Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

161

Monday, 23.11.2015, 05:39

II. Abdülhamit Döneminde İstanbul Sanayi Mektebi
Sanayi Mektebleri, II. Abdulhamit döneminde, (1876-1909) önemli bir kısmında bazı değişiklikler olmasına rağmen 1868’deki nizamnameye bağlı olarak eğitimine devam etmiştir. 1882’de bu okullar II. Abdulhamit’in (1842- 1918 ) adına bağlanarak ‘Hamidiye Mektebi Sanayi Alisi’ kapsamında yeniden düzenlendi29. Daha sonra II. Abdulhamit devrinin başında sultanın emriyle bir ‘Heyet-i Teşvikiye-i Sanayi-i’ teşkil olunmuştur30. Bir heyetin vazifesi genel olarak imparatorlukta sanayi-i geliştirmek için bazı tedbirler almaktı. Heyet-i Teşvikiye-i Sanayiin görevlerinden biri de sanayi mekteblerini geliştirmek ve sanayi mektebini ıslah etmekti. Yani teknik ile sanat eğitim ve öğretimini imparatorluğun coğrafyasına yaymaktı. Bu sırada sanayi mekteblerine Maarif-i Umumiye manzumesi içinde yer
vermek isteyen ve ticaret, sanayi, teknik ve sanat gibi maddi ilimlerin önemini iyi bilen Sadrazam Sait Paşa’nın (1838-1914) bu konudaki teşvik ve tedbirleri sarayının yayılması konusunda önemli bir yer tutar. Sait Paşa daha 1888 (1306) da ilkokuldan sonra eğitim ve öğretimi üçe ayırmayı düşünmüştür. Buna göre ilkokulu bitiren bir çocuk eğer ilim tahsil etmek istiyorsa Sultanilere, sanayi ve fen tahsilini istiyorsa Rüştiyelere ve oradan teknik yüksek okullarına; gidicek yok ikisini de istemezse altı yıllık ‘Ulum-u Maddiye Mektebleri’nde tahsilini tamamlayacaktır.
Sait Paşa’nın öngörülen bu projesi gerçekleştirilemedi. Bununla birlikte sanayi mekteblerinin konumlarının iyileştirilmesi ile yakından ilgilendi31.Ancak 1894 (1310)’e kadar bu okullar başı bozuk bir dönem geçirmiş ve öğrenci sayılarında da ciddi sayılabilecek azalmalar olmuştur32. Öğrenci kayıt ve kabulünde de ciddi problemler yaşanarak 10 (on) yaşının altındaki çocuklar da okullara kabul edilmiş; bu çocukların herhangi bir sanat kolu ile uğraşmalarına izin verilmemişti. Bununla beraber, on yaşın altındaki çocuklar için “ihtiyaç sınıfları” oluşturulmuş ve burada Elifba-i Osmani, Kıraat-i Türk-i, Kuran-ı kerim, Ulüm-u Diniye gibi dersler okutulmaya başlanmıştı33. Ebuzziya Tevfik (1848-1913) kimsesiz çocukları barındırmaktan ve karınlarını doyurmaktan başka amacı kalmamış olan bu okulu yeniden faal hale getirmek amacıyla; yabancı uzmanlardan Fransız Serviyer’i 1894’te Fen Muavinliğine 1891’de Lusak’i marangozhane Fridman’ı tenekecilik, Mister’i demirhane şefliğine getirdi*. Bunların dışında, 1891-1908 döneminde daha alt seviyede olmak üzere başka yabancı uzmanların getirildiği de bilinmektedir. Yeniden toparlanmaya çalışılan okulun binası 1894 (1310) tarihindeki büyük depremde yıkılınca, talebeler bir müddet Atpazarı ve Şehzadebaşı’ndaki muhtelif binalarda tedrisata devam etmiş, bir yandan da okulun yeniden inşasına ve kısmen tamirine devam olunarak 19 Ağustos 1315 (1899)’ te ikinci defa açılma şenliği yapılmıştır34
Bu arada Ebuzziya Tevfik, sanat okulu ıslahı konusunda fen muavini Serviyer’ le birlikte ayrıntılı bir rapor da hazırlayarak dönemin Sultanı II. Abdulhamid’e sunmuştur. Ebuzziya Tevfik’in, Mektebi Sanayi-i Şâhânenin ıslahı hakkındaki şu ifadeleri dikkat çekicidir: “Mektebi Sanayi Şahane 300 bu kadar şakirdi şamil ve cümlesi meccanen tahsil ve iaşeyi nail iken tahsilatı seneviye-i mekteb 120 000 franktan ibarettir ki Fransa’daki emsalinden üç defa dündur (az), bu sebeple Mektebi Sanayi unvanına ayrılan bu mekteb sanatı için muhtaç olduğu upsaiti (müsaiti) bugünkü günde tedarik edememekte ve yalnız bir melce-i bîvâregân (kimsesizlerin sığınağı) şeklinde bir takım aceze-i etfâli (düşkün-fakir çocuklar) barındırmaktadır ki şu haline nazaran ihtiyar buyurulan masraf luzumundan ziyadedir. Eğer maksat bir melce-i eftal olmayıp da sanayi mektebi ise, ani istikbal ve temin edecek vesaitin o nisbette rayegân (bedava) tutulması ispatihtiyacından azadedir”36.
Sultan II. Abdulhamit’e sunulan bir diğer lâyiha da Mösyö Serviyer’in kaleme aldığı Mekteb-i Sanayi’nin ıslahı ve tanzimi hakkındaki rapordur. Serviyer lâhiyasında mevcut sanayi mekteblerindeki olumsuzluklardan bahsederken esasen okula 13 yaşının altında öğrenci alınmaması gerekirken bu yaşın altında öğrenci alındığından, okuldaki öğretmen alet ve adevatın eksikliğinden, sanayi mektebinde okutulmaması gereken derslerin okutulduğundan bahsetti. Serviyer ayrıca sanayi mektebine 13 yaşın altında ve 15 yaşın da üstünde talebe alınmaması üzerinde durarak hiçbir talebenin 20 yaşından sonra okulda kalmaması gerektiğinin altını çizdi. Okula kayıt olacak talebelerden iptidai bir okuldan mezun olduklarına dair şahadetname, aşı olduklarına, vücutça sağlam ve el işlerini yapabileceklerine dair bir tabibin raporu ile hüsnihal kağıdının istenmesi gerekliliği belirtti.
Okulda kunduracılık, terzilik, mürettiplik (dizgicilik) gibi sanatlar olduğu halde Serviyer, yalnız tesviyecilik, demircilik, marangozluk ve dökümcülük şubeleriyle meşgul olurdu. Fen şubelerinin 2. ve 3. sınıfları oluşturulurken eski sisteme tabi sınıflar da muhafaza edilmişti. Serviyer bu sınıflarla da ilgilenmiyordu. Bununla birlikte, bölge sanat okullarında yabancı uzmanların görev yaptıkları 1894-1908 senesi arasındaki 14 yıl, ders ve iş programlarında önemli sayılabilecek herhangi bir değişikliğe gidilmediği için, bir istikrar devresi olarak kabul edildi.
Yalnız 1907’de ders programına ahlak ve din dersleri ilave edilmiş ve bu derslerle ilgili ilmiye bölümden ikinci bir müdür yardımcısı tayin edilmiştir. Aşağıda 1894-1908 tarihleri arasında İstanbul bölge sanat okulunun muhtelif sınıflarında okutulan dersler verilmiştir

