DAVUT a.s
sad suresi...
17 - Şimdi sen onların dediklerine sabret de kuvvetli kulumuz Davud'u
hatırla. Çünkü o, zikir ve tesbih ile bize yönelmişti.
18 - Biz, dağları onun emrine vermiştik. Akşam-sabah onunla birlikte tesbih
ederlerdi.
19 - Kuşları da toplu olarak onun emrine vermiştik. Hepsi de ona uyarak
zikir ve tesbih ederlerdi.
teFsir...
15-17- KITT: Aslında pusula, bahşiş pusulası demektir. Burada pay
mânâsınadır. Hesap gününe, kıyamete kadar beklemeye lüzum yok, o azabdan
bizim payımızı şimdiden peşin olarak ver, diye alay etmek istiyorlar.
Güçlü, kuvvetli. Rivayet edilir ki, Davud (a.s.) yıl boyunca bir gün oruç
tutar, bir gün yerdi ve gece yarısı namaza kalkardı. Böylece kuvvetinin
aslının, din kuvveti olduğu anlatılmak üzere şu sebebe bağlanıyor: Çünkü o
bir evvabdır (Allah'a yönelmiştir).
EVVAB: "Tevvab" vezninde "evb"den mübalağalı ismi faildir. "Evb", Rağıb'ın
açıkladığına göre, dönüşün bir çeşidi, iradeye bağlı olan kısmıdır.
Dönülmesi gereken yere dönmek demektir. Bu mânâdan "evvab", "tevvab" gibi
Allah'a çokça dönüp yönelen demek olur. Onun için burada "Allah'ın rızasına
çokça dönüp yönelen" diye tefsir etmişlerdi. Ancak hem dan, hem de
müteaddisi olan dan olabilir. ise döndürmek ve "terci" mânâlarına geldiğine
ve seste terci, nağme ve ahenk yapmak veya ses vermek, demek olduğuna göre
iyi terci yapan mânâsını da ifade etmiş olur. Nitekim "Ey dağlar! Onunla
beraber çınlayın." (Sebe', 34/10) âyetinde bu mânâ açıktır. Bu münasebetle
"evvab", Mücahid'den rivayet edildiği üzere, bir de "müsebbih" (çok tesbih
eden) mânâsına tefsir edilmiştir ki, Ebu's-Suud, bunun izahında şöyle
diyor: "İkinci evvab, müsebbih yerine konmuştur. Çünkü tesbihi sesli
yapıyordu. Tesbihi sesli yapan da onu ahenkli yapıyor demektir. Çünkü ardı
ardına fiiline döner durur." Evvab, Allah Teâlâ'ya çok dönen tevbekar demek
olduğuna göre de çok tevbe edenin âdeti, çok zikir, tesbih ve takdis
etmektir. Kamus'ta "evb", kasd ve istikamet mânâlarına da geldiğinden
evvab, çok doğru ve azimli demek de olabilir. Şu halde evvab, birçok
mânâlara ihtimali olan bir kelime olduğundan hepsini aynen bir kelime ile
terceme mümkün olmayacaktır. Bir kere, Allah'a dönüş, sûfilerin "iradeye
bağlı
ölüm" dedikleri "fenâ fillah" (Allah'da fânî olma) makamıdır ki, tevbe ve
inâbe (tevbe ile Hak yoluna dönme) bunun başıdır. Bu makamda meydana gelen
her kuvvet ilâhîdir.
18-Onun için güç ve kuvvetinin sebebinde şöyle buyuruluyor: "Çünkü o bir
evvab idi." Gerçekten biz dağları onunla birlikte emre âmâde kılmıştık.
Öyle ki dağlar, Akşam ve işrak vakitleri tesbih ederlerdi. Bunun zahiri,
onunla beraber sesle tesbih etmeleri, onun tesbihine ses ve nağme yoluyla
cevap vermeleridir. Resulullah'ın avucunda taşların tesbihi gibi olduğu da
söylenmiştir.
