Bir rivâyete göre, Rükâne, Mekke’nin fethine yakın Müslüman olmuştur.2
Evet, misâlde görüldüğü gibi ağaçlar da Resûl-i Kibriyâyı tanıyor, risâletini tasdik edip, emirlerini dinliyorlar. Acaba, buna karşılık kendilerine insan adını veren bir kısım kimseler, o Resûl-i Zîşanı tanımazsa, ona îmân etmezse, kuru ağaçtan daha ednâ, odun parçasından daha ehemmiyetsiz ve kıymetsiz olarak Cehennemin ateşine lâyık olmazlar mı?
* * *
Hüzün Yılı
Üç senelik müşrik ablukasından kurtulmanın sevincini acı olaylar takib etti. Acı hâdiseler zincirinin ilk halkası, Resûl-i Ekremin dört yaşındaki en büyük oğlu Kasım’ın vefâtı oldu.
Gönlü şefkat şelâlesini andıran Peygamber Efendimiz, büyük oğlunun vefâtından çok müteessir oldu. Derin teessürünü ciğerpâresinin cenazesini götürürken, karşısında dim dik duran Kuaykıan Dağına, “Ey dağ! Benim başıma gelen şey, senin başına gelseydi, dayanmaz yıkılırdın” hitabıyla ifâdeye çalışıyordu.
Mübârek gönülleri henüz Kasım’ın vefat hüznünden kurtulmamışken, bir acı hâdise daha vuku buldu. Diğer oğlu Abdullah da vefât etti.
Allah’ın kader hükmüne teslimiyetin zirvesinde bulunan Kâinatın Efendisi, bu acı hâdiseler karşısında yine de göz yaşlarını tutamıyordu.
Hz. Hatice, hakiki sabihine iâde ettiği bu ciğerpârelerini kastederek, “Yâ Resûlallah! Onlar, şimdi nerededirler?” diye sordu.
Resûl-i Kibriya, “Onlar, Cennettedirler” diye cevap verdi.
Bu acı hâdiseler sebebiyle Peygamber Efendimizin kalbi mahzun, gözleri yaşlıydı. Müslümanlar da onun bu hüznünü paylaşıyorlardı. Ama şirk cephesinin keyfine diyecek yoktu. Birer insan olmaları haysiyetiyle, insanlığın gereği olan başsağlığı dilemek şöyle dursun, Efendimizi daha da üzmek için ne lâzımsa yapıyorlardı. Hatta içlerinden As bin Vâil ve Ebû Cehil gibi azılılar işi daha da ileri götürerek, “Artık, Muhammed ebterdir, nesli kesilmiştir. Neslini devam ettirecek erkek çocuğu kalmamıştır. Kendisi de ölünce adı sanı unutulacaktır”1 diyecek kadar küstahlık gösteriyorlardı.
Resûlünü , hiç bir zaman yardım ve tesellisinden uzak bulundurmayan Cenâb-ı Hak, bu dedikodular üzerine de Kevser Sûresini inzâl buyurarak, müşriklerin dedikodularını ağızlarına tıkadı ve Peygamber Efendimizi şöyle teselli etti:
“Şüphesiz ki Biz sana kevseri2 verdik. Öyleyse Rabbin için namaz kıl ve kurban kes. Asıl nesli kesik olan, sana düşmanlık edenin tâ kendisidir.”
Evet asıl, adı sanı toprağa karışıp kaybolan Ebû Cehiller, Ebû Lehebler oldu. Resûl-i Kibriyanın (a.s.m.) adı ve dâvâsı ise, asırlardır inananların gönlünde bayrak bayrak dalgalanmakta ve Kıyamete kadar da dalgalanmaya devam edecektir.
Ebû Talib’in vefatı
Müslümanlar, üç sene süren çetin muhasara belâsından kurtulmakla son derece sevinmişlerdi. Mekke’de umumî bir sürûr meydana gelmişti. Fakat, bu ferah ve sevinçleri çok sürmedi. Arası çok geçmeden başka bir musibet ve acı hâdiseler meydana geldi.
Resûlullah Efendimizin, Peygamberliğinin 10. senesinde Ebû Tâlib hastalandı ve ölüm döşeğine düştü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, kendisini küçük yaşından beri bağrına basıp, şefkat ve himâyesinde büyüten, kendisini korumak uğrunda her türlü tehlikeyi göze alan bu değerli amcasını kaybedeceğine son derece üzülüyordu. Öte yandan onun Müslüman olup ebedî sâadete ermesini de candan arzu ediyordu.
Ebû Tâlib’in hastalığı gittikçe ağırlaşıyordu. Bunu fark eden Kureyş müşrikleri, son bir defa daha kendisine Peygamber Efendimizle ilgili olarak başvurmayı kararlaştırdılar. Bu maksatla, Utbe bin Ebî Rebiâ, Şeybe bin Rebiâ, Ebû Cehil, Ümeyye bin Halef, Ebû Süfyan ve daha başkaları yanına gelerek şöyle dediler:
“Ey Ebû Tâlib, sen büyüğümüzsün. Ölüm döşeğine düştüğünü görünce endişe duymaya başladık. Kardeşinin oğlu ile aramızda olanı biliyorsun. Onu çağır ve aramızda hakem ol. O bizden ayrılsın, biz de ondan ayrılalım. Birbirimizle uğraşıp durmayalım. O bizim dinimize karışmasın, biz de onun dinine karışmayalım.”