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

162

Monday, 23.11.2015, 05:40

II. Meşrutiyetten Sonra İstanbul Bölge Sanat Okulu
II. Meşrutiyetin ilanından sonra bölge sanat okulları, Ticaret ve Ziraat Nezareti Sanayi Müdüriyet-i Umumiyesine bağlandı. Bu nezaret mesleki eğitime itina ile eğildi. Yurt içinde okullarda görev yapacak yeterli uzman elamanın bulunmadığını tespit etti. Okulların eğitim kalitesini artırmak için, bilhassa nazarî ders öğretmenlerinin Avrupa’dan getirilmesine özen gösterildi. II. Meşrutiyetten sonra sanat okullarının programlarına yeni teknik dersler ilave edildi. Bu derslerin büyük bir kısmında Türkçe ders kitapları bulunmadığından, ders kitapları yurt dışından tedarik edildi. Sanayi Müdüriyet-i Umumiyesi, teknik ders okutan öğretmenlerine, faydalandıkları yabancı kaynaklardan okutmakta oldukları ders kitaplarını tercüme etme mecburiyetini koymuştur. O dönemde tercüme edilerek okullarda okutulan eserlerden bazıları şunlardır:
Agara, İnşaatı Umumiye, Çeviren, Ömer Lütfi,
Agara, Fenni Mihanik, Hareket ve Muvazeret, Çeviren, Ömer Lütfi,
Agara, Metalurji, Çeviren, Hüsnü,
Agara, Buhar İstiğsalı ve Buhar Makineleri, Çeviren, Fuat Kâmil.
Sanayi Müdüriyet-i Umumiyesi, sürekli yabancı öğretmenlerin etkisinde kalmamak ve gelecekte kendi vatandaşlarımızın bu okullarda öğretmenlik yapmalarını sağlamak için; muhtelif tarihlerde okuldan mezun olan talebeleri Avrupa’ya göndererek ihtisas yapmalarına imkân tanımıştır. Bu cümleden olmak üzere 1909’da 2 öğrenci Fransa’daki sanat okullarına, 5 öğrenci Almanya’daki muhtelif fabrikalara; 1910’da 3 öğrenci Fransa’ya, 6 öğrenci de Almanya’daki fabrikalara; 1914’te 49 öğrenci Macaristan’daki sanat okullarına gönderilmiştir. Macaristan’a gönderilenler, o dönemde Osmanlı Devleti’nin çeşitli vilayetlerdeki sanat okullarından seçilen en başarılı beş öğrencidir. 1913 yılında İdare-i Umumiye-i Vilayet Kanunu’nun yayınlanması üzerine sanayi okullarının masrafları vilayetlerin özel idare bütçelerine dahil edildi. Bu tarihten sonra sanayi mektebleri daha istikrarlı bir duruma girdi. Bir kısmı yönetmelik ve programlara bağlandı. Fakat her vilayet ayrı program tatbik ettiğinden okullar arasında bir birlik kurulamadı. Balkan Harbi’ni takiben I. Dünya Savaşı’nın çıkması ve bu savaşın getirdiği yük, sanayi mekteblerine verilen önemin daha da artmasına sebep oldu.
Bunun üzerine Sanayi Müdüriyet-i Umumiyesi, başta İstanbul olmak üzere diğer vilayetlerdeki sanat okullarıyla yakından ilgilenmeye başladı ve bakanlığın onayı ile Alman hükümetinden, 12-18 yaşları arasında on bin kadar öğrencinin meslekî ve teknik öğretim görmek üzere Alman fabrikalarına kabul edilmesini talep etti. Alman sanayi odalarının bu öneriyi benimsemesi üzerine iki hükümet arasında bir protokol imzalandı. Hazırlanan protokolde, Türk öğrencilerinin Alman köylerinde, ya da orta büyüklükteki kasabalarda 3-4 yıl eğitimleri öngörülmüştür40. Öğrenciler, öğrenimlerini tamamladıktan sonra, eğitimleri sırasında masraflarını karşılayan fabrikalarda 1-2 yıl ücretsiz çalışacaklardı41. Osmanlı Hükümeti’nin yanı sıra, Osmanlı ticaret ve sanayi odaları da Almanya’ya öğrenci göndermişti. Terzilik, kunduracılık, marangozluk, demircilik, dülgercilik ve boyacılık öğrenecek olan bu gençler dört yıl süre ile Almanya’da kalacaklardı. Öğrenim için Almanya’ya öğrenci gönderen diğer bir kuruluş Türk-Alman Cemiyeti’ydi42.
Almanya’ya gönderilen öğrenciler, yaşlarının küçük oluşu (12-18 ) sebebi ile, genellikle yetim mekteblerinden seçiliyor ve başlarında bir bakanlık yetkilisi bulunuyordu. Diğer taraftan, bilgilerinden istifade edilmek üzere; İmparatorluktaki bütün sanayi okulları için Almanya ve Macaristan’dan 1915 yılında, alanlarında uzman umumi müfettişler; İstanbul’daki sanat okulu için umumi müfettişin yanı sıra sanayi istatistik uzmanı, ders naziri ve tesviye öğretmeni getirildi. Macar uyruklu Turdai ile birlikte göreve başlayan Alman uyruklu Lucatsch, okulun geliştirilmesi hakkında bir yasa tasarısı hazırlayarak Babıâli’ye sundu. Tasarıda sanayi mekteblerinde makinistlik, şoförlük, kunduracılık, elektrik mühendisliği ve ziraat makinistliği şubelerinin kurulacağı belirtiliyordu45.
Osmanlı Coğrafyasının diğer vilayetlerinde de valiler ve ordu mensuplarının gayretleri ile benzer çalışmalar yapılmış ve yeni okulların kurulması veya eskilerinin genişletilmesi için girişimlerde bulunulmuştur. Bu cümleden olarak Suriye’de 4. Ordu komutanı Cemal Paşa ve Vali Azmi Bey’in çabalarıyla yeni sanayi mektebleri açıldı. Hayfa, Kudüs, Yafa, Beyrut ve Şam Sanayi Mekteblerinin geliştirilmesi amacıyla Almanya’dan Offenbourg Sanayi Mektebi müdürü Dr. Stücker getirilerek önerileri alındı46.
Macaristan’dan umumi müfettiş olarak getirilen Turdai, Sanayi mektebleri için yeni bir nizamname de hazırladı. Tamamı altı bölüm ve 47 maddeden oluşan nizamnamenin; Birinci bölümün (1-3 madde); okulun ismi, amacı ve bütçesinin nasıl idare edileceği, İkinci bölümü (4-11 madde), okulun teftişi, Üçüncü bölümü (12-16. madde); okulun tedrisatı, Dördüncü bölümü (17-29 madde); okulun personel kadrosu, Beşinci bölümü (30-38 madde); okul talebelerinin kayıt şartları, sınav ve sınıf seçme, Altıncı bölümü ise (39-47 madde); okulun asayişi ile ilgilidir. Buna göre nizamnamenin 2. maddesiyle “Sanat okulunun ismi İstanbul Sanayi Mektebi olup Ticaret ve Ziraat Nezareti bütçesinden idare olunur” denilirken; eğitim ile ilgili olan 12. maddesinde de mektebin şimdilik tesviyecilik, tesisat, dökümcülük, marangozluk ve inşaat sanayi kollarını ihtiva edeceği belirtilir.
14. maddede Sanayi Meclisi Mektebinin ders programları hakkında izahat verilmekte ve ders programlarının maarif nezareti tarafından tasdik edilmedikçe yürürlüğe koyulmayacağı; bir hafta zarfında “48” saat ders olup, bunun sınıfın yarısının uygulama olduğu mektebin heyeti talimiyesinin her 3 senede bir ders programlarını tetkik edeceği ve bu babta sanayi meclisinin temenniyatını istima edip netice-i kararını nezareti aidesinin emrü iradesine arz edeceği belirtilmiştir. 15. maddede eğitim öğretimin Eylülün birinci günü başlayıp haziran sonuna kadar devam edeceği yazılıdır. Bu müddetin son 15 günü sözlü ve yazılı imtihanlara tahsis edilmiştir. Ramazanda günde 3 saat talebeler ameli işlerle ve resim yapmakla uğraşacaklar ve her cuma günü ile resmi günlerde mekteb tatil edilecektir.
30 ve 31. maddelerde talebelerin yatılı ya da gündüzlü olarak okula kabul edilmeleri için, nüfus belgesi, aşı belgesi, iptidai tahsil belgesi ve bir yıl kadar bir imalathanede bilfiil çalıştığını ya da (İstanbul dışında) bir sanayi mektebinde bir sene okuduğuna dair belge getirmeleri şart koşulmuştu. 32, 33, ve 34. maddelerde okulda yatılı kalacaklardan bahsedilmekte ve okulda yatılı kalacaklardan 12, gündüzlülerden 6 liranın iki eşit taksitte alınacağı ve okul kıyafetinin ailesi tarafından yaptırılacağı; okulda ücretsiz okumak isteyenlerden, muhtaç olduklarını gösteren belgeyi okul idaresine sunmaları gerektiği belirtilmektedir.
Sanayi Umum Müdürü ile bu müdürlüğe bağlı Sanayi ve Tedrisatın Müdürü Avrupa’da eğitim gördüğünden oradaki programı İstanbul Sanayi okulunda da uygulamak istediler. Bu itibarla uygulamada olan orta derecede sanat okullarının yanı sıra yüksek derecede sanat okullarının kurulması gereğine dikkat çektiler. Aynı dönemde taşradaki sanayi mekteblerinin 1. Sınıflarına hazırlayıcı dersler konuldu. 2. ve 3. sınıfları ticaret, ziraat sanat ve umum bilgiler şubeleri haline getirildi47. Fakat ders araçları, atölye ve bilhassa bu yeni programı tatbik edecek öğretmenler bulunamadığından iyi sonuçlar alınamadı.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

