Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

361

Saturday, 2.11.2013, 18:25

Kurşun Kalem

Çocuk, büyükbabasının mektup yazışını izliyordu. Birden sordu:
- Bizim başımızdan geçen bir olayı mı yazıyorsun? Benimle ilgili bir hikâye olma ihtimali var mı?
Büyükbaba yazmayı kesti, gülümsedi ve torununa söyle dedi :
- Doğru, senin hakkında yazıyorum. Ama kullandığım kurşun kalem yazdığım kelimelerden çok daha önemli. Umarım büyüdüğünde bu kalemi sen de seversin.
Çocuk kaleme merakla baktı, ama özel bir şey göremedi.
- İyi ama bu kalem benim hayatımda gördüğüm diğer kalemlerden hiç farklı değil ki!
- Bu tamamen nesnelere nasıl baktığınla ilgili. Bu kalemin beş önemli özelliği var ve sen de bu özellikleri kendinde benimseyebilirsen hep dünyayla barışık bir insan olursun:
Birinci özellik: Harika şeyler yapabilirsin ama attığın adımları yönlendiren bir el olduğunu asla unutma. Bizim için bu el Tanrı’dır ve her zaman kendi kudretiyle bizi o yönlendirir.
İkinci özellik: Zaman zaman her ne yazıyorsam durmam ve kalemimin ucunu açmam gerekir. Bu kaleme biraz acı çektirse de sonuçta daha sivri olmasını sağlar. Bu yüzden bazı acılara göğüs germeyi öğrenmelisin, bu acılar seni daha iyi bir insan yapar.
Üçüncü özellik: Kurşun kalem, yanlış bir şey yazdığında bunu bir silgiyle silmene her zaman imkan tanır. Yaptığımız bir şeyi sonradan düzeltmenin kötü bir şey olmadığını anlamalısın, aksine bu bizi adalet yolunda tutmaya yarayan en önemli şeylerden biridir.
Dördüncü özellik: Kurşun kalemin en önemli kısmı, kalemin yapıldığı ahşabı ya da dışarı yansıyan şekli değil, içerisinde yer alan kurşunudur. O yüzden her zaman kendi içine bakmalı, en çok onu korumalısın.
Beşinci ve son özelliği ise, her zaman bir iz bırakmasıdır. Aynı şekilde sen de hayatta yaptığın her şeyin bir iz bırakacağını bilmeli ve her hareketinin farkında olmalısın.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

362

Saturday, 2.11.2013, 18:26

En İyi Haber

Arjantin’li ünlü Golf’cü Robert de Vincenzo, yine bir turnuvayı kazanmış, ödülünü alıp kameralara poz vermiş ve kulüp binasına gidip oradan ayrılmak üzere hazırlanmıştı. Bir süre sonra binadan çıkıp otoparktaki arabasına yürürken yanına bir kadın yaklaştı. Kadın başarısını kutladıktan sonra, ona çocuğunun çok hasta ve ölmek üzere olduğunu anlattı. Zavallı kadının hastane masraflarını ödemesi imkansızdı . Kadının anlattığı öykü De Vincenzo’yu çok etkilemişti, hemen cebinden bir kalem çıkarttı ve turnuvadan kazandığı paranın bir miktarını yazdı çek defterine. Çeki kadının eline sıkıştırırken de ona,
-Umarım bebeğinin iyi günleri için harcarsın. dedi.
Ertesi hafta kulüpte öğle yemeği yerken, Profesyonel Golf Derneği’nin bir görevlisi yanına geldi.
-Otoparktaki görevli çocuklar bana geçen hafta turnuvayı kazandıktan sonra yanına bir kadının geldiğini ve onunla konuştuğunu söylediler.
De Vincenzo evet anlamında başını salladı. Görevli;
-Sana bir haberim var. O kadın bir sahtekardır. Üstelik hasta bir çocuğu da yok. Seni fena halde kandırmış arkadaşım.
De Vincenzo;
-Yani ortada ölümü bekleyen bir bebek yok mu?
-Hayır, yok.
-İşte bu, bu hafta duyduğum en iyi haber, dedi.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