İŞRAK VAKTİ: Güneş doğup doğu ufkunda biraz yükselerek ışığının berrak bir
şekilde parlamaya başladığı vakittir ki, ilk kuşluk vaktidir. Yani bayram
namazlarını kıldığımız vakittir. İşrak namazı da sünnettir. Sonra kaba
kuşluk vakti olur.
19- Kuşları da emre âmâde kıldık, toplu halde, toplanmış olarak. Hepsi,
yani dağlar da, kuşlar da hep onun için, yani Davud için evvab idi, yani
hep onun için seslenerek ahenk ile tesbih ediyorlardı. Ne hoştur ki burada
"evvab" fasılasının nağmesiyle, mânâsındaki dönüş ve yönelişe bir misal de
verilmiştir. Mesela Davud, "evvab" deyince, onlar da "evvab" diyorlar.
Bununla beraber bu, sadece bir tekrardan ibaret değil, mânâları farklıdır.
Demin hatırlatıldığı üzere birincisi, dönüşten çok dönen mânâsına, ikincisi
de terci' (nağme ve ahenk) mânâsına kökünden nağme ve ahenk yapan mânâsına
olmuş oluyor. Davud Allah'a dönüyor, onlar Davud'a seslenip nağme
yapıyorlar. Bununla beraber şu mânâ da verilmiştir: Hepsi, yani Davud da,
dağlar da, kuşlar da hep Allah için ahenk ile tesbih yapıyorlardı. Dini,
ibadeti böyle kuvvetli olduğu gibi
sebe suresi...
10 - Andolsun ki, biz Davud'a tarafımızdan bir fazilet verdik. "Ey dağlar!
Onunla beraber tesbih edin." dedik ve bunu kuşlara da (emrettik) ve ona
demiri yumuşattık.
teFsir...
10- Şanıma yemin ederim ki, Davud'a, en güzel "inabe" etmiş olan Davud
(a.s.)'a verdik. Bizden, bizim tarafımızdan, yani gelişi güzel değil, yüce
Allah'ın azametini ayrıca bir özellikle ifade eden sırf ilâhî bir bağış,
olağanüstü bir mucize olarak bir ihsan, o zamana kadar peygamberlere
verilenlerden fazla bir âyet, bir nimet verdik. Şöyle ki: Ey dağlar! Dedik.
Onunla birlikte zikir yapın, ötün, çınlayın siz de ey kuşlar, Enbiya
Sûresi'nde geçen "Dağları ve kuşları Davud ile birlikte tesbih etmek üzere
boyun eğdirmiştik." (Enbiya, 21/79), Sâd Sûresi'nde gelecek olan "Gerçekten
biz dağları kendisine râm eyledik ki bunlar akşamleyin ve kuşluk vakti
onunla birlikte durmayıp tesbih ederlerdi. Toplanıp gelen kuşları da.
Herbiri ona dönücü idi." âyetleri (Sad, 38/18,19) bunun tefsiri
demektir.Yani Davud'a öyle güzel bir ses, öyle şanlı bir eda verilmiştir ki
akşam, sabah tesbih ettikçe onun sesine bütün dağlar ve kuşlar katılırlar,
çınlar öterlerdi. Demek ki güzel sesle nağmeler Davud'un özel bir
üstünlüğü, kuşları dahi başına toplayan bir mucizesi olmuştu. Bu mânâ
iledir ki, Davudî ses meşhur olduğu gibi, Davud'un Mezamir'i (Zebur'un
Sûreleri) de meşhurdur. Bu güzel sanatı, İslam'da kesin olarak kınanmış bir
sanat zannedenler olmuştur. Fakat bilmek gerekir ki, kınanmış olan
fasıklığa yol açan nağmelerdir. Yoksa Kur'ân okunurken, tertil (Kur'ân'ı
usulüne göre okuma) ve sesini güzelleştirme emrolunan bir şeydir. Bu konuda
sahih hadis kitaplarında birçok hadisler vardır. Birçokları "gına"nın yani
musikînin etkisini ruhanî zannederler. Böyle bir zan, ruhu hava
zannetmektir. Ses bir hava titreşimi olduğu için, müziğin doğrudan doğruya
