Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

ilker

Orta Düzey

  • Konuyu başlatan "ilker"

Mesajlar: 140

Kayıt tarihi: Oct 13th 2006

Konum: Bursa

  • Özel mesaj gönder

1

Sunday, 29.10.2006, 15:59

Hz. Davut...

DAVUT a.s

sad suresi...

17 - Şimdi sen onların dediklerine sabret de kuvvetli kulumuz Davud'u

hatırla. Çünkü o, zikir ve tesbih ile bize yönelmişti.

18 - Biz, dağları onun emrine vermiştik. Akşam-sabah onunla birlikte tesbih

ederlerdi.

19 - Kuşları da toplu olarak onun emrine vermiştik. Hepsi de ona uyarak

zikir ve tesbih ederlerdi.

teFsir...

15-17- KITT: Aslında pusula, bahşiş pusulası demektir. Burada pay

mânâsınadır. Hesap gününe, kıyamete kadar beklemeye lüzum yok, o azabdan

bizim payımızı şimdiden peşin olarak ver, diye alay etmek istiyorlar.

Güçlü, kuvvetli. Rivayet edilir ki, Davud (a.s.) yıl boyunca bir gün oruç

tutar, bir gün yerdi ve gece yarısı namaza kalkardı. Böylece kuvvetinin

aslının, din kuvveti olduğu anlatılmak üzere şu sebebe bağlanıyor: Çünkü o

bir evvabdır (Allah'a yönelmiştir).

EVVAB: "Tevvab" vezninde "evb"den mübalağalı ismi faildir. "Evb", Rağıb'ın

açıkladığına göre, dönüşün bir çeşidi, iradeye bağlı olan kısmıdır.

Dönülmesi gereken yere dönmek demektir. Bu mânâdan "evvab", "tevvab" gibi

Allah'a çokça dönüp yönelen demek olur. Onun için burada "Allah'ın rızasına

çokça dönüp yönelen" diye tefsir etmişlerdi. Ancak hem dan, hem de

müteaddisi olan dan olabilir. ise döndürmek ve "terci" mânâlarına geldiğine

ve seste terci, nağme ve ahenk yapmak veya ses vermek, demek olduğuna göre

iyi terci yapan mânâsını da ifade etmiş olur. Nitekim "Ey dağlar! Onunla

beraber çınlayın." (Sebe', 34/10) âyetinde bu mânâ açıktır. Bu münasebetle

"evvab", Mücahid'den rivayet edildiği üzere, bir de "müsebbih" (çok tesbih

eden) mânâsına tefsir edilmiştir ki, Ebu's-Suud, bunun izahında şöyle

diyor: "İkinci evvab, müsebbih yerine konmuştur. Çünkü tesbihi sesli

yapıyordu. Tesbihi sesli yapan da onu ahenkli yapıyor demektir. Çünkü ardı

ardına fiiline döner durur." Evvab, Allah Teâlâ'ya çok dönen tevbekar demek

olduğuna göre de çok tevbe edenin âdeti, çok zikir, tesbih ve takdis

etmektir. Kamus'ta "evb", kasd ve istikamet mânâlarına da geldiğinden

evvab, çok doğru ve azimli demek de olabilir. Şu halde evvab, birçok

mânâlara ihtimali olan bir kelime olduğundan hepsini aynen bir kelime ile

terceme mümkün olmayacaktır. Bir kere, Allah'a dönüş, sûfilerin "iradeye

bağlı

ölüm" dedikleri "fenâ fillah" (Allah'da fânî olma) makamıdır ki, tevbe ve

inâbe (tevbe ile Hak yoluna dönme) bunun başıdır. Bu makamda meydana gelen

her kuvvet ilâhîdir.

18-Onun için güç ve kuvvetinin sebebinde şöyle buyuruluyor: "Çünkü o bir

evvab idi." Gerçekten biz dağları onunla birlikte emre âmâde kılmıştık.

Öyle ki dağlar, Akşam ve işrak vakitleri tesbih ederlerdi. Bunun zahiri,

onunla beraber sesle tesbih etmeleri, onun tesbihine ses ve nağme yoluyla

cevap vermeleridir. Resulullah'ın avucunda taşların tesbihi gibi olduğu da

söylenmiştir.