363

Saturday, 2.11.2013, 18:28

Ayakkabı

“Sanki gelecek ay gökten para yağacak. Hem ev sahibim de zengin biri sayılmaz ki. Kimseden borç istemeye de yüzüm kalmadı. 20 milyon da kiraya verince elde 10 kalacak, bakkal artık beklemez, 5 de ona. Kalan 5 de bir hafta yeter ya sonra”.
Adam evine geldiğini fark etti. İçeri girdi, sıkıntılarını olabildiğince ailesine yansıtmayan biriydi. Yüzündeki sıkıntılı ifadeyi zorla da olsa değiştirdi, güler yüzle içeri seslendi:
- Alo! Kimse yok mu? Bu yorgun ve yaşlı adamı karşılayacak kimse yok mu?
Hanımı koşarak geldi, ceketini aldı:
- Kusura bakma bey, geldiğini duymadım.
- Eh elimiz boş olunca yüzümüze bakılmıyor, ne yapalım.
- Öyle deme bey.
- Şaka yaptım canım şaka yaptım, hemen darılma. Elim dolu olsa da yüzüme bakılmıyor, diyecektim!
Onun şakalarına alışmış olan karısı bu kez ses çıkarmadı, sadece gülümsedi.
- Yorgun görünüyorsun.
- Biraz yorgunun hanım.
- Acıkmışsındır, hemen yemeğini getireyim.
- Hanım acıktım acıkmasına da, zahmet olmazsa başka bir şey rica edeceğim.
- Estağfurullah bey, buyur!
- Ya sen de yorgunsundur, ama ayaklarım çok ağrımış, bir leğene az bir su koysan, sana zahmet.
- Tabi hemen getiriyorum.
Adam eşofmanını giyip oturmuştu ki, hanımı bir leğen suyla girdi. Adam yorgun ayaklarını suya daldırmadan merakla sordu;
- Benim tatlı kızım nerde bakayım, saklandı mı yaramaz?
Anne başını önüne eğdi,
- Ne oldu, bir şey mi var? …söylesene canım.
- İçerde… Ağlıyor.
- Ağlıyor mu? Niye?
- Ayakkabı istiyor.
- Daha önce konuşmuştuk, alamayacağımı söylemiştim. Hem ayakkabısı eski değil ki?
- Eskidiği için değil, arkadaşlarında gördüğü, yeni çıkan bir ayakkabıdan istiyor.
- Hanım biliyorsun para durumunu…
- Ben biliyorum da…
- Bir daha konuşayım bakalım, benim kızım anlayışlıdır. Çağır gelsin.
Kadın kızını çağırdı, kalkmak istemeyen kızını, zor da olsa ikna etti, babasının yanına getirdi. Babası yanına oturttu. Olabildiğince kırmamaya çalışarak konuştu;
- Kızım, seninle daha geçen akşam konuşmuştum. Ayakkabı alacak kadar paramız yok, hem ayağındakiler de eski değil.
- Başkası nasıl alıyor?
- Yavrum onların durumu daha iyiyse alabilirler. Bizim şimdi iyi değil. Bekle belki bir kaç ay sonra alabiliriz.
- Bana ne arkadaşlarım aldı, ben de alacam.
Yine ağlamaya başlamıştı.
- Ne kadarmış o ayakkabı fiyatını biliyor musun?
- 40 lira.
- Kızım sana o ayakkabıyı alırsak elimizde para kalmıyor. Getir bakayım sen şimdi giydiğin ayakkabılarını.
Kız hışımla getirdi, yere attı. Adam çocuğun saygısızlığını görmemezlikten geldi. Küçük çocuklar için böyle heveslerin ne derece önemli olduğunu biliyordu. Hele arkadaşlarından biri onu kıskandırdıysa, o küçük dünyasında tüm hayali o ayakkabı olmuştur, başka bir şey düşünemez bile, diye aklından geçirdi. Fakat adamın da yapacak bir şeyi yoktu. Çok uzun bir sessizlik oldu, adam kızını kırmadan nasıl çözüm bulacağını düşünüyordu. Hanımı ise kocasının, ayakkabıların yere atılışına sinirlendiğini düşünüp endişe ile bekliyordu. Adam umutsuzca kızına bir daha sordu;
- Kızım, bu ayakkabılar hiç de eski görünmüyor, bir kaç ay daha giysen.
- Eski işte eski, giymem. Bunlar eski!
Adamın içi içini yiyordu. Bir medet arar gibi hanımına baktı. Yıllardır sıkıntı içinde yaşayan ama eve her gelişinde güler yüzünü eksiltmeyen vefakâr karısı, yapacak bir şeyi olmadığını göstermek için, ellerini iki yana açtı. Adam birden ayağa kalktı, giyinmeye başladı.
- Kızım madem benim, “ayakkabın eski değil” sözüme bakmıyorsun, giy ayakkabılarını dışarıda az öne gördüğüm bir çocuğa soracağız, sen soracaksın. Eğer sorduğun çocuk, bu ayakkabılar için, “eski” derse veya beğenmezse söz istediğin o ayakkabıları alacağım.
Ayakkabı alınmasından tamamen ümitsiz olan kız bunu duyunca heyecanlandı. Hemen hazırlandı. Baba kız el- ele sokağa çıktılar. Hiç konuşmadan bir kaç sokak geçmişlerdi ki, babası az ilerdeki köşeyi gösterdi;
- Bak şu köşede oturan bir çocuk var, hemen hemen senin yaşlarında. Sor bakalım ayakkabıların güzel mi değil mi?
Kız hevesle çocuğun yanına koştu ama durdu kaldı. Çocuğun şaşkın bakışları arasında birkaç saniye orda kaldıktan sonra ağlayarak babasına doğru koştu. Soramamıştı.
Babası ağlayan kızını bırakıp köşedeki çocuğun yanına gitti. Cebindeki bozuk paraları, çocuğun önündeki mendile bırakıp döndü.
Çocuk hâlâ, ağlayarak uzaklaşan kıza bakıyordu, duvara yasladığı koltuk değneklerinin arasından.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

364

Saturday, 2.11.2013, 18:29

Diplomasi

Adamın biri Afrika’da safariye çıkarken yanına minik köpeğini de almış. Minik köpek bir gün ormanda dolaşıp kelebekleri kovalar, çiçekleri koklarken kaybolduğunu farketmiş. Ne yapacağını düşünürken bir de bakmış ki, karşıdan bir leopar geliyor ve belli ki günlük yiyeceğini arıyor.
“Şimdi başım dertte!” diye düşünmüş minik köpek.
Etrafına bakmış yerde kemik parçalarını görmüş. Hemen arkasını leoparın geldiği yöne dönerek kemikleri yemeye başlamış. Bu arada da arkadaki hareketi kestirmeye çalışıyormuş. Leopar tam saldıracakken minik köpek kendi kendine konuşmuş:
“Ne kadar lezzetli bir leoparmış. Acaba etrafta bundan bir tane daha var mıdır ki?” diye sormuş.
Bunu duyan leopar bir anda donmuş kalmış ve en yakındaki ağaca tırmanarak dalların arasına saklanmış.
“Tam zamanımda kurtardım, yoksa bu köpeğe yem olacaktım” diye düşünmüş leopar.
Bütün bunlar olup biterken bir başka ağacın üstündeki bir maymun olanları izliyormuş. Bildiklerini kullanarak leopardan kurtulacağını düşünmüş. Leoparın yanına giderek neler olduğunu anlatmış. Leopar köpeğin yaptıklarına çok sinirlenmiş ve maymuna:
“Atla sırtıma gidip şunu yakalayalım” demiş.
Ancak minik köpek neler olduğunu ve leoparın sırtında maymunla birlikte yaklaştığını fark etmiş.
“Şimdi ne yapacağım” diye düşünürken kaçmaya teşebbüs etmemiş.
Bunun yerine arkasını leoparın geldiği yöne dönerek, kemikleri yemeye devam etmiş. Tam leopar saldıracakken yine kendi kendine konuşmuş:
“Bu aptal maymunda nerede kaldı? Yarım saat önce bir leopar daha getirsin diye gönderdim hala haber yok”…
Diplomasi böyle bir şey işte… Yapabiliyorsan; hızlı düşün, sakin ol, güçlü görün, düşmanını kendi silahı ile yen….

