Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

1

Tuesday, 8.09.2015, 16:13

Tarihten Notlar..




57. Alay, Çanakkale Savaşı’nın başlangıcı olan Anzak Çıkarmasını durdurmak için 15 Nisan 1915 sabahı harekete geçen efsaneleşmiş Türk alayıdır.
19. Fırkaya bağlı üç alaydan biri olan 57. Alay, 1 Şubat 1915’de Tekirdağ’ın Yarkışla mevkiinde kurulmuştur. 57. Alayın komutanı Hüseyin Avni Bey’dir.
22 Şubat 1915’te 19. Fırka komutanı olan Yarbay Mustafa Kemal tarafından 57. Alaya törenle sancağı verilmiştir. 57. Alay, bir gün sonra, 23 Şubat 1915’te Çanakkale’ye doğru yola çıkmış ve 25 Şubat 1915’te Eceabat’a gelmiştir. 19. Fırka'nın bağlı olduğu 5. Ordu Komutanlığı'nın Enver Paşa tarafından kurulmasının ardından 57. Alay, yedek kuvvet olarak 26 Mart 1915’te Bigali Köyü’ne geçti. Bu tarihten 24 Nisan 1915 tarihine kadar 57. Alay, Yarbay Mustafa Kemal ve Binbaşı Hüseyin Avni Bey tarafından sürekli eğitime tabi tutuldu ve Bigalı Köyü ve Turşun bölgesinde askeri eğitim ve askeri tatbikatlar yaptı.
57. Alay Bigali Köyü’ndeki eğitim ve tatbikatlarını sürdürdüğü sırada 5. Ordu tarafından yeri değiştirilmek istendi fakat düşman kuvvetlere çıkartmaların yapılacağı noktaya en yakın yerlerden biri olmasından dolayı Mustafa Kemal, 57. Alayın Bigali Köyü’nde kalmasında ısrarcı oldu ve bunda da başarı sağladı. Böylece 57. Alay, Bigali Köyü’nde kalmıştır.
25 Nisan 1915 sabahı, Mustafa Kemal, kendisine herhangi bir emir gelmiş olmamasına rağmen düşman çıkartmasını haber alır almaz kişisel inisiyatifiyle Conkbayırı’na doğru hareket etmiştir. Conkbayırı’na hareket eden 3 taburu ve bir dağ bataryasını oluşturan yaklaşık 3000 subay ve askeriyle 57. Alay, bizzat Mustafa Kemal’in yönetiminde kendisinden çok daha büyük bir düşman gücüne karşı saldırıya geçmiştir.
57. Alay, çatışmalarda mevcudunun üçte ikisini kaybetmiş, savaşın ortasında takviye edilmiştir. 13 Ağustos 1915'te 57. Alay komutanı olan Hüseyin Avni Bey, karargâha düşen bir top mermisiyle şehitlik mertebesine ulaşmıştır. Hüseyin Avni Bey’in yerine atanan Binbaşı Hayri Bey, alayı Keşan bölgesinde konuşlandırmış ve alay, eksikleri giderildikten sonra 19. Tümenle birlikte 15. Kolordu bünyesinde Galiçya Cephesi’ne gönderilmiştir.
57. Alay, Galiçya Cephesi’nde büyük yararlılıklar göstermiş, alayın mevcudunun çok büyük bir kısmı buradaki çatışmalarda kaybedilmiştir. Mevcudu çok azalan ve sadece 1100 kişi kalan 57. Alay, cephe gerisine alınarak eksikleri giderildikten sonra yeniden cepheye alınmıştır fakat Rusya’da patlak veren Bolşevik Devrimi’nin ardından Galiçya Cephesi’ndeki savaş sona ermiştir. 15. Kolordu ise bu sefer Sina ve Filistin Cephesi’ne yollanmıştı
57. Alay burada da çok faydalı olmasına rağmen İngilizler tarafından çembere alındığı için mevcudu iki gün içerisinde sadece 260’a düşmüştür. Megiddo Muharebesi sırasında ise 57. Alayın kalan mevcut esir edilmiştir.
Bu kahramanların anısına o günden beri Türk ordusunda 57. Alay bulunmamaktadır. 57. Alay, dünya üzerinde en çok madalya sahibi olan alay olduğu için dünyanın en kahraman alayı olarak nitelendirilmektedir.
Sisli bir nisan sabahı 57. Alay komutanı araziye yayılmış beyazlıklar görür ve takım komutanına bu beyazların ne olduğunu sorar. Takım komutanı, sabahleyin düşmana hücum emrini almış 57. Alay'ın, Rablerinin huzuruna temiz çıkmak için çamaşırlarını yıkadıklarını söyler; bu beyazlıklar, onların ak niyetleridir, der.
Mustafa Kemal'in ,Yarbay Hüseyin Avni Bey'in ve silah arkadaşlarının Türk ulusu için yaptıklarının unutulması mümkün değildir.
Sizleri hiç unutmayacağız ...

Ruhları şad olsun.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

2

Tuesday, 8.09.2015, 16:15



İşgal Yıllarından Bir Kare...