İŞRAK VAKTİ: Güneş doğup doğu ufkunda biraz yükselerek ışığının berrak bir

şekilde parlamaya başladığı vakittir ki, ilk kuşluk vaktidir. Yani bayram

namazlarını kıldığımız vakittir. İşrak namazı da sünnettir. Sonra kaba

kuşluk vakti olur.

19- Kuşları da emre âmâde kıldık, toplu halde, toplanmış olarak. Hepsi,

yani dağlar da, kuşlar da hep onun için, yani Davud için evvab idi, yani

hep onun için seslenerek ahenk ile tesbih ediyorlardı. Ne hoştur ki burada

"evvab" fasılasının nağmesiyle, mânâsındaki dönüş ve yönelişe bir misal de

verilmiştir. Mesela Davud, "evvab" deyince, onlar da "evvab" diyorlar.

Bununla beraber bu, sadece bir tekrardan ibaret değil, mânâları farklıdır.

Demin hatırlatıldığı üzere birincisi, dönüşten çok dönen mânâsına, ikincisi

de terci' (nağme ve ahenk) mânâsına kökünden nağme ve ahenk yapan mânâsına

olmuş oluyor. Davud Allah'a dönüyor, onlar Davud'a seslenip nağme

yapıyorlar. Bununla beraber şu mânâ da verilmiştir: Hepsi, yani Davud da,

dağlar da, kuşlar da hep Allah için ahenk ile tesbih yapıyorlardı. Dini,

ibadeti böyle kuvvetli olduğu gibi



sebe suresi...

10 - Andolsun ki, biz Davud'a tarafımızdan bir fazilet verdik. "Ey dağlar!

Onunla beraber tesbih edin." dedik ve bunu kuşlara da (emrettik) ve ona

demiri yumuşattık.

teFsir...

10- Şanıma yemin ederim ki, Davud'a, en güzel "inabe" etmiş olan Davud

(a.s.)'a verdik. Bizden, bizim tarafımızdan, yani gelişi güzel değil, yüce

Allah'ın azametini ayrıca bir özellikle ifade eden sırf ilâhî bir bağış,

olağanüstü bir mucize olarak bir ihsan, o zamana kadar peygamberlere

verilenlerden fazla bir âyet, bir nimet verdik. Şöyle ki: Ey dağlar! Dedik.

Onunla birlikte zikir yapın, ötün, çınlayın siz de ey kuşlar, Enbiya

Sûresi'nde geçen "Dağları ve kuşları Davud ile birlikte tesbih etmek üzere

boyun eğdirmiştik." (Enbiya, 21/79), Sâd Sûresi'nde gelecek olan "Gerçekten

biz dağları kendisine râm eyledik ki bunlar akşamleyin ve kuşluk vakti

onunla birlikte durmayıp tesbih ederlerdi. Toplanıp gelen kuşları da.