verdiği etki ve heyecan, bir öpücük zevki gibi cismanî ve sinirsel bir
etkidir. "Teganni" yani bir parçayı makamla okuma, ancak bir kelimenin, bir
sözün mânâsını ruha duyurmaya hizmet etmesi itibarıyladır ki ruhanî bir
değer alabilir. Fasıklar hep şehvete yönelen konularla cismanî heyecan
aradıkları için, mânâyı öldürerek sadece sinirlere basan kuru nağmelerle
cismanî etki arar. Bu ise ruhanî şuuru terbiye değil yok eder. Belki fasık
için tamamıyla kendinden geçip hiçbir şey hissetmeyerek mest olmak bir
zevkdir. Fakat dinin, şeriatın vermek istediği zevk bu değil, güzel mânâlı,
mukaddes şuurlu bir hayat yaşatmaktır. Şeriat istiyor ki, Kur'ân okunurken
ses güzelleştirilsin, makamla okunsun, ancak ifadenin metnini bozarak,
mânâyı unutturarak kuru ses izleyen fasıkların bestesiyle ve nağmeleriyle
değil, sözlerin tecvidini, fasihliğini bozmayarak mânâsının, belagatının
(iyi, güzel, pürüssüz
söz söyleme) incelikleriyle duyurarak şuurlu bir hayat yaşatacak olan bir
seda ile okunsun ki, buna Peygamberin hadisinde "lühûn-ı Arap" denmiş,
kırâet ilminde "Tecvid" diye tarif olunmuştur. Bu suretle biz Kur'ân
okunurken Hz. Davud'un mucizesini yaşamış oluruz. Nitekim Kur'ân'ı güzel
okuyan hakkında "Davud ehlinin mizmarlarından bir mizmar verilmiştir" diye
övülmüştür.
Hz. Davud'un dağları boyun eğdiren, uçan kuşları durduran mucizesi de kuru
bir ses oyunundan ibaret, kuru bir terenmüm değil, ruhtan kopup Allah'a arz
olunan kutsama ve tesbihler idi. Nitekim bu mânâyı belagatla ifade için
onunla birlikte dağlar, akıllılar gibi gösterilerek, "Ey dağlar" diye
seslenilerek "Kuşlar" kelimesi onun mahalline atfedilmiştir. Dağlar, kuşlar
böyle emrine râm edildiği gibi, ve ona demiri de yumuşattık. Tefsir
bilginleri bunu şöyle tefsir ediyorlar: Kızdırmaya ve dövmeye muhtaç
olmaksızın elinde bal mumu gibi dilediği şekle koyuverdi. Fahruddin Razî
der ki: "Allah'ın kudretine göre bunu uzak bir ihtimal olarak
görmemelidir." Çünkü görülüyor ki ateşte öyle yumuşuyor, öyle çözülüyor ki,
yazı yazılan mürekkep haline geliyor. O halde aklı başında olanlardan kim
onu ilâhî kudrete göre uzak görür? Gerçi bazı insanlar bundan maksadın,
ateş ile ve alet kullanmakla demir eritmeyi buldu ve ortaya çıkardı demek
olduğu kanaatine varmışlardır. Fakat bu doğru değildir. İnancının zayıflığı
ve Allah'ın kudretine itimatsızlığı onu bu düşünceye sürüklemiştir. Böyle
olmakla birlikte âyetin bu mânâya da ihtimali yok değildir. Demirin
bulunması ve eritilmesi daha eski olsa gerektir. Fakat onu mum gibi
dilediği şekle koyarak elbise dokuyacak derecede hassas sanayi uygulamak
Davud (a.s.)a nasib olmuş bir sanattır. Nitekim Enbiya Sûresi'nde Biz ona
sizin için, savaşınızın şiddetinden korumak için giyecek sanatını
öğrettik.." (Enbiya, 21/80) buyurulmuştu ki, bundan bu sanatın daha
sonrakilere de yadigar kaldığı anlaşılıyor. Çünkü âyetteki "sizin için"
ifadesi Muhammed ümmetinedir. Burada ise bu hikmet şöyle ifade olunuyor.
embiya suresi...
80 - Ona, sizi savaşta korumak için zırh yapma sanatını öğrettik, artık
şükreder misiniz?
teFsir...
78-82-- Hani onlar ikisi de ekin hakkında hükmettiler. Hani milletin
koyunları içinde yayılmıştı. Rivayet olunduğuna göre, Davud (a.s)
koyunların, tazminat olarak tarla sahibine verilmesine hükmetmişti.
Süleyman (a.s) ise, (ekinin, koyun sahibinde kalıp eski haline gelene kadar
tarla sahibinin tazminat olarak koyunların sütünden yararlanmasını her iki
taraf için de daha uygun olduğunu düşünmüştü. "Biz onların hükümlerine
şahitlik."
sebe suresi...
11 - Bol bol zırhlar yap ve biçimlemede ölçüyü gözet dedik. Siz de iyi
işler yapın, çünkü ben her yapacağınızı gözetiyorum.
teFsir...
11- Yap diye, bol bol, geniş geniş zırhlı elbise parçalarını birbirine
ölçülü biçimde tak. Dokunuşunu ve biçimini iyi ölç, biçiminde maharetli ol,
iyi biçime yatır. Deniliyor ki, yüce Allah'ın bu sanatı övmesinin hikmeti
şudur: Bu sanatta "Savaşınızın şiddetinden sizi korumak." (Enbiya, 21/80)
buyurulduğu üzere, Allah katında muhterem olan insanlığı öldürülmekten
korumak ile ruhu koruma vardır. Onun için bunu yapan, kılıç vesaire gibi
saldırı silahı yapanlardan daha hayırlıdır. Dünyada fazla bir silah buluşu
yapan ve onu kullanmasını bilenler insanlığa bir bakımdan yararlı iseler,
ondan korunma vasıtasını bulanlar barışa ve iyiliğe hizmet ettikleri için
daha çok yararlıdırlar. Bu sebeple buyuruluyor ki hem salah ile çalışın,
iyi bir iş yapın. Burada "yap" denilmeyip de "yapın" denilmesi dikkate
değerdir. Bu fiilin öznesi yerine kullanılan çoğul zamiri, Davud ile
birlikte beraberinde bulunanların yerine kullanılmıştır, diye söylemişler
ise de biz bunun, "Savaşınızın şiddetinden sizi korumak." (Enbiya, 21/80)
gibi hikayenin bir ibreti olmak üzere Muhammed ümmetine sesleniş ile bir ek
cümle olduğu kanaatindeyiz ki, şöyle demek olur: Siz de ey Muhammed ümmeti,
iyilik ve barış ile çalışın, daha güzel işler yapın. Çünkü ben ne
yapacağınızı gözetiyorum, her ne yaparsanız görürüm. Yani ona göre
mükafatını veririm.
embiya suresi...
79 - Biz onu(n hükmünü) hemen Süleyman'a bildirmiştik; (zaten) herbirine
hüküm ve ilim vermiştik. Davud'la beraber tesbih etsinler diye, dağları ve
kuşları buyruk altına aldık. (Bütün bunları) yapan bizdik.
bakara suresi...
249 -Talut, ordu ile hareket edince dedi ki: "Allah sizi mutlaka bir
nehirle imtihan edecek. Kim ondan içerse, benden değildir. Kim de onu
tatmazsa, işte o bendendir. Ancak eliyle bir avuç alan başka (bu kadarına
ruhsat vardır)." Derken içlerinden pek azı hariç, hepsi de varır varmaz
ondan içtiler. Talut ve beraberindeki iman eden kimseler nehri
geçtiklerinde. "Bizim bugün, Calut ile ordusuna karşı duracak gücümüz yok."
dediler. Allah'a kavuşacaklarına inanıp, bilenler ise şu cevabı verdiler:
"Nice az topluluklar, Allah'ın izniyle nice çok topluluklara galip
gelmişlerdir. Allah, sabırlılarla beraberdir."
teFsir...
249- Ne zaman ki bunlar tamam olup, Talut askerleriyle hareket etti,
askerlerine hitaben şöyle dedi: Allah sizi mutlaka bir ırmakla imtihan
edecektir. Dolayısıyla ondan her kim içerse benden değil, ve her kim ona
ağzını sürmezse o şüphesiz bendendir, benim askerlerimden veya beni
sevenlerdendir. Ancak eliyle bir avuç alan içlerinden müstesna, bu kadarına
ruhsat vardır. Doğrudan doğruya ağızla içmeye izin yoktur. Talut bir
hükümdar sıfatıyla bu emri, bu talimatı vermişken ırmağa gelince askerlerin
birazı hariç, hepsi de ondan içtiler, emri dinlemediler.
Rivayet olunuyor ki, bir adam bir avuç alır, kendine ve hayvanına yetermiş,
fakat saldırıp içenlerin dudakları morarır, hararetleri artarmış. Bu
bakımdan onlar ırmağın berisinde dökülüp kaldılar da Talut ile iman eden
beraberindeki kimseler ırmağı geçince kalanlar geriden bu gün bizim Calut
ve askerleriyle savaşacak gücümüz yok dediler. Yahut bunlar değil de ırmağı
geçmiş olan müminlerin zayıf kısmı düşmanın çokluğunu görünce, ümitsizliğe
düşüp birbirlerine böyle söylediler. Çünkü müminlerin de imanda dereceleri
farklıdır. Söylediler de ne oldu? Her halde Allah'a kavuşacaklarını bilen
ve bunu bekleyenler, yani ölümden kaçmanın mümkün olmadığını, bugün bu
savaşta ölmezse diğer bir gün mutlaka öleceklerini ve nihayet Allah'ın
huzuruna varacaklarını bilen, bundan dolayı da sözünde duran veya zafer
ümidiyle ya şehid veya gazi olmaya karar veren kesin iman sahipleri, nice
defalar azıcık bir bölük, birçok bölüklere Allah'ın izniyle galip geldiler.
Allah sabır ve sebat edenlerle beraberdir, dediler. Zayıfların kalplerine
de kuvvet verdiler.
250 -Calut ve ordusuna karşı savaş meydanına çıktıkları zaman da şöyle
dediler: "Ey Rabbimiz! Üzerlerimize sabır dök, ayaklarımızı sabit tut ve
kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!"
TeFsir..
250- Ne zaman ki Talut ve beraberindeki bu müminler, Calut ve askerlerine
karşı savaş alanına çıktılar ve düşmanın çokluğunu ve hazırlığını gördüler,
hepsi birden kalb kuvvetiyle Allah'a yalvarıp şöyle dediler: Ey Rabbimiz!
bize sabır yağdır, bizi sabit kıl, ayaklarımızı denk ve yerinde tut,
titretme,
kaydırma, azim ve hedefimizden şaşırtma ve o kâfirler topluluğuna karşı
bize yardım ve zafer ihsan et.
sad suresi....
20 - Biz onun mülkünü kuvvetlendirmiş ve kendisine hikmet ve hakkı batıldan
ayırt etme kabiliyeti vermiştik.
21 - Bir de davacıların kıssası geldi mi sana? Hani surdan aşarak mihraba
ulaşmışlardı.
22 - Davud'un yanına giriverdiler de onlardan telaşe düştü. Ona "Korkma!"
dediler, biz iki davacıyız. Birimiz, birimize haksızlık etti. Şimdi sen
aramızda hak ile hüküm ver ve aşırı gitme de bizi doğru yolun ortasına
çıkar.
23 - Biri: "İşte bu benim kardeşim. Onun doksan dokuz dişi koyunu var,
benim ise bir tek dişi koyunum var. Böyle iken: Onu da bana ver, dedi ve
tartışmada beni yendi" diye anlattı.
24 - Davud dedi ki: "Doğrusu senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak
istemesiyle sana zulmetmiştir. Gerçekten bir cemiyette yaşayanların çoğu
mutlaka birbirlerine haksızlık ediyorlar. Ancak iman edip de salih amel
işleyenler başka. Ama onlar da pek az." Davud, bizim kendisini imtihan
ettiğimizi sanmıştı. Hemen Rabbinden mağfiret diledi, rüku ederek yere
kapandı, tevbe ile Allah'a yöneldi.
25 - Biz de o zannettiği şeyi kendisine bağışladık. Şüphesiz yanımızda onun
bir yakınlığı ve güzel bir dönüş yeri vardır.
26 - Ey Davud! Gerçekten biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. Artık
insanlar arasında hak ile hüküm ver. Keyfe, arzuya uyma ki, seni Allah
yolundan saptırmasın. Çünkü Allah yolundan sapanlar, hesap gününü
unuttukları için kendilerine çok şiddetli bir azab vardır.
TeFsir...
20- hem mülkünü kuvvetlendirmiştik hem de kendisine hikmet, peygamberlik,
ilim ve amelde sağlamlık yahut Zebur ve şeriat ilmi ve fasl-ı hitab, söz
kesimi vermiştik. Yani hakkı batıldan ayırarak tartışmayı ayırt edip kesme
kabiliyeti vermiştik. Kesip atan ayırt edici söz ve sözde iki kıssa arasını
ayıran (Bundan sonra...) gibi ayırıcı söze de fasl-ı hitab denilir. İşte
böyle güçlü ve kuvvetli bir tevbekar idi.
21-22-Bununla beraber bir de geldi mi sana? Bu şekildeki soru, kıssasının
önemine dikkat çekmek içindir. Hasım kıssası. Hasım, aslında masdar olup,
hasımlık yapan (davacı) mânâsına da kullanılır. Tekile, çoğula, erkeğe,
kadına söylenebilir. Nitekim burada şöyle çoğul zamiri gönderiyor. Mihrabın
sûrunu aştıkları zaman.
"Sûr" yüksek duvar; "Mihrab" da köşk, balkon, mânâlarına gelir. Davud'un
huzuruna girdikleri zaman ki, birden bire onlardan
telaş etti. Çünkü bunca muhafızlara rağmen sûr aşılmış, içeri girilmişti.
Fakat girdiler de ne yaptılar? Dediler ki: Korkma, iki hasım, yani biz,
birbiriyle davalı, iki alay davacıyız. Bazımız bazımıza tecavüz etti. Onun
için sen aramızda hak ile hüküm ver. Ve aşırı gitme. Haktan uzaklaşıp,
haksızlık etme de bizi düz yolun ortasına çıkar; adalet yap. Görülüyor ki,
davadan önce bulunan bu sözlü arz-ı hâlin kelimeleri çok şüphe vericidir.
Hele bu hitabında iğneleyip sataşmadan daha ileri giden bir ihtar vardır.
Bunlar, sıradan davacılara benzemiyorlar.
23- O halde dava nedir? denirse İşte şu, mecliste hazır bulunan zat benim
kardeşimdir. Melek olduklarına göre din kardeşi veya arkadaşı diye tefsir
edilmiştir. Fakat zorunlu değildir. Onun doksan dokuz na'cesi var.
"Na'ce", dişi koyuna ve dişi sülüne denildiği gibi, kadına da istiare
edilir. Benim ise bir tek na'cem vardır. Böyle iken onu benim nasibime
bırak, dedi ve hitapta bana ağır bastı. Söyleşmede; yahut aday olmada
hatırlı geldi, üstün çıktı.
24- Dedi ki Davud: Senin bir koyununu, kendi koyunlarına istemekle sana
zulmetmiş vallahi ve gerçekten "halîtlardan" bir çoğu. Burada "huletâ"yı,
yalnız ortaklar, diye tefsir etmek bize eksik geliyor. (kardeş) tabirinden
de anlaşıldığına göre karışık halde bulunan, yani bir toplumda yaşayan
insanlar, kardeşler, dostlar, arkadaşlar, yoldaşlardan birçoğu mutlaka
birbirlerine tecavüz ediyorlar. Ancak iman edip, salih ameller işleyenler
başka. Onlar da pek az ve Davud zannetmişti. Girdikleri zaman veya bu bağiy
(tecavüz) sözünü söylerken sanmıştı ki, biz kendisini sırf bir fitneye
düşürdük. Allah'ın sevki ile mülkünde bir ihtilal oluyor, kendine saldırı
ile bir baskın yaptılar zannetti. Yahut sezmişti ki, kendisine sadece bir
imtihan yaptık. Hemen Rabbinden bağışlanma diledi. Mağfiretini niyaz etti.
Ve rüku ederek secdeye kapandı, ve tevbe ile Allah'a sığındı.
25- Biz de onun için kendisine onu, o zannını veya zannettiğini bağışladık.
Demek mülkünün sağlamlığı ve kuvveti, surdan aşılıp, mihraba
girilivermesine engel olmadığı gibi, öyle bir fitne manzarası görülünce de
"evvab" olan Davud, derhal tevbe ve istiğfar ile Allah'a yönelmede
gecikmemiş ve hemen Allah'ın mağfiretine ermiştir. Zannettiği fitne meydana
gelmemiş, sadece bir ibret dersi olarak kapanmıştır. Bu kıssa münasebetiyle
birçok sözler edilmiş, masallar söylenmiştir. onun için Hz. Ali'nin: "Her
kim Davud hadisesini hikayecilerin rivayet
ettiği gibi anlatırsa ona yüz altmış deynek vururum." dediği naklediliyor.
Özellikle Cenab-ı Hak buyuruyor ki: Ve şüphesiz ki, ona yüce huzurumuzda
mutlaka bir yakınlık ve bir dönüş yeri güzelliği, sonunda varacağı güzel
bir merci, cennette güzel bir makam vardır.
26-Onun için kendisine şöyle hitab edildi: Ey Davud! Şüphesiz ki biz seni
yeryüzünde bir halife yaptık. Yani kendi keyfine göre asaleten hüküm vermek
için değil, Allah Teâlâ'nın adına izafetle, O'nun hükümlerini yürütmekle
görevli ki, Âdem'in yaratılışının hikmeti de bu idi. Şimdi insanlar
arasında hak ile hüküm ver. Çünkü halifeliğin mânâsı budur. Ve hevaya tabi
olma. Nefsin arzusu arkasından gitme, keyfe göre hükmetme ki, seni Allah'ın
yolundan şaşırmasın. Çünkü Allah yolundan sapanlar; Firavunlar gibi hüküm
kendilerinin zannederek Allah'ın hükümlerinden başkasını tatbike
çalışanlar, hesap gününü unuttukları için kendilerine çok şiddetli bir azab
vardır.
Bunun üzerine şu üç âyet, iki kıssa arasında fâsıla âyetleri, yani bir
fasl-ı hitabdır. Bunların da Davud'a hitab olma ihtimali var ise de
"sabret, hatırla!" gibi Hz. Muhammed (s.a.v.)'e hitab olması daha doğrudur.
maide suresi...
78 - İsrailoğulları'ndan küfredenler, Davud ve Meryem'in oğlu İsa diliyle
lanetlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri
yüzündendi.
TeFsir...
78-İşte böyle sapan ve sapıtan kimselerin arzularına uymayınız ve bu
seslenişe karşı da haksız aşırılık edip, " bizim geçmişlerimizde böyle
kimseler yoktur" demeyiniz. Çünkü İsrailoğulları'ndan küfredenlere hem
Davud'un lisanı, hem de Meryem'in oğlu İsa'nın lisanı ile lanet edildi.
Tefsircilerin çoğunluğu demişlerdir ki, Davud'un lisanı ile lanet sebt
ashabına (yahudilere), İsa'nın dili ile lanet mâide ashâbına
(hıristiyanlara) olunmuştu. Eyle ahalisi cumartesi günü zulmettikleri zaman
Davud Aleyhisselam onlara lanet etmiş, maymunlara dönmüşler (Ârâf sûresine
bkz.), sofra ashabı da bu sûrenin sonuna doğru geleceği üzere "maide"
(sofra)nin inmesinden ve ondan faydalandıktan sonra nankörlük etmişler, İsa
Aleyhisselam da beddua ve lanet etmiş, domuzlara dönmüşler. Bu lanet bu
nankörlerin isyan etmeleri ve tecavüz eder olmaları sebebiyle idi.