Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

141

Friday, 16.10.2015, 14:35


Çanakkalenin kurucusu Dardanos’un hikayesi; Titan Iapetos’un oğlu Atlas’ın sonrada birer yıldıza dönüşen yedi kızı varmış. Kendisine durmadan yeni sevgililer arayan Tanrılar başbuğu çapkın Zeus, bu kızların en güzeli olan Elektra’yı gözüne kestirmiş.

Bu birleşmeden, Yunanistan’daki dağlık Arkadia’da dünyaya gelen Dardanos bir süre kardeşi ile birlikte Samothrake Adası’nda yaşamış. Sonra ne olmuşsa olmuş ada sular altında kalmış. Dardanos da hemen karşıdaki Anadolu kıyılarına geçmiş.

Bundan sonrasını Homeros, Troialı prens Ainelas’ın ağzından anlatır. Dardanos Dardanie‘yi kurmuş. Daha o zaman Troia yokmuş henüz. Dardanoslular çok pınarlı İda’nın eteklerinde yaşarlarmış.

Dardanos, Anadolu topraklarındaki Troas bölgesine geldiği zaman, oraların kralı Teukros adında biriymiş. Teukros, kızı Batieia’yı Dardanos’a vermiş. Bu evlilikten Erikhtonios doğmuş.

Çanakkale ve çevresinin kuruluş öyküsü kısaca böyle,

Ne var ki yörenin, özellikle de Troia‘nın kuruluşundan itibaren başından bela eksik olmaz. Çünkü Troia lanetli bir tepeye kurulmuştur.

Kavga, kin ve öç tanrısı Eris’n Ate diye bir kızı vardır. Mutsuzluk tanrıçası olan bu kadın insanların başlarına durmadan dertler açar. Onları şaşırtır, akıllarını başlarından alır. Düzenbazlığıyla Zeus’u bile aldatmıştır.

Derler ki, Zeus günün biirinde Ate’nin oyununa geldiğini anlayınca, saçlarından yakaladığı gibi onu Olimpos’dan aşağı atmış. Ate de döne döne gelip Troas bölgesindeki bir tepeye düşmüş. Troia şehri de tam bu tepenin üzerine kurulmuşmuş. Şehrin uğursuz yazgısı da buradan kaynaklanıyormuş.

Troia’nın acıklı sonu ise, taş taş üzerinde bırakmamacasına yakılıp yıkılması ve Dardanos soyunun ortadan kaldırılması.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

142

Friday, 16.10.2015, 14:36


Gordion düğümü, Büyük İskender’e atfedilen bir söylencedir. Genellikle, çözümü zor bir sorunun kaba kuvvetle halledilmesi anlamında metafor olarak kullanılır.

Gordion düğümü, bir öküz arabasını bir sütuna bağlayan karmakarışık bir sarmaşıklar yığınıdır. Araba, Midas’ın ya babası ya da atası olan Gordios’a aittir. Yeni bir lider arayışında olan Friglere bir kahin tarafından, şehre öküz arabası ile giren ilk adamı kral ilan etmeleri söylenir. İşte bu kişi Gordios’tur. Gordios, kral olur ve öküz arabası tapınakta gösterime konulur. Asırlar sonra Büyük İskender zamanında, Gordios’un öküz arabası, düğümü çözecek kişinin Asya’nın hakimi olacağı söylentisi ile ünlenir. Büyük İskender, Gordion’a geldiğinde (M.Ö. 334) düğümü çözmeye çalışır ama başarısız olur. Sabırsız bir öfkeyle, kılıcını çeker ve düğümü ortadan ikiye ayırır. İskender, gerçekten de Pers İmparatorluğu’nun fatihi ve Asya’nın hakimi olma yolundadır. Ancak 33 yaşında ateşli bir hastalıktan zamansızca ölümü, bilgelerce İskender’in Gordion düğümünü çözmek yerine sabırsızca davranmasının akıbeti olarak görülmüştür.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

143

Friday, 16.10.2015, 14:38


Yakut Türklerinin inanışlarına göre şamanlar, yer yüzüne bir kartal tarafından getirilirlerdi. Onlara göre, şaman olacak bir çocuğun ruhu, çocuk daha doğmadan bir kartal tarafından yenirdi. Bu ruhu yiyen kartal, bundan sonra güneşli bir bölgeye göç ederdi. Ortası büyük bir çayırlıkla kaplı olan bu bölgede, güneşin ışıkları solmaz ve her zaman pırıl pırıl parlarmış. İneklerin ilk defa süte geldiği yer de, yine bu çayırlık alan imiş. Tam bu çayırların ortasında ise, kırmızı bir çam ile, bir gürgen veya bir de kayın ağacı varmış. İşte bu kartal, bu ağaçların üzerine gelir ve yumurtasını bıraktıktan sonra gidermiş. Yumurta, bir süre ağaçların üzerinde kaldıktan sonra yarılır ve içinden bir çocuk çıkarmış. Ağaçların altında da bir beşik bulunurmuş. Çocuk, yumurtadan çıkar çıkmaz, hemen bu beşiğin üzerine düşer ve orada büyümeğe başlarmış.

Yakutların inanışına göre, iyi şamanlar kırmızı çam üzerindeki yumurtadan; kötü şamanlar ise, gürgen ağacı üzerindeki yumurtalardan çıkarmış. Yumurtadan çıkan bu şamanlar, tabii olarak hayatları süresince, “Kartal-Ana”ları tarafından korunurlarmış. Bu kartal, onların her işlerinde büyük yardımcı olurmuş.
Ögel, age., s. 595.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

144

Friday, 16.10.2015, 14:40


Ferhat ile Şirin hikayesi
Hüsrev - ü Şirin, ya da Ferhat ile Şirin adlarıyla İran'lı ve Türk divan şairlerince mesnevi biçiminde yazılmış olan bu halk öyküsü, Orta Asya, Azerbaycan, İran, Türkiye ve Balkanlar'da ülkelere ve yörelere göre bazı değişikliklere uğramış olarak yüzyıllardır anlatılmaktadır. (Khusraw o Shirin: 1177 - 1181)

Amasya ve Gaziantep - Sakçagözü'nde bulunan figürler Anadolu'da geçen haliyle Ferhat İle Şirin'in Amasya ile ilintisi bulunmaktadır. Öykünün en eski Türkçe baskısı 1854 yılında, yeni harflerle de 1930 yılında yayımlanmıştır

Konusu Azerbaycan'da Erzen kentinin kadın hükümdarı Mehmene Bânu kız kardeşi Şirin için bir köşk yaptırmıştır. Köşkü süsleme işini o yörenin en usta süslemecisi Ferhad'a (Nakkaş'a) verirler.

Ferhad, çalışırken Şirin'i görür ve ona âşık olur. Sarayları süsler, ve fırçasından dökülen zarafetin Şirin'e olan duygularının ifadesi olduğu söylenir.