İngiliz asker, yükünü taşıttığı hamala parasını ödüyor. (Tophane, İstanbul )

Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarına binlerce kez teşekkür etmek yerine, ona hakaretler ediyorsan bu fotoğrafa bakıp biraz düşünmen gerekiyor küçük adam.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

3

Tuesday, 8.09.2015, 16:19



Enver Paşa, her hâlde zamanının en kuvvetli adamı idi. Elimizde bunun aksini ispat edecek hiçbir vesîka yoktur. Bilâkis, kuvvete delâlet edecek bir vesîka vardır ki o da, Enver Paşa’ya mevkîde iken kimsinin karşı gelmemiş ve ancak o memleketi terk ettikten sonra birtakım insanların başlarını kaldırabilmiş olmasıdır. Böyle bir şahsın kuvvetli olmadığını söylemek lüzumsuz ve mânâsız bir iddia olmaz mı ?

Gazi Mustafa Kemâl Atatürk

Kaynak: Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, s.223

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

4

Tuesday, 8.09.2015, 16:23

Birinci Dünya Savaşında Kutsal Emanetleri Medine'den İstanbul'a getiren tren.



lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

5

Tuesday, 8.09.2015, 16:34




Babûr-Türk İmparatoru Şah Cihan’ın, doğum sırasında ölen eşi Mümtaz Mahal’in anısına Agra’da yaptırdığı Tac Mahal anıt mezarının 1863-1869 yılları arasında Samuel Bourne tarafından çekilen fotoğrafı.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

6

Tuesday, 8.09.2015, 16:44




II. Abdulhamid Sultan'ın eşlerinden Gwaschemasch'e Efendi , 1893

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

7

Tuesday, 8.09.2015, 16:49

İlk Türk arkeoloğu kabul edilen ve ülkenin ilk arkeoloji müzesi olan İstanbul Arkeoloji Müzesi'nin kurucusu olan Osman Hamdi Bey Nemrud kazısında , Adıyaman, 1883



lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

8

Tuesday, 8.09.2015, 16:52

Barbaros Hayrettin Paşanın Batıda Yapılmış bir Portresi. 16.yy. Barbaros'un elindeki.... evet tahmin ettiğiniz gibi Trisula. Yani Yunan Deniz Tanrısı Neptün'ün Üç Uçlu asası.
Barbaros'u Denizler Hakimi Olarak Tasvir etmişler..


lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

9

Tuesday, 8.09.2015, 16:58


Latin Harfleriyle Osmanlı Türkçesi

III.Selim'in kız kardeşi Hatice Sultan (III.Mustafa'nın kızı) Latin Harfleriyle Türkçe yazan ilk insandır.

1804 yılında Hatice Sultan'a ait Ortaköy-Kuruçeşme arasındaki Neşetâbâd Sarayı'nın kısmi onarım ve iç dekorasyonunu yapan Mimar Antine Ignace Melling biraz Türkçe biliyordu,ama Arap alfabesi okuyup yazamıyordu. Sanatçının haberleşme konusundaki sıkıntısını ortadan kaldırmak isteyen Hatice Sultan Latin alfabesini öğrendi ve ona notlarını bu biçimde göndermeye başladı.

Böylece Harf devriminden 125 yıl önce Türkçeyı Latin alfabesiyle yazmış oluyorlardı.Bu mektuplar şu anda Fransa'daki özel bir koleksiyonda korunmaktadır.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

10

Tuesday, 8.09.2015, 17:05


Yeni Harflerle Mühür yapan bir "Mühürcü" (Hakkak) - Ocak 1929

Fotoğraf : Maynard Owen Williams
Kaynak : National Geographic

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

11

Tuesday, 8.09.2015, 20:08


T O M R İ S H A T U N
M.Ö 529 İskitlerin basina kadın hükümdar Tomris hatun gelir. Pers Kralı Sirius düşmanin bir kadın tarafindan yönetildigini ögrenir, dönemin en güclü ordusunu kurar 56.000 kişilik bir birlik ile Tomris Hatunun yönetimi altindaki Iskitleri tarihten silmek ister. İskitler savas gününe kadar anca 13.000 kisilik bir birlik kurabilir bununda 8.000 kadınlardan olusur. Türk kadınlari kahramanliklari ile dünyanin diline düsmüs, ustaca ata binip ok atabilirlerdi. Savas günü Sirius, Tomris’e bir elci yollayıp teslim olmalarını kadınlarla kurulmus bir ordu ile savasmanın sadece zaman kaybi oldugunu, teslim oldukları taktirde canlarını bağıslayıp kendisini ve kadınları cariye olarak alacagını bildirir.
Tomris Hatun cevap olarak;
“İskitler dünyaya gözlerini actigi zaman kendilerinin özenle yaratildigini bilirler, eğer erkekliğine güveniyorsan er meydanında göster kendini,bu savaşı iptal etme isteğin senin korkaklığını gösterir Sirius. Dilin değil kılıcın konuşsun. Bakalım o köpek sürüsü gibi kalabalık ordun benim yiğit kadınlarım karşısında kaçarken hala böyle konuşabilecek misin”
Savasin oldugu bölgenin yan taraflari tepeler ile kapli, meydana ateşli oklar firlatarak samandan büyük toplari meydana dogru salip on binlerce Persliyi yakarak öldürürler, yanmaktan korkan Persliler geriye cekilir önleri duman olmus birsey göremezler, o anda Iskit Kadınlari Atli arabariyla yananlari ezip önü dumanlarla kaplanmis diger perslileri oka dizer, yanginin diger tarafina hic gecmez Iskitler, hep dumanin öbür tarafindan ok firlatırlar son persli kalana kadar Tomris Hatun hükumdarligi altindaki Iskitler mutlak galibiyet alir. İskit kadınlarının cesareti dillerden dile dolanır…