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

365

Saturday, 2.11.2013, 18:30

Beş Maymun Hikayesi


Kafese beş maymunu koyarlar… Ortaya da bir merdiven ve tepesine de iple muzları asarlar. Her bir maymun merdivenleri çıkarak muzlara ulaşmak istediğinde dışarıdan üzerine soğuk su sıkarlar. Her bir maymun aynı denemeye giriştiğinde çok soğuk suyla ıslatılır. Bütün maymunlar bu denemeler sonunda sırılsıklam ıslanırlar. Bir süre sonra muzlara hareketlenen maymunlar diğerleri tarafından engellenmeye başlanır. Suyu kapatıp maymunlardan biri dışarı alınıp yerine yeni bir maymun koyulur. İlk yaptığı iş muzlara ulaşmak için merdivene tırmanmak olur fakat diğer dört maymun buna izin vermez ve yeni maymunu döverler.
Daha sonra ıslanmış maymunlardan biri daha yeni bir maymunla değiştirilir. Bu ikinci maymunda merdivene ilk yaptığı atakta dayak yer. Bu ikinci yeni maymunu en şiddetli ve istekli döven ilk yeni maymundur. Islak maymunlardan üçüncüsü de değiştirilir. En yeni gelen maymun da ilk atağında cezalandırılır. Diğer dört maymundan yeni gelen ikisinin en yeni gelen maymunu niye dövdükleri konusunda hiç bir fikirleri yoktur.
Son olarak en baştaki ıslanan maymunların dördüncüsü ve beşincisi de yenileriyle değiştirilir. Tepelerinde bir salkım muz asılı olduğu halde artık hiçbiri merdivene yaklaşmamaktadır.
Neden mi? Çünkü burada işler böyle gelmiş ve böyle gitmelidir.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

366

Saturday, 2.11.2013, 18:31

Bayramlık Elbiseler ve Misketler

Yaşlı adam, bir konfeksiyon mağazasına ait vitrine uzun uzun baktıktan sonra, ilerideki yeşillikte oynayan çocukların en zayıfına dönerek:
-Küçüüük! diye seslendi. Bana biraz yardımcı olur musun?
Çocuk, hafta sonlarında yaptıkları misket oyununu ilk defa kazanmış olmasına rağmen arkadaşlarını bırakıp geldi. 7-8 yaşlarındaydı ve üzerindeki elbiseler, “tek kelimeyle” dökülüyordu.
Yaşlı adam, çocuğun saçlarını okşadıktan sonra:
- Vitrindeki elbiseyi giymeni istemiştim, dedi. Bakalım üzerine uyacak mı?
Çocuk, bu teklifi ilk önce şaka sandı. Ama adam son derece ciddiydi. Onunla birlikte mağazaya girerken, ilk önce rüyâda olup olmadığını, daha sonrada şimdiye kadar yeni bir elbise giyip giymediğini düşündü. Genellikle ailedeki büyük çocuğa alınan veya komşular tarafından verilen giyecekler, elbiselerin ona dar gelmesiyle birlikte ortanca kardeşe kalır, birkaç sene sonra da dizleri aşınmış veya delinmiş vaziyette kendisine yamanırdı. Ama “her zaman hasta” dedikleri babasının ne kadar zor para kazandığını bildiğinden, bu işe bir kere bile itiraz etmemişti. Şimdi ise, ilk defa yeni bir elbisesi olacaktı. Üstelik de bayrama üç gün kala.
Çocuk, yaşlı adamın gösterdiği elbiseleri giydiğinde, büyümüş olduğunu ilk defa fark etti. Çizgili kadifeden yapılmış pantolon, bacaklarının ne kadar uzun olduğunu ortaya koyarken, yeni ceketi de omuzlarını iyice geniş göstermişti. Fakat hepsinin üzerine giydiği kaban bir başkaydı ve artık üşümeyecekti. Çocuk, biraz önce kazandığı misketleri onun cebine bıraktığında, iyice keyiflendi. İrili ufaklı misketler, gayet derin olan ceplerin bir köşesinde kalmıştı. Demek ki her bir cep, en az elli misket alabilirdi.
Yaşlı adam, çocuğu sağa sola döndürdükten sonra, elbiselerin paketlenmesini istedi. Ve iş tamamlandığında, tezgâhtara dönerek:
-Elbiseleri torunuma alıyorum, dedi. Kendisine sürpriz yapacağım için, onları bu çocuğun üzerinde denedim. İkisinin de boyu falan aynı da…
Çocuk, bir anda beyninden vurulmuşa döndü ve ne diyeceğini bilemedi. Ama artık büyüdüğüne göre, bir şey belli etmemeliydi. Aynaya son bir defa baktıktan sonra, üzerindekileri yavaşça çıkartarak bir kenara fırlattığı eskileri giydi.
Adam, elbiselerin torununa uyacağından emindi. Yaptığı hizmet için çocuğa bir ciklet parası vermek istediğinde, onu yanında göremedi. Haylaz velet, belli ki bu işten sıkılmıştı.
Çocuk, arkadaşlarının yanına döndüğünde, bir kenara çekilerek onları seyretmeye koyuldu. Ve bütün ısrarlara rağmen oyuna katılmadı.
Arkadaşları :
-Niçin oynamıyorsun? diye sordular. En güzel misketleri sen kazanmıştın.
Çocuk, inci gibi yaslar süzülen gözlerini arkadaşlarından kaçırmaya çalışırken:
-Misketlerim, bu elbiselere yakışmayacak kadar güzeldi, dedi. Bu yüzden onları, bayramlık kabanımın cebine sakladım.
Aslında her yaşta ama farklı şekillerde hep birileri tarafından kandırılıp sonra da bir kenara fırlatılmadık mı işimizde – dostlukta – arkadaşlıkta – belki de ailemizde…
Kimin umurunda -bir başkasının- duyguları, hissettikleri veya kandırılması, gözyaşları ya da kalp kırıklıkları.
Bütün bir ömür boyu kalan izler ne yazık ki külliyen hiç kimsenin… Keşke… Keşke… Farklı olabilseydi her şey.
Biraz daha insanca, biraz daha hassasça, dürüstçe ve biraz daha yüreklice…

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

367

Saturday, 2.11.2013, 18:32

Bayan Danışma


Ben henüz çok küçükken eve bir telefon almıştık. Telefonun bağlı olduğu cilalı çerçeveyi ve parlak ahizeyi asla unutamam. Saatlerce onun karşısına geçer ve seyrederdim. Hatta o derece ki, sayımız olan 105′i bir an bile aklımdan çıkaramıyordum, telefonla konuşacak yaşta değildim, zaten boyum da telefonun bulunduğu yere yetişemezdi. Fakat annem konuştuğu zaman, onun karşısına geçip hayranlıkla ona bakardım. Bir keresinde beni kucağına alıp ahizenin yanına kaldırdı ve beni babamla konuşturdu. Bu, bence unutulması çok güç bir olaydı. Sevinçten ve mutluluktan uçuyordum.
Zamanla, bu telefonun içinde canlı bir yaratık bulunduğunu, “Lütfen Danışma” olduğunu ve bu Bayanın ne sorulursa hemen cevap verdiğini öğrendim. Annem ona defalarca başkalarının telefon numaralarını sormuştu; bir iki kere de saatimiz durunca gene ondan sorup doğru saati öğrenmişti.
Telefondaki bu cinle konuşma fırsatını ilk olarak annemin yakın komşumuzu görmeye gittiği ve benim de evde yalnız bulunduğum bir gün elde ettim. Bahçede oynarken, kaza ile elimdeki çekici parmağıma indirmiştim, sancıdan kıvranırken, ansızın aklıma “Bayan Danışma” geldi. Koşa koşa içeri girdim ve ufacık iskemlenin üzerine çıkarak telefonun alıcısını kaldırdım. Alıcıdan acayip ürültüler geliyordu. Ağlar gibi bir sesle: “Danışma lütfen” dedim. Karşımda gayet tatlı bir Bayan vardı. Ben tekrar ağlayarak: “Parmağımı acıttım. Ne yapacağımı söyleyebilir misiniz?” diye sorunca, makinenin içindeki bayan bana: “Annen evde yok mu?” dedi.
“Hayır, evde hiç kimse yok.”
“Parmağın kanıyor mu?”
“Hayır, çekiçle vurdum, şimdi acıdan kıvranıyorum.”
“Buz dolabını açabilir misin?”
“Evet”, diye cevap verince, Bayan Danışma sözlerine şöyle devam etti:
“Peki, dolabı aç ve buzluktan ufak bir parça buz çıkararak acıyan yerin üzerine bastır. Dikkat et, yerleri kirletip buzları dökmeyesin. Biraz sonra sancın dinecek. Artık ağlama ve bir daha sefere daha dikkatli davran.”
O günden sonra da en ufak bir bilgi için Bayan Danışmayı rahatsız ediyordum. O ise, en ufak bir hoşnutsuzluk göstermeksizin hemen bana yardım ediyordu. Coğrafya derslerinde, aritmetik problemlerinde hatta ve hatta parkta bulduğum sincabın beslenmesi için bana yardımcı olmuştu.
Bir gün çok sevdiğim kanaryamız Peter kafesinde ölü bulundu. Ağlayarak hemen telefona sarıldım ve Bayan Danışmaya büyük acımı bildirdim. O da, diğerleri gibi, basit sözlerle beni yatıştırmaya çalışıyordu. Halbuki ben ondan daha fazla anlayış bekliyordum. Peter gibi güzel öten bir kuşun ölümünün olmayacak bir şey olduğunu ona anlatmak istiyordum. Sonsuz acımı anlayan ve onu paylaşmaya çalışan Bayan Danışma bana şu öğütte bulundu:
“Beni dinle Paul, haklısın böyle güzel öten bir kuş ölmemeliydi, fakat unutma ki, çok daha güzel bir dünyaya gidiyor ve orada da ötmesine devam edecek. Onun için artık üzülmen yersiz.”
Başka bir gün de, telefondaki cinden bir kelimenin anlamını soracaktım. Tam alıcıyı kaldırıp, Bayan Danışmayı istemiştim ki, yavaşça odaya giren kız kardeşim, beni korkutmak için ansızın bağırdı. Birden yerimden sıçradım. Sıçramamla birlikte duvara çakılı telefon alıcısı da benimle yere düştü. Telefondan teller fırladı. Bayan Danışma’nın sesi hiç duyulmuyordu. Yarım saat sonra kapımız çalındı ve telefon tamircisi olduğunu söyleyen bir adam gelerek telefonumuzu hemen tamir etti. Bizdeki bu bozukluğu kendisine yine Bayan Danışma’nın bildirdiğini de sözlerine ekledi.
Dokuz yaşıma bastığım yıl, evimizi değiştirdik. Evle birlikte, o eski telefon alıcısını da değiştirip, daha modern bir alıcı satın aldık. Bu alıcıyı hiç sevmemiş ve Bayan Danışma’nın ancak o eski alıcıda bulunduğuna nedense inanmıştım. Yıllar geçip de delikanlılık çağına girince, bazen eski günleri düşünür ve telefondaki o bayanın saatlerce ufak bir çocukla uğraşmasını ve onun saçma isteklerini ve sorularını eksiksiz yerine getirmesini takdir ederdim.
Yıllar geçmiş, ben büyümüş ve kolej öğrenimini tamamlamıştım. Bir gün iş için uçakla seyahat ederken, küçüklüğümün geçtiği bu kasabaya yakın bir merkezde uçak değiştirmek zorunda kaldım. Alanda beklerken, kız kardeşime telefon edip konuştuk. Sonra nasıl oldu bilmem, birden aklıma çocukluk yıllarımın Bayan Danışmanı geldi. Hemen alıcıyı kaldırıp, aynı kasabanın Danışmasını istedim. Hayret, karşıma çıkan, daha doğrusu alıcının içinden gelen o tatlı ve yumuşak sesi hemen tanımıştım. Birden hiç düşünmeden:
“Benim çok güzel bir kanaryam vardı. Öldü. Ne yapayım, bu acıya nasıl dayanayım?” diye sordum.
Öbür taraftaki ses bir iki saniye sustuktan sonra:
“Herhalde parmağın iyileşmiştir artık.” dedi.
Gülerek:
“Demek hala siz burada çalışıyorsunuz. Yıllar ardına gidecek olursak, o çocukluk yıllarımda sizin bana neler verdiğinizi, bende ne gibi anlaşılması güç duygular uyandırdığınızı bir bilseniz.” dedim.
“Aynı durum benim için de oldu. Siz de akıllı ve tatlı bir çocuk olmak sıfatıyla bana çok şeyler veriyordunuz. Benim kendi çocuğum olmadığı için, sizinle konuşmak, sizin o çocuksu ve saf acılarınız paylaşmak, size bazı alanlarda yardımcı olabilmek de benim için sonsuz bir zevkti.”
“Yeniden buralara gelecek olursam sizi arayabilir miyim?” diye sordum.
O ise gülerek:
“Tabi, Bayan Sally’i istiyorum dersen, hemen beni bağlarlar,” dedi.
Bayan Sally! -Nedense bu isim bana acayip geliyordu. Bayan Danışma’nın bir ikinci ismi daha olamazdı. O, Bayan Danışma ve hep de öyle kalacaktı.
Bu olaydan üç ay sonra, yine o bölgeye işim düşmüştü. Hemen en yakın telefon kulübesine koşarak, Danışma’yı istedim ve oradan da bayan Sally ile görüşmek istediğimi söyledim. Bu seferki Bayan Danışma daha genç birine benziyordu. Biraz çekingen bir eda ile:
“Siz bayan Sally’nin arkadaşı mısınız?” diye sordu.
“Evet, çok yakın arkadaşı idim,” deyince, üzgün bir sesle:
“Maalesef, Bayan Sally beş hafta önce öldü. Uzun süreden beri hastaydı. Bir dakika, acaba isminiz Paul mu? Tamam size son bir haber bıraktı; eğer bir gün onu telefonla arayacak olursanız, size, “Başka bir Dünya daha vardır ve orada da şarkı söylenebilir” dememizi istedi.
Teşekkür ederek telefonu kaparken, Sally’nin ne demek istediğini çok iyi anlamıştım. Yanağımdan aşağı süzülen gözyaşlarını silerken, Bayan Danışma’nın ruhuna Tanrı’dan rahmet diledim.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

368

Saturday, 2.11.2013, 18:33

Bakış Açısı

Dr. Paul Ruşkin, öğrencilerine yaşlanmanın psikolojik belirtilerini öğretirken onlara su olayı okur:
“Hasta ne konuşuyor, ne de söylenenleri anlıyor. Bazen saatlerce anlaşılmaz şeyler geveliyor. Zaman, yer ya da kişi kavramı yok. Yalnız, nasıl oluyorsa, kendi adı söylendiğinde tepki veriyor. Son altı aydır onun yanındayım, ne görünüşü için bir çaba sarf ediyor, ne de bakım yapılırken yardımcı oluyor. Onu hep başkaları besliyor, yıkıyor ve giydiriyor. Dişleri yok, yiyeceklerin püre halinde verilmesi gerekiyor. Gömleği salyalarından dolayı sürekli leke içinde. Yürümüyor. Uykusu sürekli düzensiz. Gece yarısı uyanıp çığlıklarıyla herkesi uyandırıyor. Çoğu zaman mutlu ve sevecen, fakat bazen ortada bir sebep yokken sinirleniyor. Biri gelip onu yatıştırana kadar da feryat figan bağırıyor.”
Bu olayı okuduktan sonra, Ruşkin öğrencilerine böyle birinin bakımını üstlenmek isteyip istemediklerini sorar.
Öğrenciler bunu yapamayacaklarını söylerler. Ruşkin, kendisinin bunu büyük bir zevkle yaptığını ve onların da yapması gerektiğini söyleyince öğrenciler şaşırırlar. Daha sonra Ruşkin hastanın fotoğrafını dolaştırmaya başlar. Fotoğraftaki doktorun altı aylık kızıdır.
Dr. Ruşkin, Amerikan Tıp Birliği Dergisindeki makalesinde,(günümüzde çok yaşandığı gibi ) gülünç bir yanlış anlamanın insana nasıl tamamen farklı bir perspektif kazandıracağını anlatmaktadır. Belki de hayatta yaşadığımız birçok şey bize önyargılarımız ve bakış açılarımız tarafından dayanılmaz ve zor gözükebilir.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

369

Saturday, 2.11.2013, 18:34

Adaletin Böylesi

İstanbul’un fethinden sonra Hazreti Fatih bütün mahkumları serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkumların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi.
Durum Hazreti Fatih’e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Hazreti Fatih’e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti:
- Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, müslüman hakimlerin ve müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunu isbat ediniz.
Hazreti Fatih’in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi… Bursa’da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar:
Bir Müslüman bir yahudiden bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslümanın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş.
Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan müslümanı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:
- Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine madem ki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını müslümana vermiş.
Papazlar islam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler.
Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik’e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar:
Bir müslüman diğer bir müslümandan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür müslümana götürüp teslim etmek ister;
- Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiata bana satmazdın. Al şu altınlarını, der.
Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler:
- Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar.
Kadı, her iki şahsada çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını cehiz olarak verir.
Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul’a Hazreti Fatih’in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler:
- Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve biribirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

370

Saturday, 2.11.2013, 18:36

Anneler Günü


Askerlik arkadaşım Dan ile onun metalik mavi arabasına portatif soğutucumuzu, eski kotlardan keserek yaptığımız şortlarımızı ve tişörtlerimizi koyup, Fort McCellan askeri üssünün ana kapısından geçişimizden bu yana tam 26 yıl geçti. Elimizde hafta sonu izin belgelerimiz ve ordudan aldığımız asker harçlıklarımızla Florida’ya doğru yola koyulduk. Sahilde hoşça vakit geçirmeye karar vermiştik. Yediğimiz berbat karavanaları ve Alabama’nın korkunç sivrisineklerini ancak bu şekilde unutabilecektik.
Aylardan Mayıs’tı ve hava çok güzeldi. Arabanın üstünü ve müziği sonuna kadar açtık. Birmingham’a varınca mola verip Anneler Günü’nü kutlamak için annelerimize telefon etmek istedik.
Annem alışverişten yeni dönmüştü. Sesinden bu özel günü ailemle geçiremeyeceğim için mutsuz olduğunu anladım. “İyi yolculuklar, dikkatli olun. Seni çok özleyeceğiz” dedi.
Arabaya döndüğümde, Dan’in yüzündeki ifadeden onun da benim gibi suçluluk duygusu içinde olduğunu anladım. Oturduk, düşündük ve annelerimize çiçek göndermeye karar verdik.
Birmingham’ın güneyinde bir otoparka arabamızı park ettikten sonra en yakın çiçekçiye gittik. Göndereceğimiz çiçeklere birer not yazıp, hafta sonunu annemiz yerine, sahilde geçireceğimiz için kapıldığımız suçluluk duygusunu hafifletmeye çalıştık.
Çiçekçi küçük bir erkek çocuğunun belli ki annesine çiçek seçmesinde yardımcı oluyordu. Bir kenarda çiçeklere eklenecek notlarımızı yazarak bekledik. Denize ve kızlara biran önce kavuşmak için sabırsızlanıyorduk.
“Annemin bu çiçekleri çok seveceğinden eminim” dedi, küçük çocuk “Annem karanfilleri çok severdi.”
“Mezarlığa gitmeden önce” diye sözlerini sürdürdü, “bahçemizden kopardığım çiçekleri de ekleyeceğim.”
Dan’e baktım. Küçük çocuğun elinde çiçeklerle gururla dükkandan çıkmasını ve babasının arabasına binmesini izledik birlikte.
Çiçekçi “Siz nasıl bir şey istiyorsunuz?” diye sordu..
Küçük çocuk onu da çok duygulandırmıştı. Sesi titriyordu..
“Sanırım istemiyoruz” dedi Dan.
Yazdığımız notları çöp kutusuna attık ve dükkandan çıkıp arabaya bindik.
Dan “Pazar akşamı saat beşte alırım seni” dedi ve beni annemin evine bıraktı.
Arabadan tatil çantamı çıkarmaya çalışırken, “Tamam” dedim.
Florida’ya başka bir sefer gidebilirdik…

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

371

Saturday, 2.11.2013, 18:37

Anne ve Çocuk

1 yaşınızdayken sizi elleriyle besledi ve yıkadı. Bütün gece ağlayıp onu uyutmayarak teşekkür ettiniz.
2 yaşınızdayken size yürümeyi öğretti Size seslendiğinde odadan kaçarak teşekkür ettiniz.
3 yaşınızdayken size özenle yemekler hazırladı, tabağınızı masanın altına dökerek teşekkür ettiniz.
4 yaşınızdayken elinize rengarenk kalemler tutuşturdu. Evin bütün duvarlarına resim yaparak teşekkür ettiniz.
5 yaşınızdayken sizi cici kıyafetlerle süsledi. Gördüğünüz ilk çamur birikintisine atlayarak teşekkür ettiniz.
6 yaşınızdayken okula kadar sizinle yürüdü. Sokaklarda “GİTMİYCEEEEEEM” diye ağlayarak teşekkür ettiniz.
7 yaşınızdayken size bir top hediye etti. Komşunun camını kırarak teşekkür ettiniz.
9 yaşınızdayken size piyano öğretmeni buldu. Notaları bir gün bile çalışmayarak teşekkür ettiniz.
10 yaşınızdayken doğum günü partilerinden dans derslerine kadar her yere sizi arabayla götürdü. Arabadan fırlayıp giderken arkanıza bile bakmayarak teşekkür ettiniz.
11 yaşınızdayken sizi arkadaşınızla sinemaya götürdü. “Sen bizimle oturma” diyerek teşekkür ettiniz.
12 yaşınızdayken zararlı TV programlarını seyretmenizi istemedi. O evde değilken hepsini izleyerek teşekkür ettiniz.
15 yaşınızdayken sizi yurtdışında yaz kampına gönderdi. Tek satır mektup yazmayarak teşekkür ettiniz.
17 yaşınızdayken erkek arkadaşınızla partiye gitmenize izin verdi. Bir telefon bile etmeden sabaha karşı eve dönerek teşekkür ettiniz.
19 yaşınızdayken okul masraflarınızı karşıladı,sizi arabayla kampusa götürdü ve eşyalarınızı taşıdı. Arkadaşlarınız alay etmesin diye kampus kapısında vedalaşarak teşekkür ettiniz.
21 yaşınızdayken iş hayatı ve kariyerinizle ilgili size fikir vermek istedi. “Ben senin gibi olmayacağım” diyerek teşekkür ettiniz.
22 yaşınızdayken kep giyme töreninizde size gururla sarıldı. Avrupa seyahati için para isteyerek teşekkür ettiniz.
24 yaşınızdayken uzun suredir çıktığınız çocukla tanışmak istedi “Zamanını ben bilirim” diye tersleyerek teşekkür ettiniz.
25 yaşınızdayken düğün masraflarınızı karşıladı,sizin için hem mutlu oldu hem çok duygulandı. Siz dünyanın bir ucuna taşınarak teşekkür ettiniz.
30 yaşınızdayken bebek bakımı hakkında size akıl vermek istedi. “Artık bu ilkel yöntemleri bırak” diyerek teşekkür ettiniz.
40 yaşınızdayken sizi arayıp bir akrabanızın doğum gününü hatırlattı. “Anne işim başımdan aşkın” diyerek teşekkür ettiniz.
50 yaşınızdayken o çok hastalandı, hafta sonunda onu görmeye gittiğinizde mutlu oldu. Ona yaşlıların çocuk gibi nazlı olduğunu söyleyerek teşekkür ettiniz.
Derken bir gün….. o öldü. O güne kadar onun için yapmadığınız ne varsa, o anda kalbinize bir yıldırım gibi düştü….

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

372

Saturday, 2.11.2013, 18:38

Anını Yaşa


Mutsuz olduğum ve yalnız kalmak istediğim zamanlarda bir yer var hep oraya giderim. Yazın yeşille süslenip, kuş cıvıltılarıyla şenlenen bu yer, kışın beyazın sonsuz huzuruyla örtünür. Bahar ise bir başkadır buralarda. Ama bir şey var ki o bambaşkadır. Kambur bedeni, garip yıllanmış giysileri, üstün yaşama sevinciyle bir adam yaşar küçük bir kulübede. Çevremdeki bir çok insanla paylaşamadığım bir çok şeyi o adamla paylaşır, dertleşir ve rahatladığıma inanırım.
Ruhumun yıkıldığı, hayatımın anlamını yitirdiğime inandığım, çevremdeki her şeyin anlamını yitirdiğine inandığım, çevremdeki her şeyin anlamsız geldiği bir gün kendimi yine onun yanında buldum. Bu seferki bir başkaydı. Bir yaşama yılgınlığı, hayattan ve insanlardan bıkmışlık, belki de isyan. Bu halim onu çok şaşırtmıştı. Ben de artık mutsuzluklarımı isyana dönüştürmüştüm. Bende artık savaşma gücümü yitirmiş hayatın içinde kaybolup gitmiştim. Bir süre beni dinledikten sonra elimi tuttu ve bana;
“Hayattan sıkıldın ve onu değiştirmek içinde bir şey yapamıyorsun. Geçmişin seni fazlasıyla etkiliyor ve gelecek kaygıların hayattan bıkmana neden oluyor.. Belki de artık ölümün eşiğine geldiğine inanıyorsun yani ölmek istiyorsun. Ha varım ha yokum ne fark eder ki düşüncesindesin…” dediğinde ona şüpheyle bakmadan edemedim. Çünkü beynimden geçenleri okumaya başlamıştı. İçimden ölümün belki de en güzel kurtuluş yolu olduğunu düşünüyordum.
Tekrar konuşmaya başladı.
“Evet, ölüm senin için bir kurtuluş yolu olabilir. Yaşamına son vermek isteyebilirsin. Ama ne için? Ölmüş bir geçmiş için mi? Ya da şu an hayal olan bir gelecek için mi? Dediğinde ise sadece bu sorunun cevabı dolaşmaya başlamıştı beynimde. Geçmiş için mi? Gelecek için mi? Evet bu soruya bile cevap bulamıyorum ölmeyi düşünürken. Ben cevapsız kalan soruları düşünürken o biranda ayağa kalktı ve beni elimden tutup kaldırdı.
“Şimdi seninle bir yere gideceğiz. Gideceğimiz yeri söylemiyorum. Yalnız yaklaştığımızda gözlerini bağlamak istiyorum. Çünkü nereye gittiğimizi görmeni istemiyorum“ dedi.
Beraberce ormanın derinliklerine doğru ilerlemeye başladık. Rüzgarın artan esintisi ve ormanın yavaş yavaş seyrekleşmesi denize doğru gittiğimiz hissini doğurdu içimde. Bir ağacın önünde durduk ve gözlerimi bağladı. Biraz korku biraz heyecan yaşıyorduk ama merakım ağır basıyordu. Sormama izin vermeyeceği için ise kendimi ona bıraktım ve onun yardımıyla yürümeye devam ettim. Bir yere geldik ve durduk.
“Şimdi bağı çözeceğim ama gözlerini aç diyene kadar açmayacaksın ve elimi tutmanı istiyorum” dedi.
Gözlerimi açtığımda yüksek bir yerdeydim, metrelerce aşağıda kalan deniz korkunç görünüyordu. Evet burası bir uçurumdu. Ölümün eşiğinde olan ruhumun şimdi bedenimle beraber bir uçurumun eşiğinde duruyordu ve ölüm çok yakındı, ve konuşmaya başladı;
“Evet her şey bir adım, Ölmek mi? Her şeye rağmen yaşamak mı? Bir adımla ölümü seçebilirsin. Uçurum korkunç mu geldi? Belki bir adımla bir arabanın altında da kalabilirsin. Ya da bir adımla birçok can alan tren raylarının altında. Ya da bir hareketle ilaç kutusuna sarılıp hepsini içmek de isteyebilirsin. Ama kendini gökyüzüne bırakıp bu taptığın mavilikte ölmek belki de daha çok hoşuna gider ne dersin? Şimdi elini bırakıyorum ve sen seç ama adımını atmadan önce geçmiş için mi? Gelecek için mi? Sorusunun yanıtını vermeni istiyorum.”
Düşündüğüm şey sadece o anım oldu. O an soluduğum hava, kokusunu duyduğum deniz, esintisiyle tenimi okşayan ılık rüzgar. Ne geçmiş, ne gelecek her şey anını keyifle geçirmek dedim ve bir adım attım. O an bana sımsıkı sarıldı ve;
“İşte evlat” dedi. “Geçmiş ölmüş gelecek ise sadece bir hayal, şimdi ise yaşanan an ve gerçek. Ölmüş bir geçmişle hayal bir gelecek düşüncesiyle yaşanan anın gerçeğini yitirmek ve onu öldürmek ise kendine verdiğin en büyük ceza olsa gerek. Artık her anın keyfini çıkart ve sonra da geçmişte bırak…”
Bu ondan aldığım en büyük miras olmuştu. Ve aylar sonra bir gün onu ziyarete gittiğimde onu en sevdiği, gökyüzünü en rahat görebildiği yerde yatarken buldum. Ama ölmüştü. Anlaşılan öldüğün anın bile keyfini çıkarmıştın bay yaşama sevinci… Hoşça kal…

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

373

Saturday, 2.11.2013, 18:40

Ağlamayın, Sinirlenmeyin, Dinleyin!

Amerika’da, Denizcilik Enstitüsü’nün yayınladığı bir dergide Frank Koch ilgi çekici bir hatırasını anlatıyor;
“Eğitim filosuna verilmiş olan iki savaş gemisi birkaç gündür kötü hava şartlarında manevra yapıyorlardı. Ben, en öndeki savaş gemisinde görevliydim ve hava kararırken köprüde nöbetteydim. Yer yer sis vardı ve görüş alanı dardı. Bu nedenle komutan da köprüdeydi, bütün faaliyetleri denetliyordu.
Karanlık bastıktan kısa bir süre sonra köprünün gözetleme yerinde iskele tarafındaki nöbetçi haber verdi: “Işık, sancak tarafında.”
Komutan seslendi: “Dümdüz mü ilerliyor, yoksa kıça doğru mu gidiyor?”
Nöbetçi: “Dümdüz ilerliyor, komutanım”, diye cevap verdi. Bu o gemiyle tehlikeli bir çarpışma rotası üzerinde olduğumuz anlamına geliyordu.
Komutan nöbetçiye emir verdi: “Gemiye mesaj gönder, çarpışma rotasındayız. Rotanızı 20 derece değiştirmenizi öneriyoruz.”
Karşıdan şu sinyal geldi? “Rotanızı 20 derece değiştirmeniz önerilir.”
Komutan, “mesaj gönder” dedi “Ben komutanım, rotayı 20 derece değiştirin.”
Karşıdaki: “Ben deniz onbaşıyım, rotanızı 20 derece değiştirirseniz iyi olur.” Diye cevapladı.
Komutan bu arada iyice öfkelenmişti. Hırsla emretti. “Mesaj gönder! Ben bir savaş gemisiyim, rotanızı 20 derece değiştirin.”
Karşıdaki ışıklarla işaret verdi: “Ben bir deniz feneriyim.
Rotayı değiştirdik.”
•••
Her birimiz hayat okyanusunda yol alıyor ve çoğu zaman da sisler arasında rotamızı belirliyoruz. Enine boyuna düşünmeden, iyice araştırmadan, tahmin ve ihtimale göre karar vermeyi önyargı, peşin hüküm veya zan olarak ifade ediyoruz. Olumsuz, kötü zan ise suizan kelimesinde mânâsını buluyor. Önyargılarımız nisbetinde sisler yoğunlaşıyor.
Kararlarımızı algılamalarımıza göre veriyoruz. Beynimiz bir kalemi, mızrak, portakal veya karpuz olarak algılamıyor.
Sosyal olaylarda ise algılamalarımız bu kadar net değil. Bir sosyal algılamada algılanan, algılayan ve çevrenin durumu önem kazanıyor.
Biz bazen “basmakalıp yargılama” ile çevremize bakıyor, “şu adam çerkez” dediğimizde hemen o ırkın genel karakteristik özellikleri hayalimizde canlanıyor. Beş parmağın beşinin bir olmadığını unuttuğumuz için neticede bazen yanılıyoruz.
Bazen “yaygınlaştırma” etkisi ile bir tespitimizi genelleştiriyoruz. Üç körün bir fili tarif etmeye çalıştıkları hikayedeki körlerden birinin durumuna düşüyoruz. Hikaye üç körün bir file rastlamasıyla başlar. Birincisi filin kulağını tutmuş ve şöyle demiş: “Kocaman ve kalın bir şey bu, büyük ve geniş bir halı gibi.” İkincisi filin hortumuna dokunmuş ve demiş ki; “Gerçeği ben tuttum. İçi boş bir boru bu.” Üçüncü kör ise filin ön ayaklarından birini tutmuş ve eklemiş; “Heybetli ve sağlam bir sütun.” Hikaye şu cümleyle son bulur; “Körlerin bilme yoluyla bir fil bile bilinemez.”
Kararlarımızda, anlık fotoğraflara takıldığımız ve değişim sürecini göz ardı ettiğimiz takdirde gerçekleri bilemeyeceğimiz gibi…
Bazen de “yansıtma etkisi” ile kendi dünyamızın ve tecrübelerimizin gözlüğü ile olaylara bakıyoruz. Kendi aynamızın görüntüsüne göre hüküm veriyoruz. Sisler içindeki algılamalarımıza göre verdiğimiz kararlar da çoğu zaman bizi yanlışlıkların kayalıklarına sürüklüyor. Özel dünyamız ile genel dünyayı birbirine karıştırmanın bedellerini ise ağır ödüyoruz. Çoğu zaman gerçekleri olduğu gibi değil de, olduğumuz gibi gördüğümüzün, önyargıların esiri olduğumuzun farkında bile değiliz. Halbuki insan çevresini açken farklı, tokken farklı, borçlu iken farklı şekilde algılar.
Basmakalıp yargılama, yaygınlaştırma ve yansıtma etkisi kararlarımızda ağırlık kazandığı oranda gerçeklerden uzaklaşır ve hatalı karar verme riskimiz artar. Önyargılar, özellikle suizanna dayalı önyargılar, algı gözlüğümüz üzerindeki kara lekelerdir. Önyargının zehrinden sakınmak, kararlarımızı verirken kaliteli bilgi sahibi olmakla mümkündür.Kaliteli bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olmamalıyız. Kaliteli bilgi; objektif, ilk elden alınan, yeterli, açık ve doğru bilgi demektir.
Sonuçlar, kararlar ve hizmetler ancak dayandırıldıkları bilgi kalitesi kadar doğru ve sağlıklıdır.
Özel mânâda, doğru hükme varmamızın anahtarı anlayıştır. Spinoza “Ağlamayın, öfkