“Halk arasında “Şansım yâver gitti”, “Şans bana güldü”, “Şansım yardım etti”, “Şanslı olarak dünyaya gelmişim” gibi tâbirler müsbet mânâda, işi yolunda olan, aksiliklerle karşılaşmayan kimseler tarafından; “Bizde şans mı var”, “Şanssızın biriyim”, “Şansım olsaydı bu hale düşmezdim” gibi sözler de menfi mânâda sık sık tersliklerle karşılaşan, hayatını tesadüflere bağlayan kimselerce kullanılır. Toplum içinde de “şans” kelimesi daha çok kumar, piyango, toto gibi çevre ve kuruluşlarca tekrar edilir. “Şansınızı deneyin”, “iyi şanslar” bunun için tekrarlanır.
“Şans” müsbete kullanıldığı halde, daha çok “menfî” için kullanılır. “Şans”a güvenen, ümit bağlayan kişinin nasıl bir düşünce ve psikoloji içinde bulunduğu şans mefhumunun mahiyetini anlatmaya kâfidir. “Şans”la iş görmeye başlayan insan kendisini boşlukta hisseder, tesadüflere inanır, sabah-akşam kalbini, ruhunu, hattâ hayatını bir stres, bir heyecan, bir telâş içinde bırakır. İstediği olmaz, arzu ettiği netice çıkmazsa huzursuz olur,sıkıntıya kapılır, morali bozulur, günlerce o hâlin ezikliğinden kendisini kurtaramaz.
Bu durumdaki bir insan kendisini neden bu derece “şans”a kaptırmıştır? Sebebi gayet açıktır. Anne sütünden mahrum olan çocuk nasıl yalancı naylon memeye sarılırsa; bu kişi de “kader, tevekkül, kısmete rıza” gibi gerçek dayanak noktalarını bilemediği, göremediği için “şans” gibi mevhum, belirsiz, boş bir yere dayanmıştır.
Halbuki İslâmiyet insanları hiç boşlukta bırakmamıştır. Onların boş şeylere, mahiyeti meçhul dşüncelere kapılmasına müsaade etmemiş, meydan vermemiştir. İslâmda “şans, talih” gibi sözlerin yeri yoktur. Dinimizde “kader vardır, tevekkül vardır, Allah’ın gelene rıza vardır.” Bunun da kaynağı îmandır. Mü’min, Allah’a îman eder, kadere boyun eğer, hâdiseler karşısında bocalamaktan kurtulur, ne ile karşılaşırsa karşılaşsın îmanın kuvveti ve nuru ile onları aşar. “^İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder” sözünden de anlaşılacağı gibi îman eden insan tek güç ve kudret sahibi olarak allah’ı “bir” bilir. Ona teslim olur. Ona tevekkül eder, sırtını o kudrete dayar; neticede de iki dünya mutluluğuna kavuşur.
İmanlı insan güçlüdür, “kâinata meydan okuyabilecek” bir cesârete sahiptir. Kendisini yoktan var eden, dünya gibi yaşayacağı bir âlem hazırlayanp hayat, sıhhat, huzur gibi madde ile ölçülemeyecek nimetler ihsan eden, sâdece dünyayı değil, güneşi, milyarlarca yıldızı, kâinatı elinde tutan bir Rabbinin olduğuna inanır. Yaratıcısının kendisini boş yere yaratmadığını bildiği gibi, boşlukta bırakıp bir “tesadüf” oyuncağı halinde bırakmadığını da bilir. Dünyaya ilk göz açtığından, hayata gözlerini kapayıncaya kadar geçen ömür, dakika ve saniyelerinin Allah tarafından bilindiği, programlandığı ve tespit edildiği inancını taşır. Bununiçin tesadüfe inanmaz, bel bağlamaz, ona dünyasında yer vermez.
Başına iyi de gelse, kötü de gelse Allah’ın bilgisi altında olduğunu idrak eder. Hep gayreteni harcar, bütün vesile ve sebeplere başvurur; sonunda kendisini, kendisinden daha iyi bilen ve düşünün Yaratıcısına tevekkül eder, neticeyi ondan bekler. İlâhî programda (kaderde) ne varsa onun tecellisine razı olur.
Fakat, tevekkül etmeyip, “tesâdüf” ve “şans” içinde çırpınan insan öyle mi? O, ya elinden geleni yapmaz, hiçbir güç sarfetmez veya bunları yapsa bile bir Kudrete dayanmaz; neticede ne olur? “Kâinatın dilenciliğinden”, yâni herşeye, her gördüğüne el, avuç açmaktan, güç farz ettii şeyler karşısında acze düşmekten, “hâhideseler karşısında titremekten”, “hodfuruşluktan”, yani kendisinde birşeyler tevehhüm etmekten, “maskaralıktan”, “şekavet-i ebediyeden”, yani ebedî hayatı kaybetmekten “tazyikat-ı dünyeviyye hapsinden” kurtulamaz.1
İşte tevekkül, Allah’a güvenme ve ondan gelene rıza gösterme gibi duyguları zayıf olan kimseler şansa, yıldızlara, burçlara, talih gibi lüzumsuz, mânâsız ve boş şeylere bel bağlar, “yıldızı düşükmüş”, “yıldızı yüksekmiş” gibi bâtıl inançlara saplanır.
1. Sözler, s. 292-2.
Mehmed Paksu
Sorularla islamiyet.
---------------------------
Son günlerde “şans” oyunlarının dindeki yeri tartışılmakta, kimi cenahça “dinen haram olduğu” , kimilerince de “bunun kumar olmadığı, kimsenin yuvasını batırmadığı, hatta toplanan paralarla ilgili idarenin okul vs. hayır işleri yaptığı” söylenmektedir.
Kanımca, bu meselenin en zararlı yönü insanların hayatı algılamasında “şans – tesadüf” gibi kavramlara inanmalarını pekiştirmesidir.
Kazananların çoğu, “şansım yaver gitti” diyecek, kaybedenlerin çoğu da “şansım yok” diyecektir.
Halbuki hayatta tesadüfe yer ve imkan tanımak Allah’ın alemler üzerindeki mutlak kontrolünü / gözeticiliğini inkar etmek demektir.
İşin nasıl gerçekleştiği hususundaki tartışma ayrı bir konu olmakla birlikte, Yunus’un kura meselesi de işin şansa değil, takdire bağlı olduğunu göstermektedir.
Rızkın dağıtım ve takdiri de Allah’a aittir. Şanş veya tesadüf gibi kavramlar rızkın dağıtımında etkin değildir. Bu türlü yaklaşımlar, rızkın talep edilebileceği örnek yahut uygun yollar da değildir.
Milli Piyango idaresinin elde ettiği gelirle yaptığı güzel işler de gözden kaçırılmamalı. Sonuç olarak , birilerinin bu türlü etkinlikler sebebiyle yuvası batmıyor ama asli görevlerini yerine getirmekte zaafa düşmüş bir devlet şu veya bu şekilde bu işler sayesinde bir kısım hayra vesile oluyor. Hayrı gerçekleştirmeye yarayan bedel de bu çekilişe katılanlardan elde ediliyor.
Bu işe katılanların
ne kadarının böyle bir hayrı doğrudan doğruya niyet ettiği hususu ise tartışmalıdır. Bir nevi, kastedilmeksizin oluşmuş bir hayır diyebiliriz.
Fakat, her ne kadar bir hayra sebep olunsa da rızkın ne şekilde dağıtıldığı bilincinde ve şans-tesadüf gibi kavramların pekişmesi sebebiyle inançta oluşan hasar elde edilen faydadan daha fazladır.
İnsan psikolojisinin deneysel gözlemlere dayalı tespitlerine göre tutumlar şu şekilde oluşur:
Bilgi / veri , duyguyu, duygular davranışları, davranışlar tutumları oluşturur.
İnsan, tutarlı olmak, tutarlı görünmek eğilimindedir. Bazen, oturaklaşmış bir tutuma dayanmayan hareketler de sergileriz. Bu defa, iş tersine çalışır. Davranışımızı haklı ve tutarlı gösterecek inanışlar geliştiririz. Bunun en yalın ifadesi, “İnandıkları gibi yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar” sözünde anlam bulmaktadır.
Bir insan, her ne kadar şans-tesadüf gibi kavramlara inanmıyorum dese de, insanların genel algısında şans veya tesadüf sonucu ortaya çıktığına inanılan bir sonucu umud ederek böyle bir oyuna katılır, bunu sürekli hale getirirse, davranış kendisi ile tutarlı bir inanış doğuracaktır.
Yeterli bir koruma sağlayacak inanışa sahip olmayan insanlarda davranışın oluşturduğu bu inanç arızalı bir derecede görünüm arzedebilir.
Şans ve tesadüfe inanan bir insan başına gelen her musibeti yahut nimeti de şans ve tesadüfe bağlamaya başlayabilir.
Musibetleri şans ve tesadüfe bağlayanlar;
1) Allah’ın mutlak hakimiyetini ve musibetin ezelde bilindiğini inkar etmiş olur. Böylece Kuran’ın buyurduğu hali ile, eline geçenle haksız olarak sevinmiş, elinden çıkan için de gereksiz bir üzüntü duymuş olur.
2) Bu kişiler, musibetleri kendileri dışında bir sebebe bağlayarak hatalarını düzeltme imkanını kaybederler. Şans-tesadüf, diğer insanlar, diğer koşullar hep suçlu ve sorumlu addedilir. Böylelikle, “Sana gelen her musibet, kendi elinin üretip kazandığı şeyler yüzündendir” ve “Siz ilkin kendinizi düzeltmeye bakın. Siz kendiniz doğru yolu bulunca sapanlar size zarar veremez” ayetlerindeki anlamı, çözüm yolunu yakalayamazlar.
Nimetleri şans ve tesadüfe bağlayanlar;
1) Allah’ın mutlak hakimiyetini ve nimetin ezelde bilindiğini inkar etmiş olur. Böylece Kuran’ın buyurduğu hali ile, eline geçenle haksız olarak sevinmiş, elinden çıkan için de gereksiz bir üzüntü duymuş olur.
2) Nimete sebep olanın Allah olduğunu, hayrın O’ndan kaynaklandığını unutur. Böyle kimselerin hakkıyla şükredebilmeleri mümkün değildir. Şükrün ne olduğunu daha doğrusu kuru kuruya “hamdolsun yarabbi, çok şükür” demekten ibaret olmadığını, şükrün; nimeti ihsan edene karşılığını ödemek olduğunu sayın Hakkı Yılmaz’ın İşte Kuran sitesinde ilgili başlıktan okuyabilirsiniz. Nimeti Allah’tan görmeyenler dolayısı ile bunun karşılığını yanlış yere ödeyeceklerdir.
Bir de; insan olumsuz durumlarda kendini / kendi sorumluluğunu arka plana iterken, olumlu durumlarda kendini / kendi marifetini ön plana çıkarma eğilimindedir. Mesela, sınavda kötü not alan, “Hoca şu notu vermiş” der, iyi not alanda, “Sınavda şu notu aldım” der.
Nimeti, şans-tesadüf gibi kavramlara bağlayanlar, nimeti somut bir şeye bağlamak yolunda iki yol izleyebilirler:
1) Nimeti, öncelikle kendilerinde olan bir marifete, bir hak ediş duygusuna bağlarlar. Bu Kuran’da anlatıldığı şekli ile Karun tarafından izlenen tavırdır. Karun , mülkünü kendi ilmi ile kazandığını iddia etmiş, bu sebeple bundan hak sahiplerine pay vermek zorunluluğunun bulunmadığını söylemiştir. Karun’un hazin sonu ibret olarak Kuran’da anlatılır.
2) Bu kimseler, başka insanları rızık verici olarak görebilirler. Böylece, efendiler, kutsal patronlar ve bunlara mutlak bağımlılık vücut bulur. Böylesi kimseler, mesela hicreti reddederler. Çünkü onlara rızık veren Allah değil, yerel – somut unsurlardır.
Görüldüğü üzere basit bir davranış sıklıkla tekrar edildiğinde kendisine uygun bir inanış doğurur. Bu insanın yaratılış kanununun şaşmaz kurallarından olan “tutarlı görünmek” ilkesinin yol açabileceği olumsuz bir sonuçtur.
Müminler için esas olan, bütüm mevcudatı sevk ve idare eden, nezdinde bu konu kapsamında, küçük – büyük diye bir ayrım bulunmayan bir Allah’a iman etmek, hayır yapmak dileniyorsa bunu da hayır yapmak kasdı ile icra etmek gerekliliğidir.
Ali Aksoy.