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

12

Tuesday, 8.09.2015, 20:12


Oğuz Han Mührü 4 Bin Yıllık Mühür ( Oğuz Han’ın mührü)Türkmenistan’da Marguş yerleşim bölgesinde yapılan kazılar da bulunmuştur.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

13

Tuesday, 8.09.2015, 20:15


Kürşad; 621 senesinde Çinli eşi İ-çing Katun tarafından zehirlenerek öldürülen Doğu Göktürk Devleti kağanı Çuluk Kağan’ın küçük oğludur. Çuluk Kağan’ın ölümünden sonra kardeşi Bağatur Şad, Kara Kağan adını alarak hükümdar oldu ve ağabeyinin Çinli eşi ile evlenerek Ötüken’deki Türkler arasında huzursuzluğa yol açtı…
Bir tarafta Çinliler, diğer yanda da Sırtarduş Bayurku, Dokuz Oğuz, Uygur gibi Türk boylarının Göktürkler’e başkaldırıp savaşmaları ve ayrıca İ-çing Katun’un Ötüken’de esir durumda yaşayan Çinli azınlığa destek çıkarak bunların zenginleşmesini sağlaması sayesinde giderek zayıflayan ve kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya kalan Türkler, 629 senesinde Çinlilerle yaptıkları savaşta tuzağa düşerek yenilince Doğu Göktürk Devleti yıkıldı.
Başta Kara Kağan ve Kürşad olmak üzere binlerce Göktürk Çinlilere esir düşerek Çin’in başkenti Siganfu’ya götürüldüler ve orada kendilerine tahsis edilen bölgede yaşamaya mecbur edildiler.
Türkleri asimile edebilmek amacıyla Göktürk soylularını hassa ordusunda subay olarak görevlendiren Çinlilerin bu taktiği bir işe yaramamış, Türkler bağımsızlıklarına kavuşup yeniden devlet kurmak amacıyla fırsat kollamaya başlamışlardır. Kürşad da Çin hükümdarının ordusunda subay durumundadır fakat kılıcını milletinin özgürlüğü için çekeceği günü beklemektedir.
Esaretin beşinci yılında Kara Kağan kahrından ölür. Esaretin onuncu yılında, yani 639 senesinde, Bozkurt soyunun en büyüğü konumundaki Kürşad durumun iyice kötüye gittiğini görerek kırk çerisi ile birlikte ihtilal yapmaya karar verir.
Geceleri kılık değiştirerek Siganfu sokaklarında tek başına dolaşma adeti olan Çin hükümdarı Tay-tsung’u yakalayarak rehin almaya ve bu sayede Çin sarayına girerek orada bulunan Kürşad’ın ağabeyinin oğlu Urku Tigin’i kurtarıp, toplayabildikleri kadar Türk ile birlikte Ötüken’e giderek tekrar devlet kurmaya, Urku Tigin’i de kağan ilan etmeye karar verirler. Bu uğraşta başarılı olurlarsa budun kurtulacak, başaramazlarsa da dökülecek kanları geride kalanlara ödevlerini hatırlatacaktır.
Fakat ihtilal için harekete geçtikleri gece sağanak halinde yağan yağmur yüzünden Çin hükümdarı sarayından dışarı çıkmaz. İhtilali ertelemenin sakıncalı olacağını düşünen Kürşad, kırk çerisiyle birlikte Çin sarayına yürür, amacı sarayı basarak hükümdarı esir almaktır. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında yüce dileğe doğru yürüyen kırkbir Türk yiğidi sarayın kapısına vardıkları anda cenk başlar. Yüzlerce Çinli askeri öldürürler ama binlercesi üzerlerine saldırmaya devam eder.
Göktürklerin bir kısmı sarayın içinde savaşırken şehit olur, sağ kalanlar ise Kür Şad’ın önderliğinde saraydan çıkarak Vey ırmağına doğru ilerlerler, niyetleri ırmağı geçerek Ötüken’e doğru at koşturmaktır. Ama sağanak halinde yağan yağmur yüzünden yükselen sular köprüyü sürükleyip götürdüğü için karşıya geçemezler ve peşlerinden gelen Çin ordusu ile son kez cenge tutuşurlar. Binlerce Çinli askere karşı savaşan bir avuç Türk yiğidi peş peşe uçmağa varırlar. Sadece Kürşad sağ kalmıştır, tek başına Çin hükümdarlığına karşı savaşmaktadır. En sonunda O da şehit olur fakat elinde kılıcıyla atının üzerinde durmaktadır, öldüğü halde yere düşmemiştir…
Kürşad ölmüş fakat yenilmemiştir… Kürşad ve kırk çerisinin yaptıkları ihtilalden sonra korkuya kapılan Çinliler, Siganfu’daki bütün esir Göktürkleri mecburen serbest bırakırlar. Göktürkler kırküç yıl boyunca dağınık bir şekilde yaşarlar, bazı Göktürk soyluları yeniden devlet kurma girişiminde bulunsalar dahi başarılı olamazlar… Fakat 682 senesinde Bozkurt başlı sancak tekrar kaldırılır ve Kutluk Şad (İlteriş Kağan) ile Bilge Tonyukuk İkinci Göktürk Devleti’ni kurarlar…
ÜSTTE MAVİ GÖK ÇÖKMEDİKÇE,
ALTTA YAĞIZ YER DELİNMEDİKÇE,
SENİN İLİNİ VE TÖRENİ, KİM BOZAB
İLİR?
EY TÜRK! TİTRE VE KENDİNE DÖN

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

14

Tuesday, 8.09.2015, 20:20



Tonyukuk Yazıtı

Dört yönlü iki taş üzerinde yazılmış bir yazıttır.Birinci taş üzerinde batı ve doğu yüzlerinde yedişer,güney yüzünde 10,kuzey yüzünde ise 11 satır olmak üzere toplam 35 satır yer almaktadır.İkinci taşın ise batı yüzünde 9,doğu yüzünde 8,güney yüzünde 6 ve bkuzey yüzünde 4 olmak üzere toplam 27 satır vardır.İki taşın toplam satır sayısı 62'yi bulmaktadır.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

15

Tuesday, 8.09.2015, 20:29




AKKOYUNLU ESERİ ZEYNEL BEY TÜRBESİ: Daha önce ifade edildiği gibi, Akkoyunlular 1462-1482 yıllarında Hasankeyf’e tam hakim olmuşlardır. Bu dönem içinde Hasankeyf'te bıraktıkları tek eser Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın oğlu Zeynel Bey Türbesi'dir. Dicle’nin kuzey yakasında yer alan bu eserin giriş kapısı üzerindeki kitabede, buranın Zeynel Bey'e ait olduğu ifade ediliyor.
Eser dıştan silindirik, içten ise sekizgen bir özellik arz eder .Türbenin silindirik gövdesi üzerinde turkuvaz ve lacivert, sırlı tuğla ile dört kuşak oluşturulmuştur. Birinci kuşakta '' ALLAH'' , ikinci ve üçüncü kuşaklarda baş kısmında “AHMET'' devamında ise ''MUHAMMED'' dipteki son kuşakta ise “ALİ'' isimleri hayranlık verici bir şekilde yazılmıştır.
Hem kapı hem de güneydeki pencere aynı renkteki sırlı tuğlalar kullanılarak süslenmiştir. Yapının birçok yerinde, bu sırlı tuğlaların söküldüğü, kasıtlı bir tahribatın yapıldığı göze çarpıyor.
Üst kubbesinde aynı tarzda süslerin izleri hala mevcuttur. Üst kubbedeki çatlakların gittikçe açıldığı ve yıkılma tehlikesi arz ettiği görülmektedir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

16

Tuesday, 8.09.2015, 20:46




Anadolu'da bir köy okulu, 1960

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

17

Tuesday, 8.09.2015, 20:53



En Eski Evlenme Cüzdanı

Bulunduğu Yer: Girsu (Tello)
Dili: Sümerce
Tarihi: M.Ö. 2.024
Malzemesi: Pişmiş Toprak
İstanbul Arkeoloji Müzeleri Koleksiyonu

“Puzurhaya Ubartum’u
Eş olarak aldı.
Urmeme’nin oğlu Urdamu,
Urdumuzida, Bulani,
Urdumuzida’nın oğlu Alduga
Tanık olarak
Kral adına yemin ettiler”.

Bu sözleşme iki kopya olarak yazılmış ve bir tanesi evlenen çifte verilmiş diğeri ise devlet arşivinde korunmuştur.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

18

Tuesday, 8.09.2015, 20:57



Lokman Hekim doktor ve eczacıymış. Dükkânında her türlü hastalığın devası olan ilaçlar varmış. Hastalar içeri girdiklerinde hastalıklarına iyi gelecek olan ilaç şişesi sallanırmış. Bir gün içeri birisi girmiş. Ancak hiçbir şişe sallanmamış. Lokman Hekim bunun üzerine: "Senin hastalığının çaresi yok öleceksin" demiş.

Adam ölümden kurtuluşun olmadığını öğrenince çok üzülmüş. Her şeyini satmış. Yanına bir at yay ile ok ve av köpeği alarak dağlara çıkmış. Vurduğu hayvanları yiyip yörüklerden yoğurt süt alarak yaşıyormuş. Bu arada hastalığı da iyice artmış. Bir ağacın altına gelmiş. Atını bağlayıp köskelmiş. O sırada bir yörük kadını bir tas sütü saylığa koymuş. Yılanların sütü sevdikleri bilinir. Tasa yaklaşan bir yılan sütü içmiş sonra da zehirini süte kusmuş. Tas yemyeşil olmuş. Ağrıları iyice azan adam: "Gidip şu zehiri içeyim de ölüp kurtulayım" diyerek zehirli sütü içmiş. Bir süre sonra ishal olmuş ve kusmaya başlamış. Ancak oldukça hafiflediğini hissediyormuş. Ölmek için içtiği zehirden sonra daha iyi olduğunu görmüş. Gün geçtikçe iyileşmiş ve hastalığı tamamen geçmiş.
Lokman Hekim'e gidip “Sen bana öleceğimi söylemiştin. Ama ölmedim" demiş. Bunun üzerine Lokman: "Ben sana ala ineğin sütünü nereden bulayım sütü yılana içirip nasıl tasa kusturayım. Hastalığının çaresi vardı ama bu ilacı temin etmek zor olduğu için öyle dedim" diye cevap vermiş.

O gün bu gündür tas ve yılanın eczacılık ve tıp biliminin simgesi olması halk tarafından Lokman Hekim'e dayandırılır

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

19

Tuesday, 8.09.2015, 20:57





Selçuklu Devleti



Selçuklular Harezm’deki ikametlerinden, bir yandan Şah-Melik bir yandan da Ali Tekin oğullarının baskısı neticesinde ayrılmış, 1035’te 10.000 süvari ile Ceyhun’u geçip Gazne sınırlarındaki Horasan’a göç etmişlerdi. Merv, Sarahs ve Farâva çölü bölgesinde yurt tuttular[1].

İnanç Yabgu, Tuğrul ve Çağrı beyler buraya gelince derhal, bölgenin hükümdarı olan Gaznel…i Sultan Mes’ud’a bir mektup göndererek, askeri hizmet karşılığında bu yurtların kendilerine verilmesini rica ettiler. Bu mektupta Selçuklu beyleri Horasan’a yaptıkları göçün ne kadar zaruri olduğunu, dünyada kendilerine sığınacak bir yer kalmadığını acıklı fakat vakarlı bir dil ile ifade ediyorlardı [2].Ancak Sultan Mes’ud, geçmişte babasının da Arslan Yabgu Oğuzlarını Horasan’a geçirdiğini ve hata ettiğini, onların başlarına ne belalar açtıklarını belirtiyor, 10.000 süvariye sahip olan Selçukluların da ülkesi içinde bulunmasının tehlikeli olduğunu belirterek ret cevabı veriyordu. Sultan Mes’ud’un divân üyeleri kendisine, Selçukluları himaye etmeyi, düşmanlığın mahzurlu olacağını söylemişlerse de dinletememişlerdi.



Özerkliğe Doğru

Sultan Mes’ud, bu düşünce ile, 1035 haziranında Beğ-Toğdı kumandasındaki büyük bir orduyu Selçuklular üzerine gönderdi. Savaşın ilk aşamasında Beğ-Toğdı, Selçukluları gafil avlayarak kısmi bir başarı elde etti. Bu başarının getirdiği ganimetlerin bölüşülmesi esnasında dağınık olan Gazne ordusu, Çağrı Bey’in ani bir saldırısıyla baskına uğrayarak hezimete uğradı (Temmuz 1035). Beğ-Toğdı ve ordusu Nişabur’a kaçtı. Büyük bir devlete karşı ilk defa büyük bir zafer kazanan Selçuklular “O kadar çok ganimet elde ettiler ki, hayret içinde kaldılar” [3].

Selçuklular bu büyük zafer sonrası gurura kapılmayıp savaşı ailelerini ve evlerini korumak amacıyla yaptıklarını belirterek, Sultan Mes’ud’dan özür dilediler. Elçilerin görüşmeleri sonrasında Sultan Mes’ud, Selçukluların muhtariyet (özerklik) isteklerine hil’at, sancaklar ve ferman göndermek suretiyle olumlu cevap verdi. Nasâ’yı Tuğrul Bey’e, Dehistân’ı Çağrı Bey’e ve Faravâ’yı da İnanç Yabgu’ya ihâle etti [4].



Ortam Yeniden Geriliyor

Selçuklular, askeri zaferlerinin yanında siyasi bir zafer kazanmış, elde ettikleri özerklik ile bağımsız devletlerinin çekirdeğini oluşturmuşlardı. Ayrıca kendilerine olan özgüvenleri artmış, büyük bir devleti yenebileceklerine kanaat getirmişlerdi [5]. Gazneliler ve Selçuklular arasındaki bu barış dönemi sürecinde hiçbir zaman karşılıklı güven ortamı kurulamamıştı. Selçuklular bu yeni yurtlarında devam eden Oğuz göçleri ile sürekli çoğalırken, Sultan Mes’ud’un kulağına, gönderdiği hil’atlerin Selçuklular tarafından alay konusu olduğu ve onun gönderdiği külahları yerlere attıkları haberleri geliyordu [6]. Öte yandan Türkmenler her yeri istila ediyor, Gazne toprakları eski devirlerde yerleşen Türklerden sonra yeni göç dalgaları ile dolup taşıyor, bunların yaptıkları akın ve yağmalar ise Sultan Mes’ud tarafından Selçuklulara mal ediliyordu [7].
Gerilen bu ortam iki tarafı da askeri hazırlıklar yapmaya itti. Selçuklular komşularıyla iletişime geçerek güvenlik tedbirleri alıyorlar, Sultan Mes’ud ise büyük kumandan Sübaşı’yı 15.000 kişilik orduyla Horasan’a, başka bir orduyu da Herat’a gönderiyordu. Bu durum karşısında endişelenen Selçuklular bir yandan Harezmşah İsmail ile temasa geçerken diğer yandan da Sultan’a elçi gönderip bir kusur işlemediklerini, yapılan talanların diğer Oğuzlara ait olduğunu belirtiyor, bununla beraber yurtlarının darlığından yakınarak Merv, Sarahs ve Baverd şehirlerinin vergi gelirlerini askeri hizmet karşılığında rica ediyorlardı. Bu siyasi inceliğin yanında Selçuklular, “Eğer kast ederlerse biz de savunmaya geçeriz, o zaman aradaki hürmet kalkar, bu sebeple karar size aittir” diyerek korkmadıklarını ifade ediyor, Sultan Mes’ud ise “Bir yandan Horasan’ı kalbur haline getirdiler, bir yandan da bu süslü sözleri söylüyorlar” diyerek anlaşma tekliflerini reddediyordu [8].



Bağımsızlığa Doğru

Anlaşma teşebbüslerinin başarısız olması üzerine Gazneliler ve Selçuklular kaçınılmaz hesaplaşmaya doğru sürükleniyordu. Sultan Mes’ud, vezirini Herat’a gönderdi ve Sübaşı komutasındaki bütün askerlerin Türkmenler üzerine hücumunu emretti. Durumun bu kadar hassas olmasına rağmen kendisi de Hindistan’a sefer yaparak Delhi’deki Hansi kalesinin fethiyle uğraştı. Sultan’ın Hindistan’a varması ve 1037 kışının bastırması dolayısıyla Sultan’ın Sübaşısı etkisiz kaldı. Bu sebeple Türkmenler kolaylıkla Tâlekan ve Fâryâb’ı yağmalayarak Rey’i de kuşatmışlardı.

Bu durum üzerine Sultan Mes’ud Hint seferini kaldırarak geri döndü ve taarruz emri verdi. Sarahs önlerinde başlayan ilk karşılaşmada Selçuklular gruplar halinde Gazne ordusunu hırpalayıp süratle çöle çekiliyorlardı. Bu vur-kaç taktiği sayesinde güç farkını dengelemeyi amaçlamaktaydılar. Hafif Selçuklu süvarisi ağır Gazne ordusu karşısında sık sık vur-kaç taktiği uygularken, nihayet 1038 mayısında sabahtan akşama kadar süren şiddetli bir savaşta Sübaşı bozulmuş, Gazne ordusu dağılmıştı. Sübaşı 20 kölesiyle kendisini Herat’a atabildi. O, hıyanete uğradığını tekrarlıyor ve ağlıyordu [9].



Devlet Kuruluyor (1038 )

Selçukluların ikinci zaferi birincisini tamamlamış ve sahip oldukları özerkliği bağımsızlığa çevirmişti. Tuğrul Bey devletin hukuki ve fiili reisi olarak Nişapur’a, Çağrı Bey Merv’e ve İnanç Yabgu da Sarahs’a sahip oluyordu. Artık Horasan’da Gazneli hakimiyeti sona ermiş ve Selçuklu devleti başlamıştı [10].

İbrahim Yınal, Nişapur’u teslim almaya gittiğinde tedirgin halka; “ Bugüne kadar yapılan yolsuzluklar ve yağmalar küçük halkın işi olup geçim sıkıntısı ve zaruretle oluyordu, ama bugün durum farklıdır, memleket bizim olmuştur.” teskininde bulunuyordu. Tuğrul Bey ise Nişapur’a girdiğinde şehrin alimlerini saygıyla kabul edip, Divan-ı mezalim kurarak halkın dertlerini dinledi. Şehrin kadısı Said ile görüşerek “Biz yabancılarız; usullerinizi bilmeyiz, bu sebepten bizi nasihatlerinizden mahrum etmeyiniz.” şeklindeki ifadeyle nezaket gösterdi [11]. 1032 Mayıs’ında, Ramazan bayramında Halifenin elçisinin ziyareti ile Selçuklular çok mutlu oldular.



Son İspat Savaşı: Dandanakan (1040)

Gazne Devleti aldığı mağlubiyetlerin ardından artık Selçukluları tamamen ezmek kararındaydı [12]. Bu düşünce ile 70.000 süvari ve 30.000 piyadeden oluşan Gazne ordusu harekete geçti. Vur-kaç taktiğini yeniden uygulayan Selçuklu ordusu, yıpranan Gazne ordusuna karşı 1040 Mayısı ortalarında umumi taarruza geçti. Disiplini bozulan Gazne ordusu üç günlük bir savaşın ve 370 Gazneli Türk kölesinin Selçuklu tarafına katılmasının ardından hezimete uğradı. 23 Mayıs 1040 tarihinde Gazne ordusu yok olmuş vaziyetteydi. Sultan Mes’ud, 100 süvari ile savaş meydanını terk ederek canını kurtardı. Bundan böyle Selçukluların karşısına çıkabilecek ciddi bir kuvvet kalmamış, devletin istiklali tasdik edilmiş, ispatlanmıştı.