Ebû Tâlib, Nebiyy-i Muhterem Efendimize haber gönderdi. Resûlullah, gelip Ebû Tâlib ile hazır bulunanlar arasına oturdu.
Ebû Tâlib, Kâinatın Efendisi Peygamber Efendimize hitaben, “Ey kardeşimin oğlu” dedi. “Bunlar kavmimin ileri gelenleridir. Senin meselen için buraya gelmişlerdir. Sana vereceklerini verecekler ve senden alacaklarını da alacaklardır.”
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Olur, ey amcam” dedi. “Onların benden almalarını ve kabul etmelerini istediğim bir tek kelimedir ki, onlar, o kelime ile top yekûn bütün Araplara ve Arap olmayanlara hâkim olabilirler.”
Ebû Tâlib, hayret içinde “Bir tek kelime mi?” dedi.
Peygamber Efendimiz, “Evet, bir kelime” buyurdu.
Herkesi bir merak sardı. Neydi bu kelime?
Ebû Cehil ortaya atıldı ve Peygamberimize hitaben, “O kelime ne ise bize söyle de, o birin yanına biz on katalım” dedi.
Dikkat kesilmiş bütün kulakların duymak istedikleri tek kelimeyi Resûl-i Ekrem şöyle ifâde etti:
“Lâ ilâhe illallah deyin ve Allah’tan gayrı taptığınız putlarınızı da ellerinizle kaldırıp atın!”
Bu mukaddes sözü duyan müşrikler hep birden ellerini çırptılar, “Yâ Muhammed,” dediler, “sen bunca ilâhları, bir tek ilâh mı yapmak istiyorsun? İşine şaşıyoruz doğrusu?”
Sonra da birbirleriyle konuştular:
“Vallahi, bu adam, size istemediğiniz şeyi veriyor. Gidin, Allah sizinle onun arasında hükmünü verinceye kadar, atalarınızın dininde direnin.”1
Cenâb-ı Hak, onların bu hareketlerini Kur’ân’ı Keriminde bize şöyle haber verir:
“Bütün ilâhları tek bir ilâh mı yapacakmış? Bu ne acâip şey!” Onların ileri gelenleri, ‘Haydi yürüyün’ diyerek oradan ayrıldılar. ‘İlâhlarınıza bağlılıkla direnin. Sizden istenen şey budur.’”2
Resûl-i Ekremin, amcasını İslâma dâveti
Ebû Tâlib, müşriklerle arasında geçen konuşmadan sonra Peygamberimize, “Vallahi, ey kardeşimin oğlu! Senin onlardan istediğin şeyi, ben hak ve hakikatten uzak görmedim” dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, sevdiği ve saydığı amcasının Müslüman olacağı ümidiyle sevinç içinde, “Ey Amca!” dedi. “Gel, bari sen ‘Lâ ilâhe illallah’ de de, onunla sana âhirette şefâat edebileyim.”
Fahr-i Kâinatın bu candan ve samimi arzusuna ne yazık ki, amcası gönlünü ferahlatıcı bir cevap vermedi.
“Yeğenim,” dedi, “vallahi, benden sonra, sana ve atalarının oğluna, çok yaşlanmaktan dolayı bunaklık atfetmeleri korkusu olmasaydı, istediğin şeyi söyleyip, sana tabi olurdum. Kureyş, o istediğin sözü, ölümden korkarak söylediğimi zannedecekleri için, söyleyemeyeceğim.”
Fakat, buna rağmen, sevgili Peygamberimiz, amcasını İslâma dâvetten ve teşvikten vazgeçmedi. Mübârek kalbi, kendisini canı gibi seven amcasının îmânsız gittiği takdirde uğrayacağı dehşetli akibetin ızdırabıyla çarpıyor ve devamlı, “Ey amca, ‘La ilâhe illallah’ de ki onunla âhirette sana şefaat edebileyim” diyordu.
Yine böyle bir dâvet ve teşvikte bulunduğu sırada, Ebû Talib’in başucunda Ebû Cehil ile Abdullah bin Ebî Ümeyye de vardı. İkisi de, “Yâ Ebû Talib! Sen, Abdülmuttalib’in milletinden, onun dininden yüz mü çevireceksin?” dediler.
Resûl-i Ekrem, müşriklerin bu sözlerine aldırış etmedi ve kelime-i tevhidi amcasına arza devam etti. Onlar da aynı şekilde sözlerini tekrarlayıp durdular. Sonunda Ebû Tâlib kendisinin Abdülmuttalib’in dini üzere olduğunu söyledi.1
Buna rağmen Peygamberimizin mübârek gönlü, kendisini çok seven amcasının, kendisine her türlü eziyet ve hakareti revâ gören müşriklerle aynı âkibete uğramaktan derin ızdırab duyuyor ve “Ey Amca, şunu bilmelisin ki, Allah tarafından alıkonuncaya kadar, senin affedilmeni isteyip duracağım”2 diyordu.
Nihâyet, Ebû Talib, makbul bir îmâna nâil olamadan 87 yaşında iken dünyaya gözlerini yumdu.3
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, indirdiği âyet-i kerime ile Resûlullahın şahsında bütün mü’minlere hitap etti:
“Sen, sevdiğin kişiyi hidâyete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidâyet verir. Doğru yolda olanları en iyi bilen de Odur.”1
Resûl-i Ekrem Efendimizin mübârek ve nazik kalbi, amcasının vefâtıyla fazlasıyla acı duydu. Gözleri yaşla doldu ve mübârek dudaklarından şu cümleler döküldü:
“Allah ona rahmet etsin. Mağfiretini ihsan buyursun.”
Vefatı sırasında Hz. Abbas da Ebû Tâlib’in başucunda bulunuyordu. Hz. Abbas o sırada henüz Müslüman olmamıştı. Tam öldüğü sırada dudaklarının kımıldadığını görünce, kulak verip dinledi ve “Lâ ilâhe illallah” dediğini işitti. Resûl-i Ekrem Efendimize, “Ey kardeşimin oğlu! Vallahi, kardeşim Ebû Tâlib, senin söylemesini istediğin tevhid kelimesini söyledi” dedi.
Resûl-i Kibriyâ, gözyaşları arasında, “Ben işitmedim” buyurdu.2
Amcasını kaybedişinden dolayı, bütün insanlığa rahmet hazinesi olan kalbi teessür içinde olan rahmet Peygamberi Efendimiz, cenâzesinin arkasından da şöyle duâ etti:
“Amca, Rabbim seni rahmetine eriştirsin, hayırla mükâfatlandırsın.”3
Bu sırada yine mevzu ile ilgili şu âyet-i kerime nazil oldu ve mü’minlere değişmez bir ölçü verdi:
“Akrabâ bile olsalar, onların Cehennemlik oldukları ortaya çıktıktan sonra müşrikler hakkında Allah’tan af dilemek, ne Peygambere ve ne de îmân edenlere uygun düşmez.”4
Amcasının vefatı Resûl-i Ekremi hem üzdü, hem de derinden derine düşündürdü. Zira kendisine o âna kadar zahirî hâmilik eden, müşriklerin şirretliklerinden muhafaza etmeye çalışan o idi. Gerçekten en zor ve çetin şartlar altında bile çok sevdiği yeğeninin koruyuculuğunu esirgememiş, akrabalarının düşmanlıkları pahasına himâyeden vazgeçmemişti. Bu himâye sebebiyle Kureyş müşrikleri Peygamber Efendimize fazla ilişememişlerdi.
Ama şimdi ortada Ebû Tâlib yoktu. Müşriklerin dinmek bilmez kin ve husumetlerinin eseri olan taşkınlıklarına karşı kendisini zahîren koruyacak kimse kalmamıştı. Ama, Cenâb-ı Hakkın muhafaza ve himâyesi de hiç bir maddî himâyeci ve koruyucuya ihtiyaç bırakmayacak tarzda sevgili Resûlünün üzerinde bundan böyle de eksik olmadı.
Ebû Talib’in îmânı meselesi
Ebû Tâlib’in îmânı meselesinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Şiâ âlimleri îmânlı gittiğine kâildirler. Ehl-i Sünnet âlimlerinin ekserisi ise, îmân etmediğini söylemektedirler. Bununla birlikte Peygamber Efendimizle iftihar ettiği ve onun peygamberliğini kalben tasdik ettiğine dâir bazı emareler şiirlerinden anlaşılmaktadır.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de bu hususla ilgili olarak şöyle der: “Ehl-i Teşeyyu (şialar), îmânına kâil; ehl-i sünnetin ekserisi ise, îmânına kâil değildir. Fakat, benim kalbime gelen budur ki: Ebû Tâlib, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Risâletini değil, şahsını, zâtını gayet ciddi severdi. Onun—o gayet ciddi—o şahsî şefkatı ve muhabbeti, elbette zâyie gitmeyecektir. Evet, ciddi bir surette Cenâb-ı Hakkın Habib-i Ekremini sevmiş ve himâye etmiş ve taraftarlık göstermiş olan Ebû Tâlib’in; inkâra ve inâda değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiyye gibi hissiyata binâen makbul bir îmân getirmemesi üzerine Cehenneme gitse de, yine Cehennem içinde bir nevi hususî Cenneti, onun hasenâtına mükâfaten halkedebilir. Kışta bâzı yerde baharı halkettiği ve zindanda—uyku vasıtasıyla—bâzı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususî Cehennemi, hususî bir nevi Cennete çevirebilir…”1
Hz. Hatice’nin vefatı
Ebû Tâlib’in vefâtından üç gün gibi kısa bir zaman sonra, Efendimizin pâk zevcesi Hz. Hatice de bi’setin 10. yılı, Ramazan ayında 65 yaşında iken fâni dünyadan ebedî âleme göç etti. Namazını bizzat Resûl-i Kibriyâ Efendimiz kıldırdı ve Hacun Kabristanına defnedilirken gözlerinde yaş, onu örten kara toprağı uzun uzun seyretti.
Ard arda vuku bulan bu acı hâdiseler Nebiyy-i Muhterem Efendimize pek ziyâde hüzün ve elem verdi. Çünkü Hz. Hatice, teslimiyeti, itâati, kalbinin rikkati, vefakârlığı, şefkatı, îmânının kuvveti, sadakat ve faziletiyle onun yeryüzünde en büyük destek ve tesellicisi idi. Herkes düşman iken Risâletini ilk defa o tasdik etmişti. Herkes, ondan uzaklaşıp kaçarken o, kendine kalbini açmış ve muhabbetini rikkatli kalbine gömmüştü. En sıkıntılı zamanlarında tek teselli kaynağı olmuştu.
Resûl-i Kibriyâ Efendimizin bu derin teessüründe Hz. Hatice-i Kübrâ’ya olan müstesna sevgisinin de şüphesiz büyük payı vardı. Öyle ki, vefâtından sonra bile onu hiçbir zaman unutmadı ve yeri geldikçe ondan takdirle, rahmet ve muhabbetle bahsederek hatırasını yâdederdi. Ona olan sevgisinin bir tezahürü olarak, akrabalarına dahi yardımda bulunur, şefkat ve merhametini onlardan hiçbir zaman eksik etmezdi.
Günün birinde Hz. Hatice’nin kızkardeşi Hâle’nin sesini duyunca hemen sevgili hanımını anmıştı. Buna şâhid olan Hz. Âişe Vâlidemiz; “Allah’ın kendisine ondan daha genç ve güzel hanımlar verdiğini” söylemişti.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Âişe’nin bu sözlerinden rahatsız olduğunu belli etmiş ve Hz. Hatice’nin iyilik ve faziletlerinden bahsetmişti. Habib-i Kibriyânın söylediklerinden rahatsız olduğunu anlayan ferasetli Âişe (r.a.) içtenlikle, “Yâ Resûlalah! Seni Peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, bundan sonra Hatice’nin menkıbelerini her zaman anlatmanı istiyorum”1 diyerek gönlünü almaya çalışmıştı.
Yine, Resûl-i Ekremin Hz. Hatice Validemizi dâimâ takdir ve muhabbetle yâdettiğini ve Hz. Âişe Validemizin bunu kıskandığını, bizzat Hz. Âişe’nin (r.a.) şu ifâdelerinden öğreniyoruz:
“Nebinin (a.s.m.) kadınlarından hiç birini, Hz. Hatice’yi kıskandığım kadar kıskanmadım. Halbuki, onu Resûlullahın yanında görmemiştim bile! Fakat, Resûlullah, onu benim yanımda çok yâdederdi. Çok kere koyun keser, Hz. Hatice’nin samimi arkadaşlarına et gönderirdi. Bazen ben sabırsızlık göstererek, ‘Sanki yeryüzünde Hatice’den başka kadın yok mu?’ derdim. Resûlullah da, ‘Hatice şöyle idi, Hatice böyle idi’ diye iyiliklerini sayar ve ‘Ondan çocuklarım var’ buyururdu.”2
Resûlullah Efendimiz Hira’ya devam ettiği sıralarda Hz. Hatice Validemiz de ona yiyecek taşırdı.
Bu sırada bir gün Cebrâil (a.s.) gelerek, “Yâ Resûlallah! İşte şu uzaktan sana doğru gelen Hatice’dir. Yanında içinde yemek bulunan bir kab var. Yanına geldiği zaman, ona Rabbinden ve benden selâm söyle! Cennette inciden yapılmış bir sarayın kendisine verileceğini müjdele ki, onun içinde ne gürültü patırtı vardır, ne de çalışmak çabalamak”3 dedi.
Hz. Ali’de Resûlullahın şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
“Kendi zamanımdaki kadınların hayırlısı İmrân’ın kızı Meryem’di. Bu ümmetin kadınlarının hayırlısı da Hatice’dir”4 demiştir.
Ard arda vuku bulan bu acı hâdiselerin mübârek kalbleri üzerinde bıraktığı derin teessür ve elem sebebiyle Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bi’setin bu 10. yılını “senetü’l-hüzün (hüzün yılı)” olarak isimlendirdi.
Müşrikler eziyet ve hakaretlerini arttırıyor
Ebû Tâlib’in vefâtına Peygamber Efendimiz ve Müslümanlar üzülürken, müşrikler ise sevindiler. Artık, karşılarında sevgili Peygamberimize arka çıkacak Hâşimoğullarının reisi yoktu. Bunu fırsat bilerek eziyet ve hakaretlerine hız verdiler. Ebû Tâlib’in hayatında cür’et edemedikleri bir çok taşkınlık ve insafsızca hareketlerde bulunmaya başladılar.
Resûl-i Ekrem, bir gün yoldan geçerken, müşriklerden biri, üstünü başını toz toprak içinde bırakmıştı. Bu âdice harekete hiç bir karşılık vermeden öylece evine dönmüştü. Sevgili babasının, bu halini gören Hz. Fâtıma, onun üstünü başını temizlerken, göz yaşlarını tutamamış ve hüngür hüngür ağlamıştı. Bir süre önce annesini kaybetmekle zaten gönlü mahzun ve kırık olan Hz. Fâtıma, babasını da bu halde görmekle âdeta kalbinden vurulmuştu. Sanki o damlalar gözünden değil, kalbinden, ruhundan akıp geliyordu.
Şefkat menbaı Peygamberimiz dayanılmaz bu manzara karşısında yine itidalini muhafaza etti, yine yüce Yaratıcısına güvendi, yine Ona döndü ve ağlayan mâsum yavrusunun gözyaşlarını mübârek eliyle silerek, “Ağlama kızım ağlama, Allah babanı koruyacaktır” dedi.
Sonra da düşünceli düşünceli ilâve etti:
“Ebû Tâlib’in ölümüne kadar müşrikler bana böyle eziyet ve hakarete cür’et etmemişlerdi.”1
Bu devrede, müşriklerin eziyet ve hakaretleri öylesine insanlık dışı bir hüviyete bürünmüştü ki, Ebû Leheb gibi İslâmın en büyük bir düşmanının dahi gayretine dokunmuş, onun bile akrabalık damarını tahrik etmiş ve bu durum böyle sürerse Efendimize arka çıkacağını bile ifâde etmesine sebep olmuştu.
Ebû Leheb’in bu sözleri üzerine müşrikler bir süre Peygamberimizden uzak durdular. Ne var ki, Ebû Leheb’in akrabalık bağından gelen sun’î himâyesi pek fazla sürmedi. Resûl-i Ekremin halkı Allah’a îmâna dâveti karşısında, tahammülü ve nesebî taraftarlığı kısa zamanda tükendi ve himâyeden vazgeçtiğini ilân etti. Himâyeden vazgeçmekle de kalmadı, eski düşmanlığını da aynı şiddetiyle devam ettirdi. Ömrünün sonuna kadar bu düşmanlığından vazgeçmedi.
* * *
Resulullah Tebliğe Devam Ediyor
Peygamberimizin Hz. Âişe ile nişanlanması
Hz. Hatice Validemizin vefâtı ile Resûl-i Kibriyâ Efendimizin âile hayatında bir boşluk meydana gelmişti. Hem Efendimiz, hem de Sahabîler bu durumun farkında idiler.
Bir gün, Osman bin Maz’un Hazretlerinin hanımı Havle Hâtun, Habib-i Kibriyâ Efendimizin huzuruna geldi ve “Yâ Resûlallah! Yanına girince birden Hatice’nin yokluğunu hissettim” dedi.
Resûl-i Ekrem, bunun üzerine, “Evet, o çoluk çocuklarımın anası, evimin de görüp gözeticisi idi” buyurarak âile hayatında Hz. Hatice-i Kübrâ’nın ebedî âleme irtihâli ile meydana gelen boşluğu ifade etmeye çalışmıştı. Bundan sonra aralarında şöyle bir konuşma cereyan etti:
“Yâ Resûlallah! Evlenmek ister misin?”
“Kiminle?”
“Ebû Bekir’in kızı Âişe veya Sevde bint-i Zem’a ile.”
“Git, benim için ikisi hakkında da konuş!”
Bunun üzerine, Havle Hâtun doğruca Hz. Ebû Bekir’in evine vardı. Evde, Hz. Âişe’nin annesi Ümmü Rûman vardı, “Ey Ümmü Rûman” dedi. “Allah’ın, hayır ve bereketten size neyi eriştirdiğini biliyor musunuz?”
Ümmü Rûman, “Nedir?” diye sorunca da Havle, “Resûlullah, Âişe’yi istemek için beni gönderdi” cevabını verdi.
Hz. Ebû Bekir o anda evde bulunmadığından Ümmü Rûman, Havle Hatun’a, “Ebû Bekir’in gelmesini bekle” dedi.
Hz. Ebû Bekir gelince, Havle aynı şeyi ona da anlattı: “Yâ Hz. Ebû Bekir” dedi. “Allah’ın, hayır ve bereketten size neyi eriştirdiğini biliyor musunuz?”
Hz. Ebû Bekir, “Nedir o?” diye sordu.
Havle, “Resûlullah, Âişe’yi istemek için beni gönderdi” cevabını verdi.
Hz. Ebû Bekir, bir müddet düşündükten sonra, “Âişe kardeşinin kızı demek olduğuna göre, ona helâl olur mu?” diye konuştu.
Havle, derhal dönüp, durumu kendilerine anlatınca, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz şöyle buyurdu:
“Ebû Bekir’in yanına dön! Tarafımdan ona benim sana kardeş oluşum, senin de bana kardeş oluşun [kan ve süt kardeşliği değil] İslâmda kardeşliktir. Senin kızın bu sebeple bana helâldir de!” buyurdu.
Havle, dönüp bunu bildirince Hz. Ebû Bekir’in tereddüdü ortadan kalktı ve kerimesi Hz. Âişe’yi Resûl-i Kibriyâ Efendimize Şevvâl ayında nişanlayıp nikâhladı. Ancak düğün, sonraya bırakıldı.1
Efendimizin Hz. Sevde ile evlenmesi
Bundan sonra, Havle Hâtun, Sevde bint-i Zem’a’ya gitti.
Hz. Sevde, Sekrân bin Amr’ın zevcesi idi. İlk Müslüman kadınlardandı ve kocasıyla birlikte Habeşistan’a hicret etmişti. Daha sonra Mekke’ye dönmüşlerdi. Mekke’ye döndüklerinde Hz. Sevde bir gece rüyâsında ayın süzülüp üzerine iniverdiğini görmüştü. Bunu kocasına anlatınca da, şu karşılığı almıştı:
“Eğer rüyân doğru ise, ben yakında öleceğim. Benden sonra da sen Resûlullah ile evleneceksin.”
Hakikaten de, kısa bir zaman sonra Sekrân, hastalanıp vefat etmişti.
Böylece, Hz. Sevde de dul kalmıştı.
Havle Hâtun kendisine, “Resûlullah beni, sana dünürlük için gönderdi” deyince, Hz. Sevde son derece sevindi. Ancak bir tereddüdü vardı: Acaba Nebiyy-i Ekrem, yanında bulunan beş küçük çocuğuna da rıza gösterebilecek miydi?
Bu endişe ve tereddüt sebebiyle, Resûl-i Kibriyâ Efendimize hemen cevap vermedi. Resûlullah dini, îmânı uğruna yerini, yurdunu, akrabasını terk edip yabancı bir diyara göç edecek kadar fedakârlık ve kahramanlıkta bulunmuş bu mücahideyi şereflendirmek ve taltif etmek istiyordu. Buna binâen kendisinden bir cevabın gelmediğini görünce, bir gün bizzat kendisiyle görüştü. “Seni, benimle evlenmekten alıkoyan nedir?” diye sordu.
Hz. Sevde, “Vallahi, yâ Resûlallah, beni seninle evlenmekten alıkoyan hiç bir mühim sebep yoktur. Ancak, şu çocuklarım sabah akşam başında vızıldayacaklarını düşünüyorum da, onun için çekiniyorum” diye cevap verdi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Allah sana rahmet etsin! Kadınların hayırlısı, küçük çocuklarından dolayı zorluklarla karşılaşandır” buyurarak bu endişe ve tereddüdüne mahal olmadığını belirtti.
Sonra da, “Seni nikâhlamak için, kavminden birini vazifelendir” dedi.
Hz. Sevde, kaynı Hâtip bin Amr’e salâhiyet verdi. O da Hz. Sevde’yi bi’setin 10. yılında Resûl-i Kibriyâ Efendimize nikâhladı. O sırada, Hz. Sevde 55 yaşlarında idi.1
Görüldüğü gibi, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, akrabalarından ayrılarak îmân safına intikal etmiş ve bir daha akrabalarının üzerinde bulunduğu şirk inancına dönmek istemeyen bu mücahide yaşlı hanımı sadece Allah’a ve Allah’ın dinine bağlılık ve sadakatından dolayı himâyesi altına alıyor ve onu mü’minlerin annesi olama şerefine ulaştırıyordu.
* * *
Resul-i Ekrem Efendimizin Taif''e Gidişi
Müşrikler, Ebû Tâlib ve Hz. Hatice’nin vefâtlarını fırsat bildiler. Âdeta bu zamanı bekliyorlarmış gibi, Peygamber Efendimize revâ gördükleri ezâ ve cefâlarını birden kat kat arttırdılar. Öyle ki, Efendimiz onların zulüm, hakaret ve işkencelerinden dini neşretme vazifesini âdeta yapamaz hale gelmişti.
Müşriklerin bu insafsız ve merhametsiz tutumu, Resûl-i Kibriyâ Efendimizi fazlasıyla müteessir ediyordu. Bu sebeple Tâif’e gitmeye karar verdi. Maksadı, Kureyş müşriklerine karşı Tâif’te oturan Sakif Kabilesinden kendisini korumalarını ve İslâm dâvâsını kabul etmelerini istemekti.
Tâif, Arabistan’ın mühim yerlerinden biriydi. Bağ ve bahçeleriyle şöhret bulmuştu. Ayrıca, Resûlullahın süt annesi Halime’nin mensup olduğu Beni Sa’d Kabilesi de buraya yakın oturuyordu. Dolayısıyla Efendimiz, bu belde sakinlerinin İslâma alâka duyup îmânla şereflenebilecekleri ümidini besliyordu. Bu ümidi tahakkuk ettiği takdirde, Kureyş müşriklerine karşı büyük bir güç de elde etmiş olacaktı.
Tarih, bi’setin 10. yılı, Şevvâl ayının 27’sini gösteriyordu.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Hz. Zeyd bin Hârise ile birlikte gizlice Mekke’den ayrılarak Tâif’e vardı. Orada Sakif Kabilesi ileri gelenleriyle görüşmeye başladı. Onları İslâm dinine dâvet etti. Kavminden muhalefet edenlere, kendisiyle birlikte karşı koymalarını taleb etmek için geldiğini anlattı. Ancak, kaldığı on gün zarfında hiç bir müsbet netice elde edemedi. Üstelik hakaret ve istihza ile mukabele gördü. Türlü türlü ithamlara maruz kaldı.
Reislerinden biri, “Allah, peygamber göndermek için senden başka kimse bulamadı mı?” diyecek kadar küstahlıkta ileri gidip mübârek kalblerini teessüre boğdu.
Bir başkası, “Vallahi” dedi. “Ben hiç bir zaman seninle konuşmayacağım. Çünkü, sen şayet dediğin gibi Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber isen, senin sözünü reddetmekle kendimi büyük tehlikeye atmak istemem. Eğer, sen Allah’ın Peygamberiyim diye Allah adına hilâf-ı hakikat konuşuyorsan, o takdirde de ben seninle konuşmaya lüzum görmem.”1
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu davranışları ve sözleri üzerine Sakîflilerden hayır gelmeyeceğini anladı ve bundan müteessir oldu.
Müşriklerin bu durumu haber alıp cür’etlerini arttırmalarından endişe duyduğu için de yanlarından ayrılacağı sırada onlara, “Bâri konuştuklarımız aramızda kalsın! Başka kimse duymasın!” dedi.
Ne var ki, şirk inancının kuvvetle yaşandığı ikinci bir belde olan Tâif sakinleri Resûl-i Zişânın bu arzusunu da kabul etmediler. Gençlerinin İslâmiyete alâka duymalarından korkarak, iki cihan güneşi Efendimize şöyle dediler:
“Memleketimizden çık da, nereye gidersen git! Kavmin ve hemşehrilerin söylediklerini kabul etmeyince, çıkıp bize geldin! Vallahi, biz de senden elimizden geldiğince uzak duracağız, isteklerini kabul etmeyeceğiz.”2
Lât ve Uzza’ya tapmakta Mekkeli müşriklerle yarışıp duran Sakifliler bu çirkin sözlerle de yetinmediler. Beldelerinde misafir olarak bulunan cihan Peygamberine ayak takımını, sokak gençlerini ve kölelerini kışkırtarak saldırttılar.
Gözü dönmüş, kendini bilmez küstahlar, yolun iki tarafında sıralanarak Kâinatın Efendisi ve Hazret-i Zeyd’i taşa tuttular. Resûlullahın mübârek ayakları kana bulandı. Öyle ki, isâbet eden taşların açtığı yaraların acısı yürümeye engel olur hale geldi. Resûl-i Ekrem, zaman zaman oturmak zorunda kaldı. Ama bu vicdansızlar, her seferinde onu zorla ayağa kaldırarak, yeniden yaralı ayaklarını taş yağmuruna tutuyorlardı. Ayak takımı, Peygamber Efendimizi ızdırap içinde bırakırken, taşlarıyla beraber kahkahalar da savuruyorlardı.
Hz. Zeyd, hayatını hiçe sayarcasına vücudunu Resûl-i Kibriyâ’ya siper etmişti. Şirk ehlinin elinden çıkan taşların ona ulaşmasına mani olmaya çalışıyordu. Ama nafile idi. O da kan revân içinde kaldı.
Resûl-i Ekrem, bu âdice saldırıdan ancak kendini bir bağa atmakla kurtarabildi. Bağın sahipleri kendilerine uzaktan akraba sayılan Utbe ve Şeybe bin Rabia adında iki kardeşti.
Resûl-i Ekrem bitkin bir vaziyette kendisini bir asmanın altına attı. İnsanlığı utandıracak bu âdice saldırının tesirinden biraz olsun kurtulduktan sonra şu hazin münacaatta bulundu:
“Allah’ım! Kuvvetsiz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hakîr görüldüğümü ancak sana arzeder, sana şikâyet ederim.
“Ey merhametlilerin merhametlisi olan Allah! Herkesin hakir görüp de dalına bindiği, çaresizlerin Rabbi ancak Sensin. Benim Rabbim de ancak Sensin. Sen, beni kötü huylu, yüzsüz bir düşman eline düşürmeyecek kadar merhamet sahibisin.
“Allah’ım! Yeter ki, Senin gazabına uğramayayım. Ne çekersem ona katlanırım. Fakat senin af ve mağfiretin bunları bana yaptırmayacak kadar geniştir.
“Allah’ım! Senin gazabına uğramaktan, İlâhi rızandan uzak durmaktan, Senin o zulmetleri aydınlatan ve âhiret işlerini yoluna koyan İlâhi nuruna sığınırım!
“Allah’ım! Sen razı oluncaya kadar, affını dilerim!
“Allah’ım! Her kuvvet, her kudret ancak seninle kâimdir!”1
Köle Addas
Bağ sahipleri, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin maruz kaldığı şen’i ve menfur saldırıyı uzaktan seyretmişler ve acıma duyguları harekete geçmişti. Köleleri Addas’la Efendimize biraz üzüm göndererek ikrâmda bulundular.
Addas tabak içindeki üzümü alıp Peygamber Efendimize getirdi. Resûl-i Ekrem üzümü, “Bismillah” diyerek alıp yemeğe başlayınca Addas’ın dikkatini çekti. Kendi kendine, “Vallahi” dedi. “Bu sözü, bu beldenin halkı bilmezler ve söylemezler.”
Fahr-i Âlem Efendimiz, “Ey Addas, sen hangi dindensin?” diye sordu.
Addas, “Ninevalıyım ve Hıristiyanım” cevabını verdi.
“Demek, sen o salih kişi Yunus İbn-i Mettâ’nın hemşehrisisin?”
“Sen, Yunus İbn-i Mettâ’yı nereden biliyorsun?”
“O, benim kardeşimdir. O bir peygamberdi. Ben de peygamberim.”
Bunun üzerine, Addas kendisini tutamadı ve Resûlullah Efendimizin başını, ellerini ve ayaklarını öptü.
Manzarayı uzaktan seyreden bağ sahiplerinden biri diğerine, “Senin adamın,” dedi, “gözünün önünde kölenin itikadını bozdu.”
Addas, yanlarına dönünce de ikisi birden ona çıkıştılar.
“Yazıklar olsun sana, Addas! Sen bu adamın başını, ellerini ve ayaklarını nasıl öptün?”
Addas’ın efendilerine cevabı ise şu oldu:
“Yeryüzünde, bu zâttan daha hayırlı bir kimse yok! Bana bir şey bildirdi ki, onu ancak bir peygamber bilebilir.”1
Peygamberimizin şefkat ve merhameti
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bağdan ayrılıp düşünceli düşünceli ve Sakif Kabilesiyle, Tâiflilerden maksadına muvafık bir netice alamamanın teessürü içinde yoluna devam etti. Mekke’ye iki konaklık bir mesafe kalmıştı ki, zâtını bir bulutun gölgelemekte olduğunu gördü. Dikkatlice bakınca, bulutun içinde Hz. Cebrâil’i fark etti.
Cebrâil (a.s.) seslendi:
“Şüphesiz Allah, kavminin sana neler söylediğini işitti. Sana şu dağlar meleğini gönderdi. Kavmin hakkında dilediğini yapmak üzere ona emredebilirsin.”
O anda görünen dağlar meleği de emrine âmade olduğunu ve istediği takdirde Ebû Kubeys ile Kuaykıan dağlarını müşriklerin üzerine kapanırcasına birbirine kavuşturabileceğini söyledi.
Fakat, şefkat ve merhamet kaynağı Resûl-i Ekremin arzusu başka idi. Dağlar meleğine şu cevabı verdi:
“Hayır, ben böyle bir şey istemem. İstediğim tek şey, Hak Teâlâ’nın bu müşriklerin sülbünden, Allah’a hiç bir şeyi ortak koşmaksızın ibâdet edecek bir nesil ortaya çıkarmasıdır.”1
Evet, Peygamber Efendimizin maksat ve gayesi insanları bedduâlarla yok etmek, belâ ve musîbetlere uğratıp perişan etmek değildi. Aksine, insanların îmâna kavuşması, hidâyete ulaşması ve ebedî saadete ermesiydi. Her adımını bu gayenin tahakkuku için atıyor, her hareketini bu ulvî maksat için yapıyor, her teşebbüsünde bu eşsiz hedef bulunuyordu. Bu sebeple her dakikası bir nevi ibadetle geçiyor ve her anı nûrlu bir manzara olarak maziye akıp gidiyordu.
Cinler de Peygamberimizi dinliyor
Peygamber Efendimiz, Mekke’ye varmadan Nahle adlı mevkide bir müddet istirahat etti. Namaza durduğu bir sırada Nusaybin cinlerinden bazıları oradan geçerken, Efendimizin okuduğu Kur’ân’ı duyunca, durarak dinlediler ve orada Müslüman oldular. Sonra da kavimlerine dönerek onları îmâna dâvet ettiler.1 Kur’ân-ı Kerim, bu hâdiseden bize şu şekilde haber verir:
“Hani, Kur’ân’ı dinlemeleri için cinlerden bir topluluğu sana göndermiştik. Huzuruna geldiklerinde, birbirlerine ‘Susun’ dediler. Kur’ân okunduktan sonra da, inkâr ve isyandan sakındırmak üzere kavimlerine döndüler.
“‘Ey kavmimiz,’ dediler. “Biz Mûsâ’dan sonra indirilen, kendisinden önceki kitapları doğrulayan, hakka ve dos doğru bir yola ileten bir kitap dinledik.
“‘Ey kavmimiz! Sizi Allah’a çağıran peygambere uyun ve ona îmân edin ki, Allah da sizin günahlarınızı bağışlasın ve acı bir azaptan sizi korusun.’”2
Mekke’ye giriş
Peygamber Efendimiz, Batn-ı Nahle’de bir müddet ikâmet ettikten sonra Mekke’ye yöneldi. Kureyş’in kendisini kolay kolay Mekke’ye sokmayacağını biliyordu. Bunun için o zamanın âdetine göre birinin himâyesi altına girmesi gerekiyordu.
Bu sebeple Hîrâ’ya varınca birini göndererek müşrik Mut’im bin Adiyy’in himâyesini istedi. Mut’im isteğini kabul etti ve oğullarını silahlandırarak, kendisi de beraberinde olduğu halde, Efendimizi Hira’dan alarak Mekke’ye getirdiler.3
Müşrikler, Mut’im’in bu hareketine çok kızdılar, ama ses çıkarmadılar.
Fahr-i Âlem Efendimiz, müşriklerin kin saçan bakışları arasında Kâbe’yi tavaf etti, Harem-i Şerif’te iki rekât namaz kıldı ve oradan evine gitti.
Başta Peygamberimiz ve bütün Müslümanlar, müşrik olan Mut’im bin Adiyy’in bu iyiliğini ömürleri boyu unutmadılar. Resûl-i Ekrem, onun bu iyiliğini müşriklere karşı kazandığı Bedir Zaferi sonrasında bile yâd etmiştir.
Mut’im’in oğlu Cübeyr, Bedir esirleri hakkında konuşmak için Medine’ye gelmişti. Peygamberimiz onu kabul etmiş, ricâsını dinledikten sonra şöyle demişti:
“Eğer, baban Mut’im hayatta olsaydı ve şu adamlar hakkında ricâda bulunsaydı, şüphesiz ben onları Mut’im’e bağışlardım.”1
Kaynak: Salih Suruç'un "Peygamberimizin Hayatı" isimli kitaptan alınmıştır.
____ALINTIDIR____