163

Monday, 23.11.2015, 05:42

Mondros Mütarekesi’nden 1928 Yılına Kadar Sanayi Mektebi
30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesini takiben daha önce getirilmiş olan uzmanların ülkelerine geri dönmek zorunda kalmaları üzerine sanayi umum müdüriyeti 1918’den 1921’e kadar uygulamada kalacak olan yeni bir nizamname hazırladı. Bu yeni nizamnamenin en karakteristik özelliği sanat okullarını bir demir sanatları okulu haline getirmesidir.
1921 yılında Sanayi Umum Müdürlüğü tarafından Sanayi Mektebleri Nizamnamesi tekrar değiştirilerek 1927 yılına kadar uygulanacak yeni bir nizamname yürürlüğe kondu49. Bu nizamnamenin 1. maddesinde göre Dersaadet Sanayi Mektebi’nin demir ve ahşap sanayi şubesi ile elektrikçilik ve ebniye (bina) inşaatı sanayinde teorik ve uygulamalı bilgi ile donanmış usta adaylarını yetiştirmeye yönelik bir okul olduğu belirtilmektedir. Nizamnamenin 4. maddesinde ise okulun eğitim süresinin 4 yıl olduğu belirtildikten sonra bu süre içinde okutulacak teorik ve uygulamalı derslerin dağılımı EK 3. Verildiği gibidir.
Nizamnamenin 5. maddesinde sınav süreleri dahil olmak üzere eğitim süresinin 16 Eylül’den 15 Temmuz’a kadar olduğu yazılıdır. Yalnız inşaat kalfalığı şubesinin 3. ve 4. sınıflarının Mart ayının sonunda dersleri biter ve talebeler 5 ay boyunca inşaat mahallinde bedenen çalışmak zorundadır. Nizamnamenin 7. maddesine göre okulda ücretsiz eğitim görecek talebeler kabul müsabaka sınavına, ücretliler ise kabul yeterlilik imtihanına tabidirler. Müsabaka ve yeterlilik sınavları Türkçe, Hesap, Hendese ve Resim sahasında yapılmaktadır. 14. maddede ücretli talebeler iaşe bedeli olmak üzere her yıl ticaret ve ziraat nezareti tarafından belirlenecek olan ücretleri 3 taksitle ödeyecekler, 1. taksit ödenmedikçe talebeler okula kabul edilmeyecektir.

Ancak bu nizamname, Osmanlı devletinin 1922 yılında ömrünü tamamlamasıyla uygulanamamıştır. Bütün iyi niyetli çalışmalara ve zaman zaman iyi neticelerin alınmasına rağmen; sanat okullarında beklenen başarıya ulaşılmadığı ve teknik eleman ihtiyacının karşılanamadığı, I. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele sırasında ihtiyaç olan teknik eleman ihtiyacının giderilmemesinden anlaşılmaktadır. I. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele sırasında hissedilen teknik eleman ihtiyacından Reşat Özalp şu şekilde bahsetmektedir: “I. Dünya Savaşı sonunda ve özellikle İstiklal Savaşı sırasında memlekette meslek ve teknik bilgilere sahip kişilerin yeteri kadar bulunmaması büyük ölçüde kendisini gösterdi. Örneğin, büyük taarruz başlamadan önceki günlerde Fransızlardan 100 Berliet kamyonu temin edilmiş ise de işgale uğramamış bölgelerde arandı, tarandı ve nihayet bunlardan ancak 20 tanesini işletebilecek şoför ve makine teknik elemanı bulunabildi. Bu sebeple cephane ve mermilerin büyük bir kısmı kağnı arabası ile taşınabildi. “
Yeterli teknik elemanın bulunamaması hususu 1930 yılında toplanan Sanayi Kongresi’ne de konu olmuş ve bunun gerekçesi kongreye katılan delegelerden Bekir Vehbi Bey tarafından şu şekilde açıklanmıştır; “Bu memlekette bundan 50-60-sene evvel bir çok vilayette sanayi mektebi açmakla meşgul olunmuştur. Fakat memleket bunlardan pek az fayda görmüştür. Çünkü yetişen erbabı sanayi bir sanat müessesesine bağlanmadığı için (talebe okulu bitirdikten sonra) ya polis olur ya da kâtip olurdu.
Bunun önüne geçilmesi için Nizamettin Bey yapılması gerekenleri şu şekilde özetledi: ‘Şu halde iş dönüp dolaşıp istihsal ve istihdam programının yapılması ile, bir sanayi siyasetinin olmasıyla icra edilebilir. Eğer muayyen ve muvazzah (açıklanmış) programlar olsaydı ona göre kemiyyet ve keyfiyeti yetiştirmek mümkün olabilirdi; yani kaç muallime, kaç ustabaşına ve mühendise ihtiyaç var belli olurdu. Ve o zamanda sanayi mezun rûsumat memuru olmazdı. herkes yerini bulurdu. Bu suretle her meslek erbabı da memlekete, vatana azami istifayı temin ederdi” Bir başka raporda da milli mücadele sırasında karşılaşılan teknik eleman azlığı şu şekilde ifade edilmiştir: “Gerek umumi harpte ve gerek istiklal harbinde memleketimizin endüstri sahasındaki geriliğinden ve teknik elemanın yokluğundan çekilen sıkıntılar, memleketin endüstrileşmesi lüzumunu kuvvetle hissettirmiş, büyüklerimizin gerek endüstrileşme fikrine varmalarına ve gerekse bu endüstri için adam yetiştirmeyi ele almalarına sebep olmuştur”. Bundan dolayıdır ki Mustafa Kemal (Atatürk), Millî Mücadele döneminden itibaren diğer eğitim kurumlarının yanı sıra sanayi okullarını da gözden geçirerek daha aktif konuma getirilmelerini istemiştir. Bu cümleden olmak üzere 1927 yılından sonra meslek okulları ile ilgili yeni düzenlemelere gidilmiştir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

164

Monday, 23.11.2015, 05:45


Satı Çırpan, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk kadın milletvekillerindendir. 1935 seçimlerinde Ankara'dan meclise girdi. 1

890'da Kazan Köyü'nde doğmuştur (Mustafa Kemal'e 19 Mayıs 1919 doğumlu olduğunu söylediği aktarılmaktadır). Satı Çırpan, Kurtuluş Savaşı'nda gazi olmuş bir askerin eşiydi. Çiftçilik ve babasının ardından köy muhtarlığı yaptı. Çırpan'ın 5 çocuğu vardı.

Kazan'ı ziyaret eden Mustafa Kemal ile tanışması ve kendisinin tavsiye etmesiyle milletvekili adayı olmuştur. O dönemde Hatti ile ilgilenen Mustafa Kemal, Satı adını Hatı olarak değiştirmesini istemiştir. Satı Kadın olarak bilinse de TBMM kayıtlarına adı Hatı Çırpan olarak girmiştir.

26 Ekim 1933'te kadınlara muhtar olma hakkı verilmesi sonrasında Kazan Köyü'nün muhtarlık seçimlerini kazanan Hatı Çırpan, Türkiye'nin ilk kadın muhtarlarından olma ünvanını da kazanmıştır

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

165

Monday, 23.11.2015, 05:46


rof. Dr. Remziye Hisar
İlk Kadın Kimyacı: Prof. Dr. Remziye HisarFransa Sorbonne Üniversitesi’nden mezun olan ilk Türk kadınıdır ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kadın kimyacısıdır. 1992 yılında yaşamını yitiren Cumhuriyet kadını Remziye Hisar, dünyaca ünlü fizikçi Feza Gürsey ve Milletlerarası Psikoloji Cemiyeti’nin tek Türk azası psikiyatrisi Deha Hanım’ın annesidir.

Oldukça başarılı bir eğitim hayatı olan Remziye Hisar, meslek hayatında birçok zorlukla karşılaşmıştır. Kimya alnında Türkiye’yi temsil edecek bir ismin bulunmaması nedeniyle olan üzgünlüğü, onu Bakü’ye sürükler. Ama Bakü’de bir savaşın ortasına düşer. Yine de umudunu yitirmeyen Hisar, yılmadan mesleğini icra etmeye devam eder. Tersliklerin devam etmesi Sovyet Rusya’nın Azerbaycan’ın bağımsızlığına son vermesi gibi sorunlar sırasında doktor eşi Reşit Süreyya Gürsey ile tanışır ve evlenerek, İstanbul’a dönüş yapar.

Meslek aşkı çocuk sahibi olmasının önüne geçer ve Adana’da Darülmuallima’ya müdür olarak gider. Daha sonra eşiyle birlikte Paris’e gider ve burada adını bilim dünyasına yazdırmak için Sorbonne Üniversitesi’nin kimya bölümünde öğrenim görmeye başlar. Biyokimya sertifikası alarak Paris’te Maarif Vekaleti’nin verdiği bursla öğrenim görür. Doktorasını yapacağı sırada bursu kesilen Hisar, öğrenimini yarım bırakmak zorunda kalır. Ama bu durum onu engellemez ve 1930 yılında yeniden Paris’e gider. Eşinden boşanan Remziye Hanım, kızı ve kardeşiyle birlikte gider. Doktorasını tamamladıktan sonra Türkiye’ye dönüş yapar ve 1933 – 1936 yıllarında İstanbul Üniversitesi’nde kimya ve fiziko kimya doçenti olarak görev yapmıştır.

Ankara Hıfsısıhha Müessesi’ne farmakodinami şubesi hayati kimya mütehassısı olarak atanır. 1947 yılında İTÜ Makine ve Kimya doçentliği yapmaya başlar. 1959 yılında profesör olan Remziye Hisar, 1973 yılında emekli olur.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

166

Monday, 23.11.2015, 05:47


Safiye Ali
İlk Kadın Doktor: Safiye Aliİlk kadın doktor olan Safiye Ali, Osmanlı İmparatorluğu döneminde çeşitli hizmetleri ile tanınan bir ailenin kızıdır. 1891 yılında İstanbul’da doğmuştur ve özel bir eğitim hayatı olmuştur. Aynı zamanda Amerikan Kız Koleji’nden mezundur. Balkan Savaşı sırasında cepheden gelen birçok yaralıyı gördükten sonra doktor olmaya karar vermiştir. Bu isteğini gerçekleştirmesi ise oldukça zordur; çünkü o dönemde bir kadının tıp okuması imkansızdır. Yetenekli ve başarılı kişiliği ile dikkatleri çeken Safiye Ali, Maarif Vekili Şükrü Bey’in yardımları ile tıp eğitimi almak için Almanya’ya gider. Burada kadın ve çocuk hastalıkları üzerine eğitim alır ve Kurtuluş Savaşı bitiminde yurda dönerek işe başlar Cağaloğlu’nda açtığı klinikte tedavilerine başlar. Dönemin ünlü doktorlarından Besim Ömer Paşa Akil Muhtar ve Operatör Emin Bey’den destek alır. Bu şekilde de süt ve bakımevlerinde çalışmaya başlar.

Safiye Ali, Türkiye’yi yurtdışında düzenlenen tıp kongrelerinde temsil etmiştir. Ardından sağlık sorunları nedeniyle eşiyle birlikte Almanya’ya taşınır ve mesleğine burada devam eder. İkinci Dünya Savaşı sırasında ise Almanya’da yaralananların ve hastaların bakımını üstlenmiştir. Savaş sonrasında da Türkiye’ye döner ve yakalandığı kanserden kurtulamayarak 1952 yılında hayata veda eder

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

167

Monday, 23.11.2015, 05:49


Sabiha Bengütaş
İlk Kadın Heykeltıraş: Sabiha BengütaşAtatürk, İsmet İnönü, Abdülhak Hamid, Ahmet Haşim, Bedia Muvahhit gibi tarihimizin dev isimlerinin heykellerini yapan Sabiha Bengütaş, ilk kadın heykeltıraşımızdır. Eğitimini Şam’da Fransız Katolik Okulu’nda alan Bengütaş, İstanbul’a dönünce Köprülü Fuat Paşa Okulu’nda devam ettirmiştir. Güzel sanatlara ilgisi fazla olan Sabiha Bengütaş, 16 yaşında Sanayi-i Nefise Mektebi’nin resim bölümüne kaydolmuştur. Bu sırada antik bir büstü kopya eden Bengütaş, öğretmeninin dikkatini çeker ve okulun heykel bölümüne alınan ilk kız öğrenci olur. Okulunu da birincilikle bitirir.

Roma Güzel Sanatlar Akademisi’nde ihtisas yapar ve İtalya’da büyük bir deneyim kazanır. Taksim Meydanı’nda bulunan Atatürk abidesini yapan İtalyan heykeltıraş Canoni’nin asistanlığını yapar. Kocasının diplomat olması nedeniyle birçok yabancı ülkede mesleğini icra eder. Geleneksel Galatasaray Sergisi’ne 1925 yılında katılan ilk kadın sanatçı olur. 1938 yılında Atatürk ve İnönü için yapılan heykel yarışmasında birinci olur. Atatürk Heykeli, Çankaya Köşkü’nün bahçesinde; İnönü heykeli ise Mudanya’da bulunuyor.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

168

Monday, 23.11.2015, 05:51


Prof. Dr. Türkan Akyol
İlk Kadın Bakan: Prof. Dr. Türkan AkyolTürkiye Cumhuriyeti’nin ilk kadın bakanı, Türkan Akyol’dur. 1971 yılında kurulan partilerüstü Nihat Erim Hükümeti’nde Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı olarak görev yapar. Nihat Erim tarafından parlamento dışından atanır.

Başkanlığın 8. ayında çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle 11 Bakan ile birlikte görevinden istifa eder. Ardından Ankara Üniversitesi Rektörlüğü’ne seçilir. 1983 yılında SODEP’in kurucu olarak siyasete atılır. Halen serbest doktorluk yapmaktadır.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

169

Monday, 23.11.2015, 05:52


Filiz Dinçmen
İlk Kadın Büyükelçi: Filiz Dinçmenİlk kadın büyükelçi, Filiz Dinçmen’dir. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun olmuştur ve 1961 yılında Dışişleri Bakanlığı BM Dairesi 3. Katibi olur. 1982 yılında Hollanda Lahey Büyükelçisi olur ve 1984 yılında Strasbourg’da Avrupa Konseyi Türkiye Daimi Temsilcisi unvanını alır.

1988 yılında ise bakanlığın ilk kadın müsteşar yardımcısı ve 1991 yılında bakanlık sözcüsü oldu. Dinçmen’e göre kadın katkısı olmazsa ülke kalkınamaz.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

170

Monday, 23.11.2015, 05:53


Benal Arıman
İlk Kadın Milletvekili: Benal ArımanSeçilme hakkını ilk kullanan kadın, Benal Arıman’dır. 1935 yılında Atatürk’ün meclisinde milletvekilliğini hakkıyla kazanmıştır. Sorbonne Üniversitesi’nde edebiyat eğitimi almıştır ve İzmir’de Halk Partisi’nde göre alan kadınların partilere girmediği dönemde, Latin alfabesinin öğrenilmesi ve yaygınlaştırılması adına çalışmıştır. Ardından milletvekili seçilmiştir.

Belediye ve parti üyeliğinden sonra bir kadın olarak hiç rahatsızlık duymamıştır. 16 yıl boyunca kadın milletvekili olarak görev yapmıştır. Hamilelik döneminde yıllık izinlerini kullanarak gizlice doğum yapmıştır. Bu süreçte, TBMM’de bulunmamayı öngördüğünü söylemiştir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

171

Monday, 23.11.2015, 05:54


Esma Deniz
İlk Kadın Hemşire: Esma Denizİlk kadın hemşire, Esma Deniz’dir. 1924 yılında Amerikan Hastanesi Hemşirelik Okulu’nu bitirmiştir ve Amerika’da New York Columbia Üniversitesi Teachres Colege’e gitmiştir. 1929 yılında mezun olup 1 yıl Amerika’da kalmıştır. Ardından Türkiye’ye dönerek hemşirelik görevini sürdürmüştür. 73 yıl boyunca hemşirelik yapmıştır ve 95 yaşında vefat etmiştir.

1943 yılında açılan Türk Hemşire Derneği’nin kurucularındandır. 18 yıl boyunca buranın başkanlık görevini yapmıştır. Aynı zamanda Türk hemşirelerini Uluslararası Hemşireler Birliği’nde temsil etmiştir. Türkiye’nin Toplum Sağlığı Hemşiresi unvanına sahiptir. Kızılay Özel Hemşirelik Lisesi’nin organizasyonlarında görev almıştır. Florence Nightingale Hemşirelik Okulu’nun kurulmasında da katkısı vardır.

Türkiye’nin daha birçok ilke imza atan kadını vardır. İlk alfabe yazarı, Melahat Uğurkan’dır. İlk kadın başbakan ise Prof. Dr. Tansu Çiller’dir. İlk kadın belediye başkanı, Müfide İlhan’dır ve ilk kadın diş hekimi Ferdane Bozdoğan Erberk’tir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

172

Monday, 23.11.2015, 05:55


lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

173

Saturday, 30.01.2016, 01:07

Orta Asya'dan Anadolu'ya, Anadolu'dan Rumeli'ye YÖRÜKLER



Türk tarihinin derinliklerine şöyle bir göz attığımızda, bu gün için anlaşılması güç, fakat gerçekten muhteşem bir medeniyetle karşılaşırız. Orta Asya'nın kuzey bölgelerinden ve bu günkü Çin devletinin içlerinden başlayarak Balkanlara uzanan yaklaşık 10 Bin kilometrelik bir coğrafya üzerinde yine yaklaşık 2300 yıllık bir zaman içinde meydana getirilmiş bu büyük medeniyeti "Çadır Medeniyeti" olarak adlandırsak yanlış olmaz. Zira, Çadır, bu günkü modern anlayışta sadece bir barınak olarak görülüyorsa da, o gerçekte bir müessese, bir düzen, bir sistem, kısacası o bir hayat tarzı, bir kültür ve nihayet o bir medeniyettir. "Kara Çadır" denildiği zaman nelerin ifade edilmek istendiği tek tek yazılmak istense bir ansiklopedi, meydana gelir. Kara Çadır, Kıl Çadır, Dört Direkli Çadır, Üç direkli çadır, Beş Kanatlı Çadır, Yedi Kanatlı Çadır, Bağ, Urgan, Kazık, Söğen, Direk, Çanak, Bakara, Bastırık, Sitil, Keçe, Ala keçe, Ocak, Ocak taşı, Yurt, Yurt yeri.vs bu terim ve sözcükler bu günkü nesillere belki fazla bir şey ifade etmez., fakat, bu gün mensubu olmakla övündüğümüz Türk Milletinin mayası bu kavramların oluşturduğu bir yaşama mekanı olan Çadır'da atılmıştır ve o maya tutmuş, büyük Türk Milleti meydana gelmiştir.
Osmanlı devleti kayıtlarında "Yörükân Taifesi" olarak adlandırılan Yörükler, Türk-İslam medeniyetinin yayılmasının en temel vasıtası olmuştur. Devşirme ve Sipahilerden meydana gelen ordu, fetih ruhu ile ilerleyip, ülkeleri aldığı zaman, hemen arkasından o yörelere sevk ve iskan edilen Yörükler, o yörede yaşamakta olan Hıristiyan ve gayritürk halka, Türk-İslam medeniyetinin ve adaletinin en güzel örneklerini bizzat kendi yaşayışları ile sunarlardı. Böylece, Anadolu ve Rumeli'nin Hıristiyan halkı, Türk idaresine girdikten sonra karşılarında "Türk İnsanı" olarak ilk defa Yörükleri görmüştür. Onların sevecen, hoşgörülü, fanatizmden uzak, içten, doğal ve çevreye güven telkin eden davranışları Anadolu ve Rumeli'nin Hıristiyan halkı üzerinde oldukça olumlu bir tesir yaratmış ve onların Türk komşularını benimsemelerini kolaylaştırmıştır. İşte Osmanlı devleti bu siyaseti ile "Cihan Devleti" olmuştur.
Osmanlı devleti yıkıldıktan sonra, vaktiyle, Türk kültürünü Rumeli'ye taşıyan Yörükler Yugoslavya, Bulgaristan ve Yunanistan topraklarında kalınca Ulu Önder Mustafa Kemal, kendi ailesinin de içinde bulunduğu Rumeli Türklerini Anadolu'ya, yani Türkiye'ye getirmek için barışcıl çözümler üretti ve sonunda devletimiz uzak diyarlarda kalan evlatlarını yanına aldı. Karşılıklı olarak imzalanan antlaşmalarla Rumeli Türklerinin bir kısmı Anavatanlarına geri dönmüşlerdir. Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya, Arnavutluk, Kosova, Bosna-Hersek gibi bölgelerde kalan Türkler de, "Rumeli Türkleri" olarak vatandaşı oldukları devletin halkı içinde Türk-İslam kültürünün fedakar temsilcileri şeklinde hayatlarını sürdürmektedirler.
Cumhuriyetten sonra da Yörüklerin tarihî misyonları ( Yüce görevleri) devam etti. Toros dağlarında yaylayan ve Çukurova, Antalya, Aydın ve İzmir ovalarında kışlayan Yörükleri devletimiz, ülkemizin çeşitli yörelerine yerleştirdi, iskan etti. Yörükler, kendileri için zor da olsa yerleşik hayata uyum sağladılar ve geleneksel hayat tarzlarını değiştirerek tarım ve çiftçiliğe alışmaya çalıştılar. Bu gün yurdumuzun çeşitli yörelerinde iskan edilmiş ve artık geçimini çiftçilikle sağlayan "Yörük Köyleri" bulunmaktadır. Elimizdeki ÇADIR Dergisini çıkaran arkadaşlarımız, Antalya'nın Sarıkeçili Yörüklerinden daha sonra Konya ili Kadınhanı ilçesi Örnekköyüne iskan edilmiş olan bir Yörük ailesinden ve bu satırların yazarı da Çukurove ve Kayseri arasında hayatını sürdüren daha sonra, 1950'li yıllarda aynı köye iskan edilen Saçıkara Aşiretine mensup bir Yörük ailesindendir.

Yörükler, gittikleri, ya da gönderildikleri her yere "Özgün" Türk Kültürünü götürmüşler ve aşılamışlardır. Şehirlerde başka kültürlerle karışarak bozulmaya başlayan Türk Kültürü, en özgün ve doğru şekliyle Yörükler arasında asırlarca yaşamış ve halen de yaşamaktadır.

Yörüklerin Hayat Tarzı ve Aşiretler
Bilindiği gibi Yörükler hayvancılıkla meşgul olur, geçimlerini hayvancılıktan sağlarlar. Hemen ilave etmeliyiz ki, Yörükler "Hayvan" tabirini genel manasından çık farklı kullanırlar. Koyun, keçi, inek, deve, at ve köpek için bu tabiri asla kullanmazlar. Bazı durumlarda, eşek ve katır için kullanılır, onu da istisna saymak lâzımdır. Yörükler arasında "Hayvan" sözü hakaret anlamında kullanılır ve onu da kendi malları için asla kullanmazlar. Zira, sürüleri, Yörükler için hiçbir zaman "Hayvan" değildir ve olamaz. Hatta şöyle dense daha doğru olur: Yörükler için koyunları, keçileri, atları, develeri, inekleri ve köpekleri aile bireyleri gibidir. Soğukta, sıcakta, hastalıkta, malları, Yörüklerin çocuklarından farksızdır. Soğuk havalarda taze kuzuları evlerinin içine alarak ocağın başına bağlarlar. At ve devenin yemini ya da yiyeceğini kendi yiyecekleri gibi özenle hazırlarlar ve korurlar. Kış aylarında sürülerini yemlemeden, yaz aylarında sürülerini sulamadan kendileri sofraya oturmazlar. "Mal canın yongasıdır" atasözü Yörüklerin hayatını çok iyi anlatır.
Yörükler, kendi aralarında "Aşiret" ya da "Oba" dedikleri geniş aileler halinde yaşarlar. "Honamlı Aşireti" "Tekeli Aşireti", Saçıkara Aşireti" gibi tanımlamalar bu büyük aileleri ifade etmek için kullanılır. Fakat zaman içinde yerleşik hayata geçilmesiyle ve evlenme yoluyla yeni akrabalıkların oluşmasıyla aşiretler özgün halini yitirmişlerdir.
Bu gün Yörük Aşiretleri, genel tanımlamalar kullanmaktadırlar. "Karakeçili", "Sarıkeçili" gibi. Yörük Obalarını (Aşiretlerini) tanıyabilmek için önce Türklerin genel hayat tarzını tanımak gerekir. Bu şöyledir.

A- Koyunlu Yörükler
1.Akkoyunlular 2. Karakoyunlular
B- Keçili Yörükler
1.Sarıkeçililer 2. Karakeçililer

Bu temel ayrım, Türklerin genel hayat tarzını belirleyen bir sınıflandırmadır. Temel uğraş alanı olan hayvancılıkta, sürülerin çeşidi, Yörük obalarının nerede yaşayacaklarını da tayin etmiştir. "Akkoyun" olarak tanımlanan koyun çeşidi, soğuğa dayanıksız bir tür olduğundan , kışı geçirmek için sıcak iklimlere ihtiyaç duymaktadır. Bundan dolayı Akkoyun sürüleri olan Yörük aşiretleri genellikle Toros dağı silsilesini takip etmektedir. Bu Türlkiye'de Maraş ve Antep'ten başlayarak Çukurova, Mersin, Antalya, Muğla, İzmir, Balıkesir ve Çanakkale güzergahını tercih etmişlerdir.. Karakoyunlu Yörükleri halk arasında "Mor Koyun" olarak tanımlanan bir türden oluşan sürülere sahip olduklarından bu aşiretler, Kars, Erzurum, Sivas, Konya, Ankara güzergahında yaşamaktadırlar. Karakoyun soğuğa daha dayanıklı olduğu için Orta Anadolu yaylaları onlar için uygun iklimdir.
Keçili Yörükler de aynı şekildedir. "Sarıkeçi" olarak tanımlanan tür, tıpkı Akkoyun gibi soğuğa dayanıksızdır. Onun için Sarıkeçili Yörükleri Toros Dağı silislesinede yaşamaktadırlar. Bu güzergahta en önemli bölge Antalya'dır. Osmanlı devleti zamanında "Teke" Sancağı olarak mülkî idarede yer alan Antalya Sarıkeçili Yörüklerini en çok barındıran bölgedir. Karakeçili Yörükleri de tıpkı Karakoyunlular gibi Orta Anadolu'yu tercih etmişlerdir. Urfa'dan başlayarak Maraş, Kayseri, Konya, Ankara, Eskişehir, Kütahya, güzergahı Karakeçililerin bölgeleridir. Osmanlı devletini kuran Ertuğrul Obası da Karakeçili Yörükleridir ve yaşadıkları yer, Kütahya, Domaniç, Söğüt bölgesidir.
Doç. Dr. Durmuş Yılmaz


lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

174

Sunday, 31.01.2016, 01:20

TÜRK-İSLÂM TARİHİNİN YEGÂNE KADIN HÜKÜMDARI

Hindistan’da 800 sene evvel hüküm sürmüş Râziye Begüm, Türk-İslâm tarihinin yegâne kadın hükümdarıdır. Parlak muvaffakiyetleri yanında, acemice hataları acı sonunu hazırlamıştır. Ömrü de saltanatı da kısadır.
Hindistan’a Müslümanlığı X. asırda Gazne Türkleri götürdü. O zamandan itibaren XIX. asırdaki İngiliz işgaline gelinceye kadar bu kıtayı asırlarca Türk asıllı hanedanlar idare etti. Bu Müslüman Türk devletlerinden birisi de Kutubşahlardır. Taht şehri Delhi’deki en eski eserler ve dünyanın en zarif ve yüksek minarelerinden Kutub Minar bunlardan kalmadır. Sultanları köle asıllıdır. Tıpkı Mısır’daki Memlûkler gibi liyakat ve talihleri yardımıyla sultan olurlardı. Bunların en meşhurlarından birisi de İltutmuş’tur. Yerine geçen kızı Râziye Begüm ise Türk-İslâm tarihinin yegâne kadın hükümdarıdır. Begüm, bey kelimesinin müennesidir. Hindistan’da hükümdar ailesinden hanımlar için kullanılır.
“Oğullarımdan üstündür!”
İltutmuş’un ömrü seferlerde geçti. Ehl-i sünneti Bâtınî cereyanlara karşı korudu. Cengiz Han tehlikesini Hindistan’a sokmadı. 1236 senesinde seferde vefat etti. Oğulları bulunduğu halde, cesaretine şahit olduğu ve âdet hilafına evlendirmediği kızı Râziye’yi yerine vasiyet etti. Vezirler, bir kadının ordu kumandanı olamayacağı, kadınlarla erkeklerin beraber yaşamasını engelleyen din prensipleri çerçevesinde Râziye’nin halkça hüsnü kabul görmeyeceğini söyleyerek itiraz ettiler. Hazret-i Peygamber’in “Devletin başına bir kadını geçiren millet iflah olmaz” sözünü hatırlattılar. Ancak İltutmuş dinlemedi. “Benim oğullarım zevklerine düşkündür. Hiç birisinde memleket idare edecek kabiliyet yoktur. Râziye kadındır ama zekâ ve basiret bakımından biraderlerinin hepsinden üstündür” dedi.
1236’da İltutmuş vefat edince vezirler Râziye’yi başa getirmek istemedi. İltutmuş’un oğlu Firuzşah’ı sultan yaptı. Firuzşah, nâzik, cömert, fakat fevkalâde müsrif idi. Fil üzerinde sokaklardan geçerken sağa sola altın saçardı. Vezirlerin nasihatlarına kulak asmadı. Firuzşah’ın annesi, oğlunun saltanatını garantiye almak için İltutmuş’un Râziye ile aynı anneden doğan oğlu Kutbeddin’i öldürttü. Râziye’yi de öldürtecekken, galeyana gelen halk ve bazı beyler sarayı kuşatıp sultanın annesini tevkif etti. Bu buhrandan istifade eden Râziye, memleketi sadece kendisinin kurtaracağına dair vezirleri inandırarak tahta geçti. İlk işi, Firuzşah ve annesini öldürtmek oldu.
Tahta çıkar çıkmaz bir Bâtınî isyanı ile karşılandı. Şiîlerin aşırılarından olan isyancılar Delhi’deki meşhur Cuma Mescidi’ni basıp Müslümanları katle cüret etmişti. Râziye Begüm usta siyasetiyle bizzat harekete geçip isyanı bastırmaya muvaffak oldu. Ancak beylerin bir kısmı kendisini tanımamakta direniyordu. Râziye Begüm ordusuyla bunların üzerine yürüyüp hepsine boyun eğdirdi. Böylece Hindistan’daki mahallî hükümdarlar Râziye Begüm’e itaat etti. Râziye Begüm bu defa Hinduların kuşattığı Bedenpur üzerine yürüdü. Hinduları yenip buradaki Müslümanları kurtardı. Sonra karışıklıklar çıkan Guvalyor üzerine yürüdü. Sükûnu sağladı.
Râziye Begüm tahtını sağlama alabilmek için mühim mevkilere kendisine yakın gördüğü kişileri getirdi. Habeş asıllı imrahor Yakut, melikenin en yakını hâline geldi. Bu ise memnuniyetsizliği arttırdı. Üstelik beyler, kadın elbiseleri giymediği, erkek gibi cüppe giyip yüzü açık bir şekilde file binerek halkın arasında dolaştığı için Râziye Begüm’ü tenkid ediyorlardı.

Çölde son yemek
Bu sebeple kendisine karşı muhalefet giderek yayıldı. Râziye Begüm, muhaliflerinden bazılarına makam ve mevki vererek aralarındaki işbirliğini önleyeceğini zannettiyse de yanıldı. 1240 senesinde Türk beyleri ayaklanarak Yakut’u öldürdü. Râziye Begüm de tevkif edilerek bir kaleye hapsolundu. Yerine kardeşi Behramşah geçirildi. Râziye Begüm bir çare düşündü. Kalede tutuklu iken, güzelliğiyle tesiri altına aldığı beylerin ileri gelenlerinden Melik Altunay ile evlendi. Kocasının birliklerine halktan topladığı gönüllüleri de katarak Delhi’ye yürüdü. Ancak yenildi. Kocası öldü. Birlikleri kendisini terk etti. Kihtel yakınlarında sahrada tek başına yorgun, aç ve susuz bir hâle düştü. Hindu bir köylüden ekmek istedi. Sonra da yorgunluğun tesiriyle uyuyakaldı. Üzerindeki kıymetli elbiselere tamah eden köylü, Râziye Begüm’ü öldürüp bir tarlaya gömdü. Sonradan vaziyet anlaşıldı. Cesedi teşhis edilip dinî merasimle tekrar aynı yere gömüldü. Saltanatı 4 sene sürdü. 31 yaşındaydı. Oğlu Seyyid, seneler sonra 1299’da annesinin tahtını iddia ettiyse de muvaffak olamadı. 6 asır sonra Râziye’nin tahtına yine bir kadın oturdu: Kraliçe Viktorya.
Râziye Begüm, Hindistan’ın en mühim hükümdarlarından olduğu gibi, Türk-İslâm tarihinin de en enteresan şahsiyetlerinden birisidir. Küçük yaşta tahta çıkan hükümdarlara nâibelik yapan anneleri sayılmazsa, Türk-İslâm tarihininyegâne kadın hükümdarıdır. Tarihçiler iyi bir tahsil gördüğünü, güzel Kur’an-ı kerim okuduğunu söyler. Âlimleri hoş tutar, cömert ve adaletli bir hükümdardı. Şirin-i Dehlevî mahlasıyla Farsça yazdığı güzel şiirleri vardır. Bir tarihçi “Fakat yaradılışta erkeklerin hesabından nasibini almamıştı. Bu sebeple müstesna sıfatları ona fayda vermedi” der. Saltanatının son zamanlarında tam bir erkek hüviyetine bürünmüştü. Yay kuşanır, ata biner, erkek kıyafetleri giyip yüzünü örtmezdi. Fil üzerinde halkın arasına çıkar, toplantılara katılırdı. Halbuki hükümdarların asker ve halk içine çıkıp yüzünü fazla göstermesi hoş karşılanmazdı. Râziye Begüm, demir yumrukla tahtını bir müddet daha elde tutabildi. Saltanatını babasından yâdigâr Türk beylerine dayandıracak yerde, Habeş asıllı köleleri tercih etti. Bunları mühim makamlara getirdi. Güç sahibi beyleri küstürdü, hatta düşman etti. Bu, en büyük hatasıdır. Bedelini tahtını, hatta hayatını kaybederek ödedi.

Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

175

Thursday, 4.02.2016, 14:16


Lamashtu, Yeni Assur Dönemi, 934-612 M.Ö. karşı koruma Plaketi
Hedefi yeni doğum yapmış kadın ve çocuklar olan Lamaştu, Lilith ile aynı kişidir.Lamaştunun azılı düşmanı rüzgarın kudreti Pazuzu’nun heykelini, resim ve figürlerini lohusanın etrafından ayırmazlardı.Yahudi inancında Hz Adem’in ilk eşi Lilithdir. Mitolojiye göre ikisi de aynı anda ve topraktan yaratıldıkları için Lilith Hz Adem’in sözünü dinlemiyor ve kendi bildiğini okuyordu haliyle Hz Adem ile sürekli ters düşüyordu. Lilith sürekli haddini aşıyordu ve en son ağzı alınması yasak olan isimleri telaffuz etme cüretini gösterip karanlığın tarafında yer almıştı. Daha sonra Allah c.c HzAdem’in kendi parçasından yani kaburgasından Havva’yı yaratmıştır ve bu yaratılış şeklinden dolayı Hz Adem’e dik başlılık etmez.Bu esnada Lilith ademoğullarına karşı intikam yeminleri ederek geceleri 8 günlükten küçük her erkek çocuğu ve 20 günlükten küçük her kız çocuğunu öldüreceğini,yeni doğum yapan hamile kadınların baş düşmanı olacağını ve sadece kendi adının yazılı olduğu tılsım veya muskayı taşıyan lohusa ve çocukları öldürmeyeceğine yemin eder. Mitoloji bu şekildedir. Özelliklerine gelirsek diğerleriyle aynıdır bir gece şeytanı olarak bilinir. İnsanların uykularında rüyalarına girerek onları ayartır. Ayrıca Lohusa kadınların ve yeni doğmuş çocukların ezeli düşmanı kabul edilir. Yahudilerde önlem olarak lohusayı yalnız bırakmazlar, balkona çocuk bezi asmazlar (Lilithin bebekten haberdar olmaması için) ve çeşitli meleklerin isimlerini veya Lilith’in tılsımını lohusaya asarlar.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

176

Thursday, 4.02.2016, 14:28


Fransız Bouvet Zırhlısını Batıran Top ve Batarya Komutanı Yüzbaşı Hilmi ve Teğmen Fahri

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

177

Thursday, 4.02.2016, 14:30


Remziye Hisar

Türkiye Cumhuriyeti tarihinin İlk kadın kimyageri olan Remziye Hisar, Fransa’da Sorbonne Üniversitesi’nde Marie Curie’nin ders verdiği dönemlerde okudu. Kendi alanında Türkçe ve Fransızca kitaplar yayımladı.

1933 – 1936 yılları arasında İstanbul Üniversitesi’ nde kimya ve fiziko kimya doçenti olarak görev yaptı. Daha sonra ‘İTÜ Makine ve Kimya doçentliği görevine başlayan Hisar, 1973 yılında emekliye ayrıldı.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

178

Thursday, 4.02.2016, 14:33


Hasan Padişah Camii

Balıklıgöl civarında, Akarbaşı mevkiinde bulunmaktadır. Kesin yapım tarihi bilinmeyen Hasan Padişah Camisi 15.yy’nin ikinci yarısına tarihlenmektedir. Şeyh Abdurrahman oğlu Hacı Yakub tarafından yaptırılmıştır. 1927 yılına ait kayıtlarda Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan adına yaptırıldığı belirtilmektedir. Caminin isminin de Uzun Hasan’ın adını taşıdığı söylenmektedir.

Cami 1796, 1874 ve 1968 yıllarında; minaresi ise Halil Bey tarafından 1859 yılında onarılmıştır. Halil’ür Rahman Gölü’nden gelen su, bu caminin avlusundan geçer.
Şanlıurfanın Tarihi Yerleri

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

179

Thursday, 4.02.2016, 14:36


M.Ö. 865-860 Asurlu okçular bir şehir saldırı(Koç başı dıye tabir edilen tekerleklı ateşsiz silah .Kale kapılarını yıkmak için kullanılır.)

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

180

Thursday, 4.02.2016, 14:52



Sadlec Ossuary (Kemik kilise) kilisesi.

Çek Kralı II.Otokar dönemin de başrahip Heinrich Filistin e elçi olarak gittiği zaman Kudüsten toprak alıyor (İsa'nın carmığa gerildigi Golgotha) ve bu topragı manastırın mezarlığına serpince herkes kutsal oldugunu düşünüyor. Buraya gömülmek istiyor.O dönem çıkan veba salgını ve savaşlar nedeniyle ölenler Kunta Hora ya defnedilir.Protestanlar Katolik din adamlarını öldürüler.Daha sonra bu mezarlık açılıp ölenlerin kemikleri kiliseye yıgılır.Bir dönem büyücülük nedenıyle kapatılır.
(Yanıkkale savaşı 1664(Fazıl Ahmet Paşa, Yanıkkale'yi (Raab) alıp, Viyana'ya yürüyüşe geçer . Raab Nehri üzerine daha çok piyadelerin geçebilmesi için küçük bir köprü inşa edilir.Fransız ve Almanların karşı hücumu takviye alamayan yeniçerileri sıkıştı. Teslim olmayı reddeden yeniçeriler son askerine kadar çarpışarak burada öldü. Gazi Ahmed Muhtar Paşa'nın "Sengotar'da Osmanlı Ordusu" adlı kitabında "Osmanlılar için uzun süreli ve sonuç itibariyle başarılı geçen savaşın talihsizce nihayetten bir cephesinden ibaret olan çatışma, muhatapları tarafından dünya’ya kendi zaferleri olarak sunulmuştur." sonucuna varmaktadır.Swarzenberg ailesi nin "Bir Türk'ün gözünü oyan karga"olarak Türkleri yendiğini sembolize etmiştir.Raab Kalesi Satırcı Mehmed Paşa, barış anlaşması yapmaya çalışırken geri alınan kaledır.O kemikler Türk akıncıları nın kemikleri olabılır.)(ALINTI)