Kaynak: Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, İstanbul 2010, s.94-106.

[1] Bayhâki, 571-574, 827.
[2] Bayhâki, 572 vd.; Gerdizî, 80; Cuzcâni, 283 vd.
[3] Bayhâki, 574 v.d., 579-501. 642 vd.; İbn ül-Esir, IX, 164.
[4] İbn ül-Esir, IX, 165
[5] Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, İstanbul 2010, s.96
[6] Bayhâki, 599; İbn ül-Esir, IX, Ahbât ud-devle, 5.
[7] Bayhâki, s.604; Gerdizî, 83.
[8] Bayhâki, s. 613; İbn ül-Esir, IX, 165.
[9] İbn Funduk, 268, 273.
[10] Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, İstanbul 2010, s.98
[11] Ag.e, s.98
[12] İbn ül-Esir, IX, 159, 166

Bu mesaj 2 defa düzenlendi, son düzenlemeyi yapan "lale_zar" (8.09.2015, 21:03)


lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

20

Tuesday, 8.09.2015, 21:31



ALİ KUŞÇU
Fâtih Sultan Mehmed Han zamanında yetişen büyük astronomi ve kelâm âlimi. İsmi, Alâüddîn Ali bin Muhammed el-Kuşçu’dur. Babası Muhammed, Mâverâünnehr’de hüküm süren ünlü Türk sultânı ve astronomi âlimi Uluğ Bey’in kuşçusu idi. Bu yüzden ailesi Kuşçu lakabıyla meşhur oldu. Ali Kuşçu’nun doğum yeri ve târihi kesin olarak bilinmemektedir. On beşinci asrın başlarında Semerkand’da doğduğu kabul edilmektedir.


Uluğ Bey’in hükümdarlığı sırasında Semerkand’da ilk tahsilini tamamlayan Ali Kuşçu, din ilimlerinde yetiştikten sonra matematik ve astronomiye karşı aşırı derecede ilgi duydu. Devrinin en büyük âlimleri olan Uluğ Bey, Bursalı Kâdızâde Rûmî, Gıyâseddîn Cemşîd ve Muînüddîn Kâşî’den astronomi ve matematik ilmini öğrendi. Daha fazla ilim öğrenme arzu ve isteği ile gizlice Semerkand’dan çıkıp Kirman’a gitti. Tahsiline devam ederek, kendisinden sonra tam iki asır boyunca, âlimlerin ilgi ve tedkikine mazhâr olan Şerh-ut-Tecrîd adlı eserini yazdı. Uzun seneler Kirman’da kalan Ali Kuşçu, Semerkand’a döndü ve tekrar Uluğ Bey’in hizmetine girdi.

Senelerce gizlendiği için Uluğ Bey’den özür diledi. Uluğ Bey özrünü kabul edip; “Bize nasıl bir hediye getirdiniz?” diye sorunca, “Gelmiş geçmiş bilginlerin çözemediği, ay’ın almış olduğu muhtelif şekillerle ilgili mes’eleleri îzâh eden bir kitap hazırlayıp getirdim” cevâbını verdi. Uluğ Bey; “Hele bir inceleyelim bakalım” deyince eserini takdim etti. Uluğ Bey, uzun uzadıya inceledikten sonra hayran kalarak takdirlerini belirtti. Zîc-i Uluğ Bey’in hazırlanması çalışmalarına katılan Ali Kuşçu, Kâdızâde-i Rûmî’nin vefâtı üzerine Uluğ Bey tarafından Semerkand rasathânesine müdür tâyin edildi. Burada, astronomi ile ilgili çalışmalarını başarıyla sürdürdü. Uluğ Bey’in öldürülmesinden sonra, yerine geçen evladları zamanında devlet düzeni bozuldu ve âlimlerin kıymeti bilinmez oldu. Bu duruma çok üzülen Ali Kuşçu, Hacca gitmek için hükümdardan izin alarak Semerkand’dan ayrıldı ve Tebriz’e geldi. O sırada bölgede hüküm süren Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan ve çevresindeki ileri gelen devlet adamları, Ali Kuşçu’yu hürmetle karşılayıp ağırladılar. Osmanlı Devleti ile arası açık olan Uzun Hasan, iki devlet arasında elçilik yapıp sulhu te’min etmesi için Ali Kuşçu’ya ricada bulundu. Bu ricayı kabul eden Ali Kuşçu İstanbul’a geldi ve Fâtih Sultan Mehmed Han ile görüştü. İlim âşığı olan Sultan, kendisine çok ikrâm ve hürmet gösterdi. Ali Kuşçu’nun Osmanlı Devleti hizmetine girmesini rica etti. Ali Kuşçu, bu samimî ve halisane teklifi kabul etti. Elçilik vazifesini tamamladıktan sonra, İstanbul’a gelip yerleşeceğini söyledi. Verdiği sözde duran Ali Kuşçu’ya yüz kişilik maiyyeti ile beraber Osmanlı hududuna girişinden itibaren her konak için bin akçe gibi gayet yüksek bir meblağ tahsis edildi. Hürmet ve ikrâm ile İstanbul’a gelen Ali Kuşçu’yu ünlü din ve fen âlimi Hocazâde karşıladı. Üsküdar’dan Eminönü’ne kayıkla geçerlerken ilmî mes’elelere dalarak med-cezir hâdisesini tartıştılar. Ali Kuşçu onu, Hocazâde de Ali Kuşçu’yu bilgilerinden dolayı takdir etmişti. Bir süre sonra Ali Kuşçu bu değerli âlimin oğluna kızını vererek akrabalık bağı kurdu.

Fâtih Sultan Mehmed Han ile Uzun Hasan’ın arası fitneciler tarafından tekrar bozulunca, harp yapma zarureti ortaya çıktı. Fâtih bu muhârebeye giderken Ali Kuşçu’yu da beraberinde götürdü. Ali Kuşçu, bu sefer sırasında astronomi ile ilgili Fethiyye adlı eserini hazırladı. Sultan sefer dönüşünde onu, Ayasofya Medresesi’nde müderris olarak görevlendirdi, ayrıca kendi özel kütüphânesinin müdürlüğüne getirdi. İstanbul medreselerinde astronomi ve matematik ilimlerinde, Ali Kuşçu’nun çalışmaları neticesinde büyük gelişmeler görüldü. Derslerine İstanbul’un meşhur âlimleri de katılırlardı. İlim sahasında hizmet ve adları ile ün yapmış olan Hoca Sinân Paşa, Molla Lütfü ve torunu Mirim Çelebi gibi âlimler onun derslerinde yetiştiler. Uzun seneler Osmanlı ilim ve irfan âlemini aydınlatan ve batı bilim dünyâsında devrinin Batlemyüs’ü (ptolemy) olarak tanınan Ali Kuşçu 1474 senesinde İstanbul’da vefât etti. Eyyûb Sultan kabristanına defnedildi.

Ali Kuşçu’nun yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır:

1- Risale fil-Hey’et: Astronomi risâlesidir. 1457 senesinde Semerkand’da Farsça olarak yazmıştır. Eser, Osmanlı mühendishânesinde on dokuzuncu asrın başlarına kadar ders kitabı olarak okutuldu. İstanbul’da; Üniversite, Ayasofya ve Köprülü kütüphânelerinde, Bursa’da da haracçıoğlu Kütüphânesi’nde yazma nüshaları vardır.

2- Risale fîl-Hisâb: Matematik ilmi ile ilgili bir eserdir. Farsça olan bu eseri de Semerkand’da yazmıştır. Yazma nüshaları İstanbul kütüphânelerinde mevcûddur.

3- Risale fil-Fethiye: Risale fî’l-Hey’et’in ilâvelerle birlikte Arabça’ya çevrilmiş şeklidir. Bu eseri Ali Kuşçu, Fâtih ile birlikte katıldığı İran seferi sırasında yazmıştır. Eserde ekliptiğin eğimini hesap eden Ali Kuşçu, eğimi (23° 30’ 17”) olarak bulmuştur. Bugün bulunan değeri ise (23° 27’) dır. Bu iki değer arasındaki küçük fark Ali Kuşçu’nun astronomideki üstün bilgisini ortaya koyar. Nûruosmâniye Kütüphânesi 2949’da bir nüshası olan eseri, Molla Abdullah Perviz, Mirât-üs-semâ adıyla Türkçe’ye tercüme etmiştir. 1548 senesinde de Seyyid Ali bin Hüseyin tarafından ikinci bir tercümesi daha yapılmıştır. 1839’da yapılan tercümesi ise Mir’ât-ı Âlem ismiyle İstanbul’da yayınlanmıştır.

4- Risâle-i Muhammediyye fî ilm-ül-Hisâb: Semerkand’da yazdığı Risale fil-Hisâb’ın Arabça’ya tercümesidir. Ali Kuşçu’nun hattıyla yazılmış olan eser hâlen Ayasofya Kütüphânesi’nde 2733 numarada kayıtlı olup, bir mecmuanın 71. varağından 169. varağına kadar devam eden kısmındadır. Cebir ve hesap konularından bahseden eserin son sahîfesinde Ali Kuşçu’nun bir imzâsı ve 1472 senesinde bittiğini belirten bir kayıt vardır.

5- Hall-ül-eşkâl-il-kamer: Ali Kuşçu bu eserini ilmini artırmak için gittiği Kirman’da hazırlamıştır. Dönüşünde Uluğ Bey’e takdim ettiği eserde ay’ın almış olduğu muhtelif şekillerle ilgili mes’eleleri açıklamıştır. İsmini bildiğimiz bu eserin nüshasına rastlanmamıştır.

6- Risale fil-umûr-il-Âmme, 7- Risale fil-Hemziyye, 8- Ta’likât alâ Mebehîsi galât-il-Hassiyye, 9- Ukûd-ül-Cevâhir, 10- Rîsâle fî mes’elet-il-Garîbe bil-ulûm-ir-Riyâziyye, 11-Şerhu Tuhfet-iş-şâhiyye, 12- Hâşiye alâ Vaz’iyye-i Kâdı Adûd. Bunlardan başka Uluğ Bey Zîci’ne yazdığı şerh önemli ve pek kıymetli bir eserdir.