Herbiri ona dönücü idi." âyetleri (Sad, 38/18,19) bunun tefsiri

demektir.Yani Davud'a öyle güzel bir ses, öyle şanlı bir eda verilmiştir ki

akşam, sabah tesbih ettikçe onun sesine bütün dağlar ve kuşlar katılırlar,

çınlar öterlerdi. Demek ki güzel sesle nağmeler Davud'un özel bir

üstünlüğü, kuşları dahi başına toplayan bir mucizesi olmuştu. Bu mânâ

iledir ki, Davudî ses meşhur olduğu gibi, Davud'un Mezamir'i (Zebur'un

Sûreleri) de meşhurdur. Bu güzel sanatı, İslam'da kesin olarak kınanmış bir

sanat zannedenler olmuştur. Fakat bilmek gerekir ki, kınanmış olan

fasıklığa yol açan nağmelerdir. Yoksa Kur'ân okunurken, tertil (Kur'ân'ı

usulüne göre okuma) ve sesini güzelleştirme emrolunan bir şeydir. Bu konuda

sahih hadis kitaplarında birçok hadisler vardır. Birçokları "gına"nın yani

musikînin etkisini ruhanî zannederler. Böyle bir zan, ruhu hava

zannetmektir. Ses bir hava titreşimi olduğu için, müziğin doğrudan doğruya

verdiği etki ve heyecan, bir öpücük zevki gibi cismanî ve sinirsel bir

etkidir. "Teganni" yani bir parçayı makamla okuma, ancak bir kelimenin, bir

sözün mânâsını ruha duyurmaya hizmet etmesi itibarıyladır ki ruhanî bir

değer alabilir. Fasıklar hep şehvete yönelen konularla cismanî heyecan

aradıkları için, mânâyı öldürerek sadece sinirlere basan kuru nağmelerle

cismanî etki arar. Bu ise ruhanî şuuru terbiye değil yok eder. Belki fasık

için tamamıyla kendinden geçip hiçbir şey hissetmeyerek mest olmak bir

zevkdir. Fakat dinin, şeriatın vermek istediği zevk bu değil, güzel mânâlı,

mukaddes şuurlu bir hayat yaşatmaktır. Şeriat istiyor ki, Kur'ân okunurken

ses güzelleştirilsin, makamla okunsun, ancak ifadenin metnini bozarak,

mânâyı unutturarak kuru ses izleyen fasıkların bestesiyle ve nağmeleriyle

değil, sözlerin tecvidini, fasihliğini bozmayarak mânâsının, belagatının

(iyi, güzel, pürüssüz

söz söyleme) incelikleriyle duyurarak şuurlu bir hayat yaşatacak olan bir

seda ile okunsun ki, buna Peygamberin hadisinde "lühûn-ı Arap" denmiş,

kırâet ilminde "Tecvid" diye tarif olunmuştur. Bu suretle biz Kur'ân

okunurken Hz. Davud'un mucizesini yaşamış oluruz. Nitekim Kur'ân'ı güzel

okuyan hakkında "Davud ehlinin mizmarlarından bir mizmar verilmiştir" diye

övülmüştür.

Hz. Davud'un dağları boyun eğdiren, uçan kuşları durduran mucizesi de kuru

bir ses oyunundan ibaret, kuru bir terenmüm değil, ruhtan kopup Allah'a arz

olunan kutsama ve tesbihler idi. Nitekim bu mânâyı belagatla ifade için

onunla birlikte dağlar, akıllılar gibi gösterilerek, "Ey dağlar" diye

seslenilerek "Kuşlar" kelimesi onun mahalline atfedilmiştir. Dağlar, kuşlar

böyle emrine râm edildiği gibi, ve ona demiri de yumuşattık. Tefsir

bilginleri bunu şöyle tefsir ediyorlar: Kızdırmaya ve dövmeye muhtaç

olmaksızın elinde bal mumu gibi dilediği şekle koyuverdi. Fahruddin Razî

der ki: "Allah'ın kudretine göre bunu uzak bir ihtimal olarak

görmemelidir." Çünkü görülüyor ki ateşte öyle yumuşuyor, öyle çözülüyor ki,

yazı yazılan mürekkep haline geliyor. O halde aklı başında olanlardan kim

onu ilâhî kudrete göre uzak görür? Gerçi bazı insanlar bundan maksadın,

ateş ile ve alet kullanmakla demir eritmeyi buldu ve ortaya çıkardı demek

olduğu kanaatine varmışlardır. Fakat bu doğru değildir. İnancının zayıflığı

ve Allah'ın kudretine itimatsızlığı onu bu düşünceye sürüklemiştir. Böyle

olmakla birlikte âyetin bu mânâya da ihtimali yok değildir. Demirin

bulunması ve eritilmesi daha eski olsa gerektir. Fakat onu mum gibi

dilediği şekle koyarak elbise dokuyacak derecede hassas sanayi uygulamak

Davud (a.s.)a nasib olmuş bir sanattır. Nitekim Enbiya Sûresi'nde Biz ona

sizin için, savaşınızın şiddetinden korumak için giyecek sanatını

öğrettik.." (Enbiya, 21/80) buyurulmuştu ki, bundan bu sanatın daha

sonrakilere de yadigar kaldığı anlaşılıyor. Çünkü âyetteki "sizin için"

ifadesi Muhammed ümmetinedir. Burada ise bu hikmet şöyle ifade olunuyor.



embiya suresi...

80 - Ona, sizi savaşta korumak için zırh yapma sanatını öğrettik, artık

şükreder misiniz?

teFsir...

78-82-- Hani onlar ikisi de ekin hakkında hükmettiler. Hani milletin

koyunları içinde yayılmıştı. Rivayet olunduğuna göre, Davud (a.s)

koyunların, tazminat olarak tarla sahibine verilmesine hükmetmişti.

Süleyman (a.s) ise, (ekinin, koyun sahibinde kalıp eski haline gelene kadar

tarla sahibinin tazminat olarak koyunların sütünden yararlanmasını her iki

taraf için de daha uygun olduğunu düşünmüştü. "Biz onların hükümlerine

şahitlik."



sebe suresi...

11 - Bol bol zırhlar yap ve biçimlemede ölçüyü gözet dedik. Siz de iyi

işler yapın, çünkü ben her yapacağınızı gözetiyorum.

teFsir...

11- Yap diye, bol bol, geniş geniş zırhlı elbise parçalarını birbirine

ölçülü biçimde tak. Dokunuşunu ve biçimini iyi ölç, biçiminde maharetli ol,

iyi biçime yatır. Deniliyor ki, yüce Allah'ın bu sanatı övmesinin hikmeti

şudur: Bu sanatta "Savaşınızın şiddetinden sizi korumak." (Enbiya, 21/80)

buyurulduğu üzere, Allah katında muhterem olan insanlığı öldürülmekten

korumak ile ruhu koruma vardır. Onun için bunu yapan, kılıç vesaire gibi

saldırı silahı yapanlardan daha hayırlıdır. Dünyada fazla bir silah buluşu

yapan ve onu kullanmasını bilenler insanlığa bir bakımdan yararlı iseler,

ondan korunma vasıtasını bulanlar barışa ve iyiliğe hizmet ettikleri için

daha çok yararlıdırlar. Bu sebeple buyuruluyor ki hem salah ile çalışın,

iyi bir iş yapın. Burada "yap" denilmeyip de "yapın" denilmesi dikkate

değerdir. Bu fiilin öznesi yerine kullanılan çoğul zamiri, Davud ile

birlikte beraberinde bulunanların yerine kullanılmıştır, diye söylemişler

ise de biz bunun, "Savaşınızın şiddetinden sizi korumak." (Enbiya, 21/80)

gibi hikayenin bir ibreti olmak üzere Muhammed ümmetine sesleniş ile bir ek

cümle olduğu kanaatindeyiz ki, şöyle demek olur: Siz de ey Muhammed ümmeti,

iyilik ve barış ile çalışın, daha güzel işler yapın. Çünkü ben ne

yapacağınızı gözetiyorum, her ne yaparsanız görürüm. Yani ona göre

mükafatını veririm.



embiya suresi...

79 - Biz onu(n hükmünü) hemen Süleyman'a bildirmiştik; (zaten) herbirine

hüküm ve ilim vermiştik. Davud'la beraber tesbih etsinler diye, dağları ve

kuşları buyruk altına aldık. (Bütün bunları) yapan bizdik.


bakara suresi...

249 -Talut, ordu ile hareket edince dedi ki: "Allah sizi mutlaka bir

nehirle imtihan edecek. Kim ondan içerse, benden değildir. Kim de onu

tatmazsa, işte o bendendir. Ancak eliyle bir avuç alan başka (bu kadarına

ruhsat vardır)." Derken içlerinden pek azı hariç, hepsi de varır varmaz

ondan içtiler. Talut ve beraberindeki iman eden kimseler nehri

geçtiklerinde. "Bizim bugün, Calut ile ordusuna karşı duracak gücümüz yok."

dediler. Allah'a kavuşacaklarına inanıp, bilenler ise şu cevabı verdiler:

"Nice az topluluklar, Allah'ın izniyle nice çok topluluklara galip

gelmişlerdir. Allah, sabırlılarla beraberdir."

teFsir...

249- Ne zaman ki bunlar tamam olup, Talut askerleriyle hareket etti,

askerlerine hitaben şöyle dedi: Allah sizi mutlaka bir ırmakla imtihan

edecektir. Dolayısıyla ondan her kim içerse benden değil, ve her kim ona

ağzını sürmezse o şüphesiz bendendir, benim askerlerimden veya beni

sevenlerdendir. Ancak eliyle bir avuç alan içlerinden müstesna, bu kadarına

ruhsat vardır. Doğrudan doğruya ağızla içmeye izin yoktur. Talut bir

hükümdar sıfatıyla bu emri, bu talimatı vermişken ırmağa gelince askerlerin

birazı hariç, hepsi de ondan içtiler, emri dinlemediler.

Rivayet olunuyor ki, bir adam bir avuç alır, kendine ve hayvanına yetermiş,

fakat saldırıp içenlerin dudakları morarır, hararetleri artarmış. Bu

bakımdan onlar ırmağın berisinde dökülüp kaldılar da Talut ile iman eden

beraberindeki kimseler ırmağı geçince kalanlar geriden bu gün bizim Calut

ve askerleriyle savaşacak gücümüz yok dediler. Yahut bunlar değil de ırmağı

geçmiş olan müminlerin zayıf kısmı düşmanın çokluğunu görünce, ümitsizliğe

düşüp birbirlerine böyle söylediler. Çünkü müminlerin de imanda dereceleri

farklıdır. Söylediler de ne oldu? Her halde Allah'a kavuşacaklarını bilen

ve bunu bekleyenler, yani ölümden kaçmanın mümkün olmadığını, bugün bu

savaşta ölmezse diğer bir gün mutlaka öleceklerini ve nihayet Allah'ın

huzuruna varacaklarını bilen, bundan dolayı da sözünde duran veya zafer

ümidiyle ya şehid veya gazi olmaya karar veren kesin iman sahipleri, nice

defalar azıcık bir bölük, birçok bölüklere Allah'ın izniyle galip geldiler.

Allah sabır ve sebat edenlerle beraberdir, dediler. Zayıfların kalplerine

de kuvvet verdiler.


250 -Calut ve ordusuna karşı savaş meydanına çıktıkları zaman da şöyle

dediler: "Ey Rabbimiz! Üzerlerimize sabır dök, ayaklarımızı sabit tut ve

kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!"

TeFsir..

250- Ne zaman ki Talut ve beraberindeki bu müminler, Calut ve askerlerine

karşı savaş alanına çıktılar ve düşmanın çokluğunu ve hazırlığını gördüler,

hepsi birden kalb kuvvetiyle Allah'a yalvarıp şöyle dediler: Ey Rabbimiz!

bize sabır yağdır, bizi sabit kıl, ayaklarımızı denk ve yerinde tut,

titretme,

kaydırma, azim ve hedefimizden şaşırtma ve o kâfirler topluluğuna karşı

bize yardım ve zafer ihsan et.



sad suresi....

20 - Biz onun mülkünü kuvvetlendirmiş ve kendisine hikmet ve hakkı batıldan

ayırt etme kabiliyeti vermiştik.

21 - Bir de davacıların kıssası geldi mi sana? Hani surdan aşarak mihraba

ulaşmışlardı.

22 - Davud'un yanına giriverdiler de onlardan telaşe düştü. Ona "Korkma!"

dediler, biz iki davacıyız. Birimiz, birimize haksızlık etti. Şimdi sen

aramızda hak ile hüküm ver ve aşırı gitme de bizi doğru yolun ortasına

çıkar.

23 - Biri: "İşte bu benim kardeşim. Onun doksan dokuz dişi koyunu var,

benim ise bir tek dişi koyunum var. Böyle iken: Onu da bana ver, dedi ve

tartışmada beni yendi" diye anlattı.

24 - Davud dedi ki: "Doğrusu senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak

istemesiyle sana zulmetmiştir. Gerçekten bir cemiyette yaşayanların çoğu

mutlaka birbirlerine haksızlık ediyorlar. Ancak iman edip de salih amel

işleyenler başka. Ama onlar da pek az." Davud, bizim kendisini imtihan

ettiğimizi sanmıştı. Hemen Rabbinden mağfiret diledi, rüku ederek yere

kapandı, tevbe ile Allah'a yöneldi.

25 - Biz de o zannettiği şeyi kendisine bağışladık. Şüphesiz yanımızda onun

bir yakınlığı ve güzel bir dönüş yeri vardır.

26 - Ey Davud! Gerçekten biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. Artık

insanlar arasında hak ile hüküm ver. Keyfe, arzuya uyma ki, seni Allah

yolundan saptırmasın. Çünkü Allah yolundan sapanlar, hesap gününü

unuttukları için kendilerine çok şiddetli bir azab vardır.

TeFsir...

20- hem mülkünü kuvvetlendirmiştik hem de kendisine hikmet, peygamberlik,

ilim ve amelde sağlamlık yahut Zebur ve şeriat ilmi ve fasl-ı hitab, söz

kesimi vermiştik. Yani hakkı batıldan ayırarak tartışmayı ayırt edip kesme

kabiliyeti vermiştik. Kesip atan ayırt edici söz ve sözde iki kıssa arasını

ayıran (Bundan sonra...) gibi ayırıcı söze de fasl-ı hitab denilir. İşte

böyle güçlü ve kuvvetli bir tevbekar idi.

21-22-Bununla beraber bir de geldi mi sana? Bu şekildeki soru, kıssasının

önemine dikkat çekmek içindir. Hasım kıssası. Hasım, aslında masdar olup,

hasımlık yapan (davacı) mânâsına da kullanılır. Tekile, çoğula, erkeğe,

kadına söylenebilir. Nitekim burada şöyle çoğul zamiri gönderiyor. Mihrabın

sûrunu aştıkları zaman.

"Sûr" yüksek duvar; "Mihrab" da köşk, balkon, mânâlarına gelir. Davud'un

huzuruna girdikleri zaman ki, birden bire onlardan

telaş etti. Çünkü bunca muhafızlara rağmen sûr aşılmış, içeri girilmişti.

Fakat girdiler de ne yaptılar? Dediler ki: Korkma, iki hasım, yani biz,

birbiriyle davalı, iki alay davacıyız. Bazımız bazımıza tecavüz etti. Onun

için sen aramızda hak ile hüküm ver. Ve aşırı gitme. Haktan uzaklaşıp,

haksızlık etme de bizi düz yolun ortasına çıkar; adalet yap. Görülüyor ki,

davadan önce bulunan bu sözlü arz-ı hâlin kelimeleri çok şüphe vericidir.

Hele bu hitabında iğneleyip sataşmadan daha ileri giden bir ihtar vardır.

Bunlar, sıradan davacılara benzemiyorlar.

23- O halde dava nedir? denirse İşte şu, mecliste hazır bulunan zat benim

kardeşimdir. Melek olduklarına göre din kardeşi veya arkadaşı diye tefsir

edilmiştir. Fakat zorunlu değildir. Onun doksan dokuz na'cesi var.

"Na'ce", dişi koyuna ve dişi sülüne denildiği gibi, kadına da istiare

edilir. Benim ise bir tek na'cem vardır. Böyle iken onu benim nasibime

bırak, dedi ve hitapta bana ağır bastı. Söyleşmede; yahut aday olmada

hatırlı geldi, üstün çıktı.

24- Dedi ki Davud: Senin bir koyununu, kendi koyunlarına istemekle sana

zulmetmiş vallahi ve gerçekten "halîtlardan" bir çoğu. Burada "huletâ"yı,

yalnız ortaklar, diye tefsir etmek bize eksik geliyor. (kardeş) tabirinden

de anlaşıldığına göre karışık halde bulunan, yani bir toplumda yaşayan

insanlar, kardeşler, dostlar, arkadaşlar, yoldaşlardan birçoğu mutlaka

birbirlerine tecavüz ediyorlar. Ancak iman edip, salih ameller işleyenler

başka. Onlar da pek az ve Davud zannetmişti. Girdikleri zaman veya bu bağiy

(tecavüz) sözünü söylerken sanmıştı ki, biz kendisini sırf bir fitneye

düşürdük. Allah'ın sevki ile mülkünde bir ihtilal oluyor, kendine saldırı

ile bir baskın yaptılar zannetti. Yahut sezmişti ki, kendisine sadece bir

imtihan yaptık. Hemen Rabbinden bağışlanma diledi. Mağfiretini niyaz etti.

Ve rüku ederek secdeye kapandı, ve tevbe ile Allah'a sığındı.

25- Biz de onun için kendisine onu, o zannını veya zannettiğini bağışladık.

Demek mülkünün sağlamlığı ve kuvveti, surdan aşılıp, mihraba

girilivermesine engel olmadığı gibi, öyle bir fitne manzarası görülünce de

"evvab" olan Davud, derhal tevbe ve istiğfar ile Allah'a yönelmede

gecikmemiş ve hemen Allah'ın mağfiretine ermiştir. Zannettiği fitne meydana

gelmemiş, sadece bir ibret dersi olarak kapanmıştır. Bu kıssa münasebetiyle

birçok sözler edilmiş, masallar söylenmiştir. onun için Hz. Ali'nin: "Her

kim Davud hadisesini hikayecilerin rivayet

ettiği gibi anlatırsa ona yüz altmış deynek vururum." dediği naklediliyor.

Özellikle Cenab-ı Hak buyuruyor ki: Ve şüphesiz ki, ona yüce huzurumuzda

mutlaka bir yakınlık ve bir dönüş yeri güzelliği, sonunda varacağı güzel

bir merci, cennette güzel bir makam vardır.

26-Onun için kendisine şöyle hitab edildi: Ey Davud! Şüphesiz ki biz seni

yeryüzünde bir halife yaptık. Yani kendi keyfine göre asaleten hüküm vermek

için değil, Allah Teâlâ'nın adına izafetle, O'nun hükümlerini yürütmekle

görevli ki, Âdem'in yaratılışının hikmeti de bu idi. Şimdi insanlar

arasında hak ile hüküm ver. Çünkü halifeliğin mânâsı budur. Ve hevaya tabi

olma. Nefsin arzusu arkasından gitme, keyfe göre hükmetme ki, seni Allah'ın

yolundan şaşırmasın. Çünkü Allah yolundan sapanlar; Firavunlar gibi hüküm

kendilerinin zannederek Allah'ın hükümlerinden başkasını tatbike

çalışanlar, hesap gününü unuttukları için kendilerine çok şiddetli bir azab

vardır.

Bunun üzerine şu üç âyet, iki kıssa arasında fâsıla âyetleri, yani bir

fasl-ı hitabdır. Bunların da Davud'a hitab olma ihtimali var ise de

"sabret, hatırla!" gibi Hz. Muhammed (s.a.v.)'e hitab olması daha doğrudur.



maide suresi...

78 - İsrailoğulları'ndan küfredenler, Davud ve Meryem'in oğlu İsa diliyle

lanetlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri

yüzündendi.

TeFsir...

78-İşte böyle sapan ve sapıtan kimselerin arzularına uymayınız ve bu

seslenişe karşı da haksız aşırılık edip, " bizim geçmişlerimizde böyle

kimseler yoktur" demeyiniz. Çünkü İsrailoğulları'ndan küfredenlere hem

Davud'un lisanı, hem de Meryem'in oğlu İsa'nın lisanı ile lanet edildi.

Tefsircilerin çoğunluğu demişlerdir ki, Davud'un lisanı ile lanet sebt

ashabına (yahudilere), İsa'nın dili ile lanet mâide ashâbına

(hıristiyanlara) olunmuştu. Eyle ahalisi cumartesi günü zulmettikleri zaman

Davud Aleyhisselam onlara lanet etmiş, maymunlara dönmüşler (Ârâf sûresine

bkz.), sofra ashabı da bu sûrenin sonuna doğru geleceği üzere "maide"

(sofra)nin inmesinden ve ondan faydalandıktan sonra nankörlük etmişler, İsa

Aleyhisselam da beddua ve lanet etmiş, domuzlara dönmüşler. Bu lanet bu

nankörlerin isyan etmeleri ve tecavüz eder olmaları sebebiyle idi.