede ölüm yok bu ne şivandır
Bu yemen elleri ne de yamandır
Ano Yemen'dir gülü çemendir
Giden gelmiyor acep nedendir
Burası Muş'tur yolu yokuştur
Giden gelmiyor acep ne iştir
Mongokun suları ovaya akar
Ağam asker olmuş yüreğim yakar
Gözlerim kan çanak ağama bakar
Gider isem ağam sana köleyim
Cemalin bir gülsün ben de geleyim
Yemen çöllerinde senle öleyim
Şafağın atmışta terkisin bağlar
Yavuklunun oturmuş için kan ağlar
Hasretin dayanmaz bostanlar bağlar
Saçımın telini edem hedayet
Günahım yoğtur ki dilem nedamet
Muş'tan başka yoğmu burda velayet
Kışlanın önünde çalınır sazlar
Gözlerim ağlıyor yüreğim sızlar
Yemen'e gidene ağlıyor kızlar
Tez gel ağam tez gel eğlenmiyesin
İngiliz hayındır güvenmeyesin
Arap dilber çoktur evlenmiyesin
Karasu uzanır sıra söğütler
Yüzbaşım oturmuş asker öğütler
Yemen'e gidiyor baba yiğitler
Kışlanın önünde redif sesi var
Açın çantasına bakın nesi var
Bir çift potin ile birde fesi var
Tüfekler çatıldı kaşlar çatıldı
Ağam mavzer-ilen öge atıldı
Alkanlar içinde kuma yatıldı
Tez gel ağam tez gel dayanamirem
Uyku geflet basmış uyanamirem
Ağam öldüğüne inanamirem