Mehmene Bânu da Ferhad'ı sevmektedir, bu nedenle Şirin'le evlenmesini istemez, karşı çıkar.

Ferhad bir gezi sırasında Amasya kentinin hükümdarı Hürmüz Şah ile tanışır. Hürmüz Şah Ferhad'ın başına gelenleri dinleyince onu yanına alır.

Birlikte Erzen'e giderler. Hürmüz Şah, Şirin'i Ferhad için Mehmene Bânu'dan ister. Mehmene Bânu karşı çıkınca iki hükümdar birbirlerine savaş açarlar.

Savaş sırasında Hürmüz Şah'ın oğlu da Şirin'e âşık olur. Savaş sonunda yenilen Mehmene Bânu her şeyi bırakarak kaçar.

Şirin Amasya'ya getirilir. Oğlunun da Şirin'e âşık olduğunu öğrenen Hürmüz Şah güç durumda kalır. En sonunda Ferhad'a başarılması imkansız bir iş verir ve bu işi başarması koşuluyla Şirin'e kavuşabileceğini söyler.

Ferhad, Amasya yakınlarındaki bir dağı delecek ve kente oradan su getirecektir.ve ancak bu işi başarırsa Şirin'le evlenebilecektir.

Ferhad büyük bir coşku ile işe koyulur ve bir süre sonra işin sonuna yaklaşır. Ferhad'ın bu işi başaracağını anlayan Hürmüz Şah, çalıştığı bir dağda Ferhad'a yaşlı bir kadınla Şirin'in öldüğü haberini yollar.

Bu yalan habere inanan Ferhad, Şirin'in ölüm acısına dayanamaz ve dağları deldiği gürzünün canına kıymak amacıyla havaya fırlatır ve yere düşen gürzün altında intihar eder.

Ferhad'ın ölüm haberini alan Şirin de bir hançerle kendini öldürür. İki sevgiliyi yan yana gömerler.

Ferhad ile Şirin'in mezarı

Bir söylence niteliği kazanan bu öyküye göre her bahar Ferhad'ın mezarı üstünde kırmızı bir gül, Şirin'in mezarı üstünde beyaz bir gül ve iki gülün arasında da bir diken biter. Ferhad ile Şirin'i sonsuza kadar ayıran bu diken kimine göre Mehmene Bânu, kimine göre Ferhad'a yalan haberi getiren yaşlı kadındır.

145

Saturday, 17.10.2015, 10:10

Lalezar hanım yine döktürmüşsünüz Maşallah..Tarihin içine efsaneleri günümüze dek gelen hikayeleri destanları da almanız çok hoş.Her yörenin kendine has hikayeleri destanları var.Bunlar bile bize tarihimizin nasıl renkli bir yelpazede olduğunun delilidir.Özellikle tarihimize mal olmuş bir türkü gibi nesilden nesile akmış hikayelerle akıcı anlatımınıza bir renk daha katmışsınız.Her paylaşımınızı ilgiyle takip ediyor formda ki arkadaşlara ısrarla okumalarını tavsiye ediyorum.Maşallah....


lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

146

Wednesday, 28.10.2015, 03:57

Lalezar hanım yine döktürmüşsünüz Maşallah..Tarihin içine efsaneleri günümüze dek gelen hikayeleri destanları da almanız çok hoş.Her yörenin kendine has hikayeleri destanları var.Bunlar bile bize tarihimizin nasıl renkli bir yelpazede olduğunun delilidir.Özellikle tarihimize mal olmuş bir türkü gibi nesilden nesile akmış hikayelerle akıcı anlatımınıza bir renk daha katmışsınız.Her paylaşımınızı ilgiyle takip ediyor formda ki arkadaşlara ısrarla okumalarını tavsiye ediyorum.Maşallah....


Sayın KRALİÇE SULTAN Hikayeler, efsaneler, mitoslar, destanlar, menkıbeler, fıkralar ve atasözleri gibi çeşitlendirdiğimiz tarihi kaynaklarımız .Hatırladığım 70 yaş üzeri olan kişiler ile bir çalışma yapıldı bu çalışma içinde benim dedemde vardı.Sözlü tarh arşivi :) Tekrar çok teşekkür ediyorum ayrıca mutlu oldugumu ifade etmek istiyorum .Sağolun saglıklı olun her daim............. :love:

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

147

Wednesday, 28.10.2015, 05:01


Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, cumhuriyetin onuncu yılı kutlamalarının yapıldığı 29 Ekim 1933 tarihinde verdiği 10. Yıl Nutku'nda, bu günü en büyük bayram olarak nitelendirmiştir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

148

Wednesday, 28.10.2015, 05:03


Cumhuriyet İlan Edildi (1923)

28 Ekim 1923 günü Çankaya’da İsmet Paşa (İnönü), Fethi Bey (Okyar), Kâzım Paşa (Özalp), Kemalettin Sami Paşa, Halit Paşa, Rize Meb’usu Fuat ve Afyon Karahisar Meb’usu Ruşen Eşref Bey, Mustafa Kemal Paşanın misafirleri olarak akşam yemeğine davet edilmişlerdi. Bu toplantıda mevcut hükümetin istifası üzerine yeni hükümetin nasıl kurulacağı meselesi konuşulurken Mustafa Kemal ‘’ yarın Cumhuriyet ilân edeceğiz’’ dedi ve bu doğrultuda çalışmalar yapıldı. 29 Ekim 1923 tarihinde TBMM verilen önergeyi kabul ederek anayasa değişikliği yaptı ve cumhuriyet ilan edildi. Böylece yeni Türk devletinin yönetim şekli ve adı belli oldu. Aynı gün Mustafa Kemal cumhurbaşkanı seçildi.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

149

Thursday, 29.10.2015, 21:52

Türk Tarihinin 6 Güçlü Kadın Lideri 1 BOLUM
1. Altun Can Hatun ( ? – 1060)

Bazı tarihçilerin, Büyük Türk Anası, Devlet Ana, Türk devlet geleneğinin kendi dalındaki en büyük temsilcisi gibi sıfatlarla tanımladıkları Altun Can Hatun, Harzemşah’la evlenmişti ve Enusirevan adında bir oğlu olmuştu. Fakat Harzemşah ölünce genç yaşında dul kaldı. Bu güzel ve akıllı kadın, Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in (990 – 1063) ilgisini çekmiş ve veziri Amidü’l-Mülk el Kunduri aracılığıyla evlenme teklif etmiştir.Evlenerek saraya gelen Altun Can ata binen, kılıç kuşanan, gerekli olduğunda askerlere komutanlık edecek kadar cesur ve yürekli bir kadındır. Kimi devlet işlerinde Tuğrul Bey’e yardımcı olmaktaydı. Tuğrul Bey’in üvey kardeşi İbrahim Yınal o Bağdat’ta bulunduğu sırada devlet merkezi Hamedan’da taht iddiası ile büyük bir isyan başlattı. Tuğrul Bey isyanı bastırmak için gidince epey zor durumda kaldı. Bunun üzerine, Altun Can Hatun’un emrindeki Oğuzlar ve Türkmenler’den oluşan bir orduyla kılıç kuşanıp orduya komuta ederek, kocası Tuğrul Bey’in yardımına koşmuştur. İsyancıları dağıtmış, Tuğrul Bey’i muhasaradan kurtarmıştır. Böylelikle, Büyük Selçuklu Devleti’nin parçalanmasını ve yıkılmasını önlemiştir.

Haber üzerine telaşa düşen Abbasi Halifesi, Selçuklu vezirleri ile anlaşarak Tuğrul Bey’den boşta kalan tahta Altun Can Hatun’un oğlunu çıkarmaya karar verdiler. Altun Can Hatun, kendi öz oğlu da olsa şiddetle buna karşı çıktı. Hatta oğlunu sultanlığa heveslendiği için zindana attırdı.

Altun Can Hatun yakalandığı hastalıktan kurtulamayacağını anladığında Tuğrul Bey’e vasiyet niteliğinde şunları söyler: “Halife’nin kızı ile evlenmek için ne mümkünse yap. Böylece, hem bu dünya hem de ahiret saadetine nail olursun.”

Muhtemelen bu isteğiyle İslam’ın iki büyük toplumunu Türkler ve Arapları bütünleştirmeyi hedeflemişti. Servetini de Halife’nin kızı Seyyide Hanım’a düğün armağanı olarak bağışlamıştır.

2. Tomris Hatun (MÖ 6. yy.)


Sakalar farklı isimlerle anılmışlardır: Saka, Skit ve İskit gibi. Onları İrani gibi gösteren de vardır, Hunların bir kolu gibi gösteren de. Son yıllarda yapılan arkeolojik kazı ve kültürel kalıntılar, Sakaların Türk olduğunu ve Hunların batı kolunu teşkil ettiğini göstermektedir.

M.Ö 530 yıllarında Pers Krallığı’nda Ahamenid adında bir hanedan bulunmaktaydı. Başında da Büyük Kiros bulunmaktaydı. Sakaların başında Tomris Hatun vardı. Tomris Hatun sabırlı, savaş sanatında becerikli, barışçıl ve savunmaya önem veren bir yapıdadır. Bunu bir zayıflık olarak gören Persler, onlara saldırdı. Önce Sakalar Pers saldırılarından kaçtılar, daha sonra büyük bir taktikle Pers ordusunu yıldırsalar da, ülkenin güney toprakları Pers hakimiyetine girdi.

Büyük Kiros, Tomris Hatun’a evlenme teklif ederek Sakaları yok etmenin planlarını yapmaktaydı. Tomris Hatun bu teklifi reddetti. Reddedilmeyi küçüklük sayan Büyük Kiros saldırıya geçti. Pers ordusunda savaş için eğitilmiş köpekler bile vardı. Şafak vaktine doğru Kiros büyük bir hileye başvurarak Saka-Pers ordugahları arasına bir çadır kurdurarak içine kadın ve birkaç adam bıraktı. Sözde eğlence yapıyorlardı. Tomris Hatun’un oğlu ve birlikleri bu çadırı bastı ve adamları öldürdü. Bir müddet sonra Kiros da çadırı basarak Tomris Hatun’un oğlu ve öncü birliği yok etti. Tomris Hatun bunun üzerine Kiros’u öldüreceğine dair şöyle yemin etmiştir: “Kana susamış Kiros… Sen oğlumu mertlikle değil o içtikçe zıvanadan çıktığın şarapla öldürdün. Ama Güneşe yemin ederim ki seni kanla doyuracağım”

Ertesi gün yapılan savaşta Tomris Hatun’un kumanda ettiği Saka ordusu Kiros’un kumanda ettiği Pers ordusu ile karşı karşıya gelmiştir. Pers Kralı Büyük Kiros ölü olarak ele geçirilmiştir. Tomris Hatun oğlu için yemini unutmayarak Kiros’un kafasını uçurarak kan dolu bir fıçıya atarak “Hayatında kan içmeye doymamıştın, şimdi seni kanla doyuruyorum!” der ve oğlunun intikamını bir nebze de olsa alır.

3. Raziye Sultan (? – 1240)

13. yy yazarlarından Ata Malik Cüveyni’nin, Tarih Cihan adlı yapıtında yazdığına göre Raziye Sultan 1236 ila 1240 yılları arasında Delhi Türk Sultanlığı’nı (Hindistan) yönetmiş. Babası Sultan Şemsettin İl-Tutmuş, tüm danışmanlarının itirazlarına rağmen onu veliahtlığa getirmiştir. Babası, onunla ilgili şöyle der: “Oğullarım gençlik zevkleriyle vakitlerini öldürmektedirler ve hiçbirinde devleti yönetecek kabiliyet yoktur. Ölümümden sonra bu kabiliyetin sadece kızımda olduğunu siz de anlayacaksınız. Aslında Raziye her yönden erkek kardeşlerinden üstündür. Gerçi şeklen kadındır ama zeka ve basireti erkekten farksızdır.”



İl-Tutmuş’un ölümünden sonra saray erkanı, devletin bir kadın tarafından idare edilmesini istememiş ve tahta İl-Tutmuş’un oğullarından birini, Rükneddin Firuz’u getirmiştir. Babasının da dediği gibi devleti yönetecek niteliğe sahip olmayan Rükneddin Firuz Şah eğlence ve sefaya dalmıştır. Bir cuma günü Raziye eski saray Devlet Hane’nin balkonuna çıkarak halka hitap edip, “Sultan küçük kardeşimi öldürdü, şimdi de beni öldürmek istiyor deyince” halk, ordu ile birlik olup Rükneddin Firuz’u indirip, Raziye’yi tahta çıkarmıştır.

Raziye döneminde Delhi fevkalade iyi bir yönetime kavuşmuştur. Son derece akıllı ve ileri görüşlü olan Raziye, kadınlara özgürlük sağlamak üzere her şeyden önce peçe ve çarşafı kaldırmış ve kendisi de buna örnek olmuştur. Çarşaf giymek şöyle dursun, saltanatının en parlak döneminde kadın elbisesiyle değil, çoğu kez erkek kıyafetine girerek, dolaşmayı tercih etmiştir. Bu tavrıyla birlikte toplantılara ve halkın arasına yüzü açık olduğu halde katılması eleştirilere sebep olmuştur. İbn Battuta Raziye için “Yay kuşanmış olduğu ve maiyeti etrafında bulunduğu halde erkek gibi ata biner ve yüzünü örtmezdi.” demektedir. Cüzcani ise onun file bindiğini açıkça belirtmesine rağmen ata bindiğinden hiç bahsetmemektedir.

Sultan Raziye askeri ve siyasi dehasının yanı sıra şiir de yazardı. Türkçe şiirlerini topladığı bir divanı vardır.

“Ey şirin gel, muhabbet yoluna adım atma, bundan sakın.
Sen yoksa bu yolda Ferhad’ın başına gelenleri işitmedin mi?”

Delhi dışında iken, iktidarı kaybedince birkaç saldırı girişimde bulunsa da başarılı olamadı, yanındakiler de terk edince tek başına kaldı. Tek başına, yorgun, aç ve susuz kalan Raziye, bir Hindu çiftçiden istediği ekmeği yedikten sonra yorgunluğun etkisiyle uyuduğu bir sırada üzerindeki değerli elbiselerine göz diken Hindu çiftçi tarafından öldürülerek, bir tarlaya gömülmüştür. Daha sonra bu durum anlaşılmış ve Raziye’nin teşhis edilen cesedi, dini törenle aynı yere tekrar defnedilmiştir. Sonraları üzerine bir kubbe de yapılan Cemne Nehri kenarındaki bu kabrin bir ziyaretgah haline geldiğini İbn Battuta yazmıştır.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

150

Thursday, 29.10.2015, 22:04

Türk Tarihinin 6 Güçlü Kadın Lideri 2 BOLUM
4. Terken Hatun (? – 1094)

Selçuklu hükümdarı Melikşah’ın (1072 – 1092) eşi Terken Hatun. Bir Karahanlı kızı olan Terken Hatun o kadar hırslıdır ki, kendinden doğan çocuğunu tahta çıkarabilmek için kocasıyla vezir Nizam-ül Mülk’ün arasını açmış, çünkü Nizam-ül Mülk diğer veliaht Berkyaruk’u destekliyordu. Melikşah Bağdat’a giderken Nizam-ül Mülk de onu takip ediyordu. Yolculuk sırasında Nizam-ül Mülk, Batınîler tarafından katledildi (1092). Sultan Melikşah da Bağdat’ta iken, Halife Muktedî ile halifelik veliahtının kim olacağı konusunda bir anlaşmazlık yaşamış ve 19 Kasım 1092’de zehirlenerek öldürülmüştü. Bu iki ölümde iktidar hırsıyla 4 yaşındaki oğlu Mahmud’u tahta geçirmek isteyen Terken Hatun’un etkili olduğu şüphesi kendisini hissettirmektedir.

Terken Hatun, eşinin ölümünden altı gün sonra oğlu Mahmud’u sultan ilan etti ve askerlere para dağıttı. Bu sırada Nizam-ül Mülk taraftarları da Berkyaruk’u Rey şehrine kaçırarak sultan ilan ettiler. Terken Hatun, Kür-Boğa isimli bir emiri Berkyaruk’u yakalamak için görevlendirdi. İki taraf arasında Bürûcird’de şiddetli bir savaş meydana geldi. Berkyaruk bu savaşın galibi oldu.
Terken Hatun bu kez Azerbaycan Valisi İsmail b. Yakutî’yi Berkyaruk’a isyana teşvik etti. Kerec’de yapılan savaştan yine Berkyaruk galip çıktı. Saltanat hırsından vazgeçemeyen Terken Hatun, son şansını da Suriye Meliki Tutuş ile denemek istiyordu. Tutuş, Melikşah öldüğünde sultanlığını ilan etmişti. Terken Hatun’un onunla birleşerek Berkyaruk’un üzerine yürüme isteği hastalığı sebebiyle gerçekleşmedi, 1094’te İsfahan’da öldü.

Türklerde zaman içerisinde tengriken kelimesi terkene dönüşüp erkek ünvanı olarak kullanılırken, bu unvan sonradan genellikle kadın idareciler için tercih edilir olmuştur. Bir zamanlar kadın yönetici için söylenen il bilge terimi (İl, devlet ve ülke, bilge de bilgi sahibi, akıllı olmak anlamında) bir süre sonra bırakılmış ve bunun yerine, terken unvanı ortaya çıkmıştır.

Kaşgarlı Mahmut Divanü Lûgati’t Türk eserinde terkeni, sultan, hakan, kendisine itaat edilen diye yazar. Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig’de bu kelimeyi hükümdarlık yetkisiyle ilişkilendirir. Özellikle Selçuklu ve Harzemşahlar’da terken unvanlı kadınlar oldukça boldur. Bu açıklamadan sonra diğer meşhur Terken Hatunları anlatmazsak olmaz.

Harzemşah İl Arslan’ın (1156 – 1172) karısı da 2. Terken Hatun. Kocası vefat edince, kendi oğlu olan Sultan Şah’ı tahta oturtmuş, ancak İl Arslan’ın öteki oğlu Alaaddin Tokuş (Tekiş) Kara Hıtaylar’dan yardım isteyerek, bunlara karşı çıkmıştı. Nihayet aralarındaki kavgalar bittiğinde, Alaaddin Tokuş üvey annesini öldürtmüştü (1174).

Alaaddin Tokuş’un eşi bir Kıpçak Türkü olan 3. Terken Hatun. Gayet nüfuzlu olan bu Türk Hatun’un etkisi oğlu Muhammed üzerinde oldukça fazlaydı. Onun yedi katibinin olduğu, mührünün üzerinde din ve dünyanın koruyucusu, Türklerin prensesi, bütün kadınların melikesi yazıldığı söylenir. İlerlemiş yaşına rağmen güzelliğiyle dikkat çekiyordu. Harzemşahlar ile Çingizliler arasındaki Otrar Savaşı’ndan sonra esir alınarak, Karakurum’a götürülmüş ve 1233’te orada vefat etmiştir.

5. Hürrem Sultan (? – 1558 )

Osmanlı tarihinin en önemli kadın figürlerinden Hürrem Sultan’ın tam doğum yılı bilinmese de 1500 yılında doğduğu tahmin ediliyor. Ona harem adetlerince verilen Farsça hürrem adının anlamı sevinçli, şen, mutludur.

Hürrem Sultan, yani Batılı kayıtlara göre Roksalana bugünkü Galiçya bölgesinden esir alınan bir papazın kızı. Ortodoks da olabilir. Genç yaşta Kırım Hanı’nın saraya yolladığı bu hediye, zekasıyla dikkat çekti.



6. Kösem Sultan (? – 1651)

Kösem Sultan, kuşkusuz Osmanlı tarihinin en çarpıcı kadınlarından biri. I. Ahmed’in Hasekisi, IV. Murad’la, Sultan (Deli) İbrahim’in annesi, IV. Mehmet’in babaannesidir. Kösem Valide, Mahpeyker, Hatice Mahpeyker, Kösem Sultan, Büyük Valide Sultan ad ve sanlarıyla tanınmıştır. Osmanlı Hanedanı kadınları arasında bir tek o, padişahlık yetkisini, taht değişikliğine onay verecek düzeyde kullanmıştır.

1603’ten 1651’e dek uzanan yaklaşık yarı yüzyılı bulan saltanatında, sarayın en nüfuzlu kadını olmuştur. Ama Osmanoğulları’nın kritik bir fetretini de atlatabilmesini sağlamıştır. Küçük yaşta cariye olarak girdiği sarayda, Valide Sultanlık mertebesine kadar yükseldi.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

151

Monday, 23.11.2015, 05:20


XIII ilk yarısında Altınordu karargahı Han'ın at

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

152

Monday, 23.11.2015, 05:22


Bir profesör sosyoloji sınıfındaki öğrencilerini Baltimore şehrinin kenar mahallelerine göndermiş ve o bölgede yaşayan 200 erkek çocuğunun durumlarını araştırmaları ve her bir çocuğun geleceği hakkında bir değerlendirme yapmalarını istemişti.
Öğrenciler hemen hepsi bu çocukların gelecekte hiçbir şanslarının olmadığını dile getirmişlerdir.
Bundan tam yirmi beş yıl sonra bir başka sosyoloji profesörü tesadüfen bu çalışmayı buldu ve öğrencilerden bu projeyi sürdürmeleri ve aynı çocuklara ne olduğunu araştırmaları istedi. Öğrenciler o bölgeden taşınan ya da ölen 20 çocuk dışındaki 180 çocuktan 176’sının olağanüstü bir başarı gösterip avukat doktor ya da iş adamı olduklarını ortaya çıkardılar.
Profesör çok etkilenmişti ve bu konuyu izlemeye karar verdi. Birer yetişkin olan o çocukların hepsi o bölgede yaşadıkları için her biriyle buluşma şansı oldu “o koşullarda nasıl bu kadar başarılı oldunuz?” sorusuna verdiği cevap hep aynıydı: mahalle okulunda bir öğretmenimiz vardı onun sayesinde
Profesör bu öğretmen i çok merak etmişti hala hayatta olduğunu öğrendiği yaşlı öğretmenin izini bulması zor olmadı kendisini ziyaret etmek için evine kadar gitti. Karşısında yılların yüzüne eklediği kırışıklara rağmen hala dinç duran bir yaşlı kadın buldu. Merakla yaşlı kadına bu çocukları kenar mahallelerden kurtarıp başarılı birer yetişkin olmalarını sağlamak için kullandığı sihirli formülün ne olduğunu sordu. Yaşlı öğretmenin gözleri parladı ve dudaklarının kenarında bir gülümseme belirdi:” çok basit” dedi, “ BEN O ÇOCUKLARI ÇOK SEVDİM”

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

153

Monday, 23.11.2015, 05:24

Osmanlı’da Mesleki Eğitim
Osmanlı Devleti’nde teknik eleman ihtiyacı, uzun süre Lonca teşkilatı içerisinde, küçük yaşta alınan çocukların yetiştirilmesi suretiyle karşılanmaktaydı. Genellikle anne ve babaları tarafından meslek öğrenmek üzere bir ustanın yanına verilen çocuklar, belli bir süre burada çalışarak önce kalfalığa, sonra da ustalığa terfi ederdi. Bunun yanı sıra devlete bağlı bazı büyük kuruluşlar da kurs ya da okullar açarak ihtiyaç duydukları kalifiye elemanları yetiştirmekteydiler.
Ancak 18. yüzyılın sonlarından itibaren Avrupa’da tekniğin tabii ilimlerle birlikte gelişmesi ve sanayi alanında kullanılmaya başlanmasından sonra, Osmanlı Devleti’nde Lonca sistemine dayalı kalifiye eleman yetiştirme girişimi, Batıya nazaran yetersiz kaldığı için mesleki eğitim kurumlarının açılmasına dair girişimlere başlandı. Bu amaçla, Osmanlı ordularının modern savaş tekniklerine göre eğitimlerini sağlamak için 1793 te “Mühendishane-i Bahri Hümâyun” ve 1796’te “Mühendishane-i Berri-i Hümâyun” okulları açıldı1. Okullara uzman eleman yetiştirmek gayesiyle Fransa’ya öğrenciler gönderildi. Avrupa’ya öğrenci gönderilmesine II. Mahmut döneminde de devam edildi. Ayrıca, Zeytinburnu ve Tophane fabrikaları kuruldu. Sanat bilen kura askerlerinin askerî fabrikalarda görevlendirilmesine başlandı. II. Mahmut’un son yıllarında Viyana daimi elçisi olarak görev yapan Sadık Rıfat Paşa’nın (1807-1857) Avrupa’daki sanat okullarının gelişimini de içeren bir risalesini ilgili makamlara vermesi ile konu yeni bir boyut kazandı. Rıfat Paşa, “İdare-i Hükümetin Kavaidi Esasiyesi” adlı risalesinde ekonomik kalkınmanın sağlanması için el sanatları ve endüstride çalışacak uzman elemanların yetiştirilmesi gayesiyle mesleğe yönelik okulların açılmasını ve ilk defa ciddi anlamda mesleki eğitimin çıraklık eğitiminden ayrılarak, genel eğitimle beraber ele alınmasını önerdi2. Bu ve benzeri önerilerden ciddi şekilde faydalanmak isteyen dönemin sultanı Abdülmecit, (1823-1861), Ocak 1845’teki Meclis-i Valâ-yı ziyaretinde bir maarif meclisinin toplanması gereği üzerinde durdu3. Sultanın direktifleri doğrultusunda toplanan maarif meclisi, ilk olarak yapılacak işlerle ilgili bir plan hazırladı. Hazırlanan planda öngörülen hedeflerin başında devlet hizmetlerinin daha iyi yürütülmesi çerçevesinde teknik eleman yetiştirilmesi düşüncesi ön plana çıktı. Bu amaçla ilk olarak 1847’de Yeşilköy’de bir tarım okulu açıldı. Ancak okul uzun ömürlü olamadı4. Ardından yeni kurulmaya başlanan fabrikaların ihtiyaç duyduğu teknik elemanların yetiştirilmesi maksadıyla 1848’de İstanbul’da sanayi müesseselerinin yoğun olarak bulunduğu Zeytinburnu’nda bir sanayi Mektebi kuruldu. Ancak, okul büyük masraflar yapılarak kurulmasına rağmen eğitime başlayamadı. Toplanmış olan öğrenciler de bursların ödenmemesi üzerine dağıldı. Bu başarısızlığın sebepleri arasında imparatorluğun içinde bulunduğu mali zorlukların yanında, okutulacak öğrenci bulunamaması ve mektebi kurmakla görevli birisi başöğretmen, diğeri müdür, iki Ermeni’nin bu konuda yeterli bilgi ve tecrübeye sahip olmamaları sayılabilir6.
İSTANBUL SANAYİ MEKTEBİ
Sanayi Mekteblerin Öncüsü Islahhaneler
Gelişmelerin ardından 1863’te İstanbul’da sanayi sergisi açıldı. Sergide Türk sanayisinin Avrupa sanayisi karşısında rekabet gücünün kalmadığı görüldü. Yabancı esnaf ve tüccarlar karşısında rekabet gücü kalmadığı için dağılmaya başlayan yerli esnaf ve tüccar teşkilatlarının içine düştüğü duruma daha fazla seyirci kalmak istemeyen devlet, bu duruma bir çözüm bulmak maksadıyla yarı resmi mahiyette bir teşkilat olan “Islâh-ı Sanayi Komisyonunun kurulmasına öncülük etti.Babıâli’nin, Islâh-ı Sanayi Komisyonu’nu kurmaktaki amacını şu şekilde özetlemek mümkündür ;
1. Osmanlı pazarlarını ele geçirmiş olan yabancı mallara karşı güçlü bir rekabet oluşturmak,
2. Güçlü sanayi kuruluşlarını vücuda getirerek bunlar için etkili devlet desteğini sağlamak,
3. Gerekirse ham madde ithal ederek seri üretime geçilmesine imkân sağlamak,
4. Üretim kalitesini belirli bir seviyede tutmak, fiyatları kontrol etmek ve devletin ihtiyacı olan malları bu kuruluşlardan temin etmek,
5. Her sanat dalı için gerekli okulları açarak kalifiye eleman yetiştirmek,
6. Esnaflar arasında yardımlaşma ve dayanışmayı mümkün kılmak.
İstanbul’da bu gelişmeler olurken, 1861-1868 tarihleri arasında Tuna Valiliği'ni yürüten Mithat Paşa, (1822-1884) valilik mıntıkasının asayiş problemlerini çözdükten sonra sanayi Mektebleri konusuna eğildi. Tuna ordusunun kumaş ihtiyacını karşılayabilmek amacıyla dokumacılığı teşvik etti, halkı olup bitenler den haberdar etmek için vilayet gazetesini çıkardı, ulaşım alanında ciddi adımlar attı. Bütün bu işler için gerekli olan teknik elemanı yetiştirebilmek gayesiyle 1863’te Niş’te, 1864’te Rusçuk’ta ve daha sonra da Sofya’da Islâhhaneler açtı. Bu Islahhanelerin kısa sürede başarıya ulaşmaları ve devletin endüstriyel eğitimini yaygınlaştırmaya yönelik gayreti sonucunda Islahhanelerin tesis edilmesine karar verildi. Bu amaçla Mithat Paşa’nın ıslahhaneler hakkında hazırladığı nizamname11 vilayetlere gönderildi.
Islâhhaneler, ileride kurulacak olan sanat okullarının temelini oluşturdu. Öncelikle kimsesiz çocukların alındığı ıslâhhaneler için 52 madde ve 3 kısımdan oluşan bir nizamnâme de hazırlandı. Nizamnâme’nin;
1. Kısmında ıslâhhanelere alınacak öğrencilerde aranacak şartlar, okutulacak dersler ve öğretilecek sanatlar,
2. Kısmında ıslâhhanelerde görevli memurlar ve vazifeleri, ıslâhhanelerin gelir ve giderleri ile imalat durumu,
3. Kısmında da uygulanacak cezalar ile mesleklerinde başarılı olanlara verilecek mükafatlar ele alınmıştır.
Kimsesiz ve fakir çocuklar, ıslâhhanelere parasız kabul edilirken, hali vakti yerinde olan aile çocuklarından her sene için 500 (beşyüz) kuruş ücret alınmakta idi. Islâhhanelerde eğitim süresi beş yıldı. Bu okullarda, okuyup yazmaktan ziyade sanat öğrenmek esas olmakla beraber; öğrencilere belirli bir seviyede okuma yazma, hesap, defter tutma ve resim öğretilmekte idi. Bunların yanı sıra Niş‘teki ıslâhhanede terzilik, kunduracılık, mürettiplik (ciltçilik) ve fotoğrafçılık; Rusçuk’taki ıslâhhanede araba fabrikasına ustalar yetiştirmek üzere araba yapıcılığı; Sofya’da ise çuha fabrikasına eleman yetiştirmek üzere dokumacılık ve makinistlik bölümleri kurulmuştur.

Islâhhanelerin giderleri için gerekli olan kaynak; halkın yardımı ve bağışları ile okullara ait gayri menkul gelirlerinden, mahkeme harçlarına alınan hisselerden ve öğrencilerin imal ettikleri eşyalardan elde edilen hasılat ile karşılanmakta idi. Sanayi mekteblerinin daha sonra Diyarbakır, Bursa, Kastamonu, Selanik, Şam, Bağdat ve Konya gibi büyük vilayetlerde de açılmış olması, bu okulların tutulduğunu ve bir ihtiyaca cevap verdiğini göstermektedir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

154

Monday, 23.11.2015, 05:25


II.Sultan Abdülhamid Han'ın Cenaze Töreni - 1918

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

155

Monday, 23.11.2015, 05:26

İstiklal Savaşı Sırasında Bir Türk Kızının Duası ...



Allah'ım;

Ak saçlı ihtiyarlar, bağrı yanık analar, gönlü yaralanmış yetimler, bütün Türk ve Müslüman kulların hep birden duaya geldik. Sesimiz, sana minarelerden, memleketimin bütün müslüman dünyasına ses veren mabedlerinden yükseliyor... Kalbimizi sana açtık. Gözlerimizde senin nurun, kalbimizde senin vecdin, ruhumuzda senin aşkın var... Mabedlerinde ağlayan, surların üzerinde feryat eden, müslüman iklimlerinde matem tutan yeisli Türk sedasını işiten Tanrım. Bizi de dinle... Ruhumuzdan kopan feryadlara acı ve bizi koru Allah'ım...

Günahlarımıza tövbe ederek şehidlerimizin ruhundaki kutsiyete sığınarak sana secde ediyoruz... Müslüman ruhunu temsil eden camilerine haç diktirme Allah'ım...
Yedi yüz seneden beri minarelerinde okunan ezan sesine bizi hasret ettirme Allah'ım...
Topraklar altında millet için ölen şehitlerini mezarında ağlatma Yarabbi...
700 seneden beri denizlerin hâkimi, şarkın hâkimi olduk. Bizi düşmanlarımıza esir eyleme Yarabbi...

Şarkın üstünde dalgalanan matem sancağı bütün esir olan müslüman dünyasının matemini ilân ediyor. İşte, biz, bugün, o siyah bayrağın altında ruhumuzdan taşan hıçkırıklar arasında sana yalvarıyoruz Allah'ım...

Asırlardan beri hükümran olan Türkün, bugün bütün milletlerin telin edeceği bir zulm ile mukaddesatı, istiklâli hayatı, her şeyi mahvoluyor... Biz, Allah'ım, senin adâletine sığındık. Bizim, her adâletin fevkinde, her kavmin üstünde en büyük kuvvetimiz olan Allah'ım, seksen milyon Türkün kalbinde senin vecdin, senin aşkın var. Ve, biz bu aşk ile Türk'ün hakkını bütün cihana, milletlerine bağıracak ve anlatacağız. Türkler, ancak Türk sultanının, halifesinin hükmünde yaşar. Ve, biz hürriyetimiz için, seksen milyon Türk, genç, ihtiyar, kadın, çocuk sesimizi işittirinceye kadar bağıracağız. Cihadımıza sen zahir ol Yarabbi...

Sesini, sana ilâhi mabedlerinden tekbirler, tehlillerle yükselten Türk'ün sesini işit ve bizi kurtar Allah'ım...

Huzurunda diz çöktük, sana bütün vicdanımız, bütün imanımızla yalvarıyoruz. İmdat dileyen yaşlı gözlerimiz, merhametine sığınan matemli kalplerimiz, hicran dolu ruhumuzla sana ibadet ediyoruz ve yalvarıyoruz... Hükümran olduğumuz topraklarda bizi süründürme Allah'ım...

Camilerimizde yanan din ve iman kandillerini söndürme Allah'ım...

Fatihlerin, bütün hakanların şan ve şeref ülkesinde olan hilâlini eksik etme Allah'ım...

Düşmanlara hakkın kuvvetini tanıt ve bizi kurtar Allah'ım...

( Ömer Sami COŞAR'ın 1919 yılı gazetelerinden derlediği "İstiklal Harbi Gazetesi'nden)

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

156

Monday, 23.11.2015, 05:29


Osmaniye'nin Kaziyeler köyünden olan Rahmiye Fransızlara karşı 9, Tümenin yaptığı mücadeleye müfrezesiyle katılmıştır, Temmuz 1920'de Fransızlara karşı harekete geçildiği sırada askerlerde bir duraksama olunca "Ben kadın olduğum halde ayakta duruyorum da, siz erkek olarak yerlerde sürünmekten utanmıyor musunuz?" demiş, aynı muharebe sırasında ateş hattında kalan iki arkadaşını korumak için İleriye atıldığında şehit düşmüştür.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

157

Monday, 23.11.2015, 05:31



İşgallerin ardından İstanbul'da yaptığı konuşmalarla halkı işgallere karşı uyandırmaya çalışan, Milli Mücadele'nin en önemli simalarından biridir. Sultanahmet Mitinginde yaptığı konuşmadan sonra tevkif kararı çıkınca, eşi eli birlikte Anadolu'ya geçmiş ve Milli Mücadele'ye katılmıştır. Mustafa Kemal onu Garp Cephesine tayin etmiştir. "Halide Onbaşı" olarak İstiklal Savaşına fiilen katılmıştır. İstanbul Hükümeti tarafından, Mustafa Kemal ile birlikte hakkında ölüm kararı verilen altı kişiden biridir.


Milli Mücadele sırasında cephede bizzat görev alan Anadolu kadınlarından bazıları daha sonra T.B.M.M tarafından mükâfatlandırılmıştır. Batı Cephesindeki 12 kadın ve Fatma Çavuş onlardan sadece birkaçıdır. "Garp Cephesi Kumandanlığı" Eskişehir Har-bindeki başarılarından dolayı 12 kadını İstiklal Madalyası ile taltif ve Erzak Kolu Kumandanlığı vazifesini ifâ eden Fatma Onbaşı'nın rütbesini "Çavuş"luğa terfi ettirmiştir. Cephe gerisinde mücadele eden Anadolu'nun her yerindeki kadınlarımız bu topyekûn savaşın isimsiz kahramanlarıdır.

Cepheye erzak ve cephane taşınması, askerlerin giyeceğinin temini, yaralı askerlerin tedavisi gibi geri hizmetlerini kadınlarımız gerçekleştiriyordu. Kastamonu İnebolu'da Milli Kuvvetlere bağlı olarak kurulan askeri teşkilat vasıtasıyla silah, cephane, erzak, giyecek, v.b. şeyler İnebolu İskelesi'nden Çankırı'ya oradan Ankara'ya ve cepheye gönderiliyordu. ''"Kağnı Kollarında 1921kışında Kastamonu şehrinin kapısı sayılan kışla önünde bir kadının cephane yüklü kağnısı üzerine kapanmış halde donmuş olarak askerler tarafından bulunmuştu.

Kağnı arabasındaki kıymetli yükü korumak için üstüne yorganını örten genç kadının bir elinde ügen-dire kollarını açmış halde yorganın üzerine abanarak kaldığı görülmüştür. Askeri birlikte bulunan Rıfat Çavuş öküzleri koşarken, Cemil Çavuş da şehidin üzerindeki karları süpürmüş, bu sırada yorganın altından bir çocuk sesi işitilmişti. Yorganın altından otlara sarılı top gülleleri arasında, çulların içinde kundaklı bir kız çocuğunun donmaktan kurtulduğu görülmüştü.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

158

Monday, 23.11.2015, 05:34


Tarihde ilk olarak kadınlara oy kullanma hakkını veren ülke 1893 yılında Yeni Zelanda olmuştur.
20.YüzYılın başlarında Avusturya,Finlandiya ve Norveç‘te kadınlara oy kullanma hakkını kazandırdı.
İsveç ve ABD’de kadınların bağzı yerel seçimlerde oy kullanma hakları vardı.
kadın için oy ADB’de kadınlara oy kullanma hakkının verilmesini sağlamak için Stanton ve Susan B.Anthony’nin önderliğinde Kadınlara Oy Hakkı Ulusal Derneği ve Lucy Stone’un önderliğinde Amerikan Kadınına Oy Hakkı Derneği kuruldu.
Bu örgütlerin çabaları 1920’de anayasanın 19.Ek Maddesi’nin onaylanmasıyla başarıya ulaştı.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

159

Monday, 23.11.2015, 05:36

iSTANBUL SANAYİ MEKTEBİ’NİN KURULUŞU VE GELİŞİMİ
Mithat Paşa, ordunun ihtiyaçlarını karşılamak gayesi ile 1865’te Rusçuk’ta öksüz kızlar için de bir ıslâhhane açmıştır18. Mithat Paşa Tuna Valiliğinden İstanbul’a Şura-yı Devlet reisliğine (Danıştay) atanınca (6 Mart 1868 )19, Sanayi ıslâhhaneleri ile daha geniş şekilde ilgilenmiş ve Türk Sanayisinin çökmesini önlemek ve onu himaye etmek için Islah-ı Sanayi komisyonunun çalışmalarına katkıda bulunmuştur.
Bu komisyonun çalışmaları sonunda Kasım 1868’de Mekteb-i Sanayi İstanbul’da Sultanahmet mevkiinde, eski Kılıçhane ile etrafındaki arsalar üzerine inşa edilmiş binalarda tedrisata başladı20. Okul binası dershaneler ve atölyelerin yanında bir de fabrika ihtiva ediyordu. Başlangıçta on üç yaşından küçük elli öğrencinin alındığı okul, devletin ileri gelenlerinin de hazır bulunduğu bir törenle açıldı. Okulun açılış konuşmasını Mithat Paşa yaptı.
Okulun müdürlüğüne o dönemde Üsküdar’daki Özbek Tekkesi şeyhi olan İbrahim Ethem Bey atandı. Sanayi mektebi için fi 24 Şaban 1285 (11 Aralık 1868 ) tarihinde Şurayı Devlet tarafından okulun kuruluş gayesi, programı ve yönetim esaslarını belirleyen 64 maddelik bir nizamname hazırlandı.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

160

Monday, 23.11.2015, 05:37

İstanbul Sanayi Mektebi Nizamnamesi
Nizamnamenin; Birinci bölümü (1-30) okulun kuruluş gayesini ortaya koymaktadır ve okutulacak dersleri ihtiva etmektedir. İkinci bölüm de (31–43) okulun yönetici ve hizmetli kadrosu ile ilgilidir. Bunların görevleri (31–38 )kulun gelir, gider ve Mektebi-i Sanayi umum sandığının idaresi ile ilgilidir. Üçüncü bölümde ise (44-64) talebenin sınavları, genel güvenliği, öğrencilere verilecek cezalar ve onların terbiyesi ve öğrencilere verilecek mükafatlar ele alınmıştır (50-64). Nizamnamenin; ikinci maddesine göre okutulacak dersler hiref (sanatlar), sanayi, demircilik, dökmecilik, makinecilik, mimarlık, her türlü maden imalat, ağaç işleri, terzilik, kunduracılık, ve mücellitlik gibi dersler ve bu derslere ilaveten bunları tamamlayan Fen ilimleridir.
Bu okulun 1. sınıf imtihanını başarı ile verenlere “çıraklık” 2. 3. ve 4. sınıfları tamamlayanlara derece derece “kalfalık” son sınıfı tamamlayanlara da “ustalık” hakkı tanınmıştır. Üçüncü maddeye göre Sanayi Mektebi dahili ve harici olmak üzere ikiye ayrılmış; dahili şubede olan talebelerin 13 yaşından küçük olacak ve leyli (yatılı) ve nehhari (gündüzlü) kalacaklar ve sayıları 500’ü geçmeyecektir. Harici şubenin talebeleri en fazla 30 yaşında olacak, mutlaka işe yarayacak, sanat ve marifet tahsil edecek ve yalnız gündüzleri okula devam ederek geceleri evlerinde ikamet edeceklerdir. Nizamnamenin altıncı maddesi her sınıfta okutulacak derslerle ilgilidir.
Dokuzuncu maddeye göre, okulun dahili ve harici şubelerinde bulunan talebelerin her birine sınıflarına göre, ücret-i yevmiye verilecektir. Onuncu maddeye göre talebelerden birisi yılda yalnz 300 gün iş işlemiş olsa, eğer talebe dahili şubeden ise okuldaki yiyecek ve elbise masrafı çıktıktan sonra birinci sene için 20, ikinci sene için 40, üçüncü sene için 60, dördüncü sene için 80 ve beşinci sen için 100 para (100 para 2,5 kuruş; 100 kuruş 1 liradır.) kendi yed’ine verilecek; yarısından fazlası emniyet sandığına konulan nisfi (yarı) faizi ile terakküm (birikmiş) faiziyle beşinci sene sonunda 1250 kuruşa; talebe harici şubede ise yılda 300 gün hesabıyla işlediği işin yevmiye ücretinde yalnız elbise parası çıkarıldıktan ve bakisinin nisfi kendine verildikten sonra nisfi emniyet sandığına konulacaktır. Onunda işlenmiş faiziyle beşinci sene sonunda miktarı 2500 kuruşa ulaşacağından bu akçeler hangi öğrencinin ücretinden artırılmış ise onun malı addedildiğinden okuldan çıktığında kendisine teslim edilerek işleyecekleri sanat için sermaye ihtisas kılınacaktır.
Ondördüncü maddede belirtildiğine göre; mektebi sanayide okutulacak dersler sabah başlayacak, vakti zuhurda (öğle ezanından 2 saat evvel) tamamlanacak ve ondan sonra talebeler sanat mahalline sevk edileceklerdir. Bu durumda teorik dersler öğleye kadar, uygulamalı dersler ise öğleden sonra yapılacaktır. Uygulamalı dersler günde kışın 5 yazın 6 saatten az olmayacaktır. Kırkdokuzuncu maddeye göre ise; fenni makine ilim ve ameliyesinin tahsili 6-7 seneye mütevakif 5 seneden ziyade kalan talebenin 6. ve 7. Sene ücretleri sunufi saire şakirdanın (çırak) ücreti yevmiyelerini iki katı olacaktır ve makine fenni için 6. sınıftan 7. sınıfa nakleden ve 7. dereceye vusul ile makine fenninden şahadetname alan şakirdan muallimine sair sınıflar ustalarına verilen mükafatın iki katına ifa olacaktır.
Sanayi mektebi bir taraftan yabancı öğretmen ve uzmanlardan kadrosunu takviye ederken diğer taraftan da okulu başarı ile bitiren talebeleri Batı teknolojisini yakından tanımaları açısından Avrupa’ya göndermekteydi. Ramazan (1286) tarihli bir tezkereden anlaşıldığına göre, sanayi mektebi öğrencilerinden 20 kişinin çeşitli sanat dallarından eğitim görmek üzere Paris’e gönderilmeleri kararlaştırılmıştır.
Islâh-ı sanayi Komisyonu 1874’e kadar başarılı bir şekilde çalışmalarını yürüttü. Ancak o yıldan itibaren önemini yavaş yavaş kaybederek sanat okulu mahiyetinden uzak bir hal aldı. Bunun en önemli sebebi, okulun iki önemli koruyucusu Mithat Paşa* ve ıslâhı sanayi komisyonundan mahrum kalması sayılabilir. Aynı yıl İzmir, Bursa, Kastamonu, Bosna, Trabzon ve İşkodra’da 1869’da Erzurum’da; 1870’te Diyarbakır’da sanayi mektebleri açıldı. Bunlardan Kastamonu ve İstanbul’dakinde kızlar bölümü de vardı.