Üzeyir Lokman ÇAYCI
1964 yılında bir kış sabahı Sabiha ders çalışmak için erken kalkmıştı. Hafifçe odasının perdelerini açarak dışarıya baktı. Her taraf karla kaplıydı. Ders çalışmaktan vazgeçerek kışlık giysilerini giydikten sonra sessizce dışarı çıktı. Annesi ve babasını uyandırmadan damları üzerindeki karları kürüyecekti. Tehlikeli de olmasına rağmen kırık bir merdivenle bir eline aldığı kar küreğiyle damlarının üzerine çıktı. 13 yaşındaki bu kız çocuğu soğuk rüzgarlar altında karları kürürken ağzının içinde mırıldanarak derslerini tekrarlıyordu. Cıvıl cıvıl haliyle hayata bağlılığı, her ne kadar kendi elinde olmasa da, onun geleceğinin bir göstergesiydi.
Annesi Gülsüm uyanır uyanmaz kocasına : “ Bak bey! Sabiha’m yine dama çıkmış... Her kar yağdığın da bizi uyandırmadan damlarımızdaki karları temizlemek için çırpınır... Yatağını da toplamış... Biricik kızım kırık merdivenle nasıl çıktı ki yukarıya?” dedi . Ve evlerinin giriş kısmının önünden bağırarak:
“- Kızım okula gideceksin biraz sonra... Yorulma sen! Gel önce karnını doyur... Sonra çıkar ben karları temizlerim!” dedi. Sabiha :
“-Anneciğim uyandınız mı? Siz beni düşünmeyin... Ben ne kadar da dikkat etmiştim; sizi uyandırmadan şu işleri bitirmek için...” Gülsüm hanım :
“-Dama çıktığını daha önce fark etmiştim ! Kürek seslerinden... Kızım, biraz önce sesini de duydum... Konuşuyordun... Benden bir şeyler mi istiyordun yoksa?”
“- Yok anne biraz yüksek sesle derslerimin tekrarını yapıyordum...”
“- Sabahın bu kör saatinde dam başından kızımın ayakları kayar da düşer diye, bir türlü uyuyamadım... Çıkayım da bir bakayım dedim kendi kendime... Babanın bir erkek çocuk istemesi de işte bu yüzdendi. Sana kıyamıyoruz kızım... İşini çabuk bitir de in aşağıya ...”
Tam kapıyı açıp içeriye gireceği sırada annesi aşağıdan tekrar seslendi :
“- Kızım az kalsın unutuyordum... İneceğin zaman bana haber ver yüksek sesle de, merdiveni tutayım... Biliyorsun merdivenimiz çok sağlam değil...”
Sabiha üşüdüğünü fazla belli etmeden :
“- Tamam anneciğim sen hiç merak etme... Güneş doğmadan ben buraları temizlemek istiyorum... Değilse su altında kalırız.Git biraz uyu...” dedi.
Bu sözlerinden sonra, bir an için gözleri daldı... uzaklara bakarak.“Annem neden erkek evladı istediklerini bana anlatıyor... Sanki erkek çocuğuyla kız çocuğunun bir farkı varmış gibi...Halbuki her ikisi de evlat... her ikisi de can taşıyor?..Ben bir mana veremiyorum?” diye zihninde annesinin sözleriyle ilgili yorumlar yaptı.
Sabiha annesi ve babasının yorulmalarını istemediği için, zor da olsa bu işleri seve seve yapıyordu. Bir taraftan derslerine çalışması diğer taraftan da bu şekilde ev işleri yapması ona mutluluk veriyordu.
Nisan ayının ilk haftasında, şehir merkezine 4 km uzaklıktaki bağ evlerine taşındılar. Orada hem meyveleri hırsızlara karşı koruyacaklar... Hem de bağ işlerini yakından takip edeceklerdi!
Her gün oradan okula gidip gelmek güç olsa da buna katlanmak zorundaydı...
Günlerden bir gün, okul sonrası yaya olarak elindeki ders kitaplarıyla dolu çantasıyla bağ evlerine gidiyordu. Yollar ıssızdı. Arada sırada bekçi düdüklerinin yankılanan sesleriyle çevredeki çekirgelerin sesleri birbirlerine karışıyordu ! Bir ara, arkasından bir kişinin koşarak kendisine doğru yaklaştığını fark etti ! Birden korkarak irkildi! Geriye baktı. Bir okul arkadaşıydı! Titrek adımlarla gelen bu kişi Sabiha’ya :
“- Sabiha... Sabiha ben Ahmet... Çoktan beri seninle konuşmak istiyordum.
Şehirdeki evinizde otururken cesaret bulamamıştım! Ben seni çok seviyorum! Bunun için peşinden geldim!” dedi
Sabiha :
“- Ama ben seni hiç sevmiyorum ki ! Sen sevgini kendine sakla! Sonra peşimden gelmeyi de bırak! Bir gören olursa seni değil, beni suçlarlar...”
Ahmet :
“ - Ama... “
“ - Aması maması yok... Beni rahatsız etme! “ diye karşılık verdi Sabiha.
Tam bu sırada bağ bekçilerinden biri yandaki bağın yıkık duvarlarının üzerinden atlayarak önlerine çıkmıştı! Sabiha ve ailesini tanıyan biriydi...
Her ikisi de donakalmışlardı... Bekçi :
“ - Kız Sabiha... Kim bu peşindeki kırık?” (*)
Sabiha kıpkırmızı olmuştu. Sıkılgan bir şekilde :
“- Benim haberim yok... sınıf arkadaşım peşime takılmış... Ben de...”
Bekçi :
“ - Kes sesini! Sen fırsat vermezsen bu adam senin peşine takılmaya cesaret bulabilir mi? Bana maval okuma!”
Ahmet’e döndü sonra :
“ - Utanmıyor musun ulan tek başına gelen bir kızın peşine takılmaya? Şunlara bak okuyacaklar da adam olacaklar şu vaziyetleriyle! Söyle bakayım sen kimin çocuğusun?”
Tekrar Sabiha’ya döndü:
“ - Biraz sonra babanı göreceğim... Anlatacağım olup bitenleri. Kızınız bağ yollarından arkasında bir kırıkla buraya geliyor diyeceğim! Namussuz seni! Bir de utanmadan konuşuyorsun benim karşımda! “ dedi.
Ahmet konuşmalar devam ederken koşar adımlarla oradan uzaklaştı... Tek bir cevap dahi verememişti. Bekçinin sözleri onu da oldukça etkilemişti?
Sabiha bekçinin söyledikleriyle endişeye kapılmıştı. Zihninden geçen bir yığın soruya cevap arıyordu! İşin içinden nasıl çıkacaktı? Bekçi gerçekleri çarpıttığı gibi, kendisine konuşma fırsatı dahi vermemişti! Aksine bir suçlamayla karşı karşıya kalmıştı! “Bor gibi küçük bir ilçede bekçi kendi kafasındaki suçlamaları aleyhimde birkaç kişiye anlatsa benim hayatımı karartmaya yeter...” diyordu içinden!
Bağ evine gelmişti. Kapıya bir kaç kez vurdu... Sonra :
“- Anne!.. Anne!..” diye bağırdı.
Ses gelmeyince yandaki iri bir taşın altına baktı. Dış kapının anahtarı oradaydı...
İçinden “ İyi ki annemler daha gelmemişler...” dedi. Kapıyı açtı ve arkasına bir taş koydu.
Sonra bağ evinin anahtarını da her zaman koydukları yerden aldı. Kapıyı açtı! İçeriye girdi.
Karşısındaki raf üzerinde bulunan “folidol” isimli elma kurdu zehiri birden dikkatini çekmişti!
Çantasını bir kenara attı. Zehir kutusunu eline aldı. Çantasından bir kağıt çıkararak bir şeyler yazdı. Sonra zehir kutusunun kapağını açarak birkaç yudum içti! Çok geçmeden olduğu yere yığıla kalmıştı
Çekirge sesleri her zaman olduğu gibi çevreyi kuşatmaya devam ediyordu...
Bir saat sonra dış kapı vuruluyordu. Annesi ve babası gelmişlerdi. Annesi :
“ Sabiha’mız gelmiş...” dedi kocasına! Biraz beklediler kapının açılmasını. Ses gelmeyince babası öfkeli bir biçimde biraz daha kuvvetli yumruklamaya başladı kapıyı :
“- Sabiha... Sabiha! Neredesin... aç kapıyı? “
Tahammül güçleri kalmamıştı... Kapıyı zorlayarak ittiler arkadaki taşla birlikte... Eşekleriyle içeriye girdiler... Kedileri acı acı miyavlıyordu... İç kapı açıktı ve Sabiha ortada yatıyordu. Ağzında köpükler vardı... Kenarda ağzı açık duran bir elma kurdu zehiri... Önünde defter, yanında kalem bulunan bir kağıt parçası vardı. Üzerinde ise şunlar yazılıydı :
“-Çok kıymetli anneciğim ve babacığım, Hayatım boyunca korkuyla yaşadım... Sizi su ana kadar üzdüysem beni affedin! Arkamdan herhangi bir suçlama olursa inanmayın! Ben suçsuzum! Öğretmenlerimi ve arkadaşlarımı çok seviyorum... Bir kişi hariç. O ise, benim hayatımı kararttı!
Annesi ve babası gözyaşlarını tutamadılar! Belki ölmemiştir diye eşeklerinin üzerine onu yüzükoyun yatırarak şehir merkezine götürdüler! Feryatları dayanılacak gibi değildi!.
Babası :
“İnşallah kızımız ölmemiştir...” diyordu hanımına.
............
Hastanede acil serviste kontrolden geçirildi! Doktorlar :
Sabiha için “ iki saat önce ölmüş ...” dediler.
Çevrede bilinmeyen sınıf arkadaşının aşkı, gizli kalan bekçinin suçlamaları ve ortaokul ikinci sınıf öğrencisi Sabiha’nın sona eren hayatı yönünde yorumlar yapıldı! Arkasından okunan yüksek notları arkadaşlarına ve öğretmenlerine hüzünlü anlar yaşatırken, sınıfında boş kalan yeri asla doldurulamadı.
Çekirge seslerinin yankılandığı sokaklardaki acı hatıralar gibi mevsimlerin ibresi kışları gösterirken damlarını örten beyaz hüzünler yine onların önlerine serilecekti.
Acılar karla kaplanırken sadece damlar, kar küreği ve kırık bir merdiven olmayacaktı Sabiha’yı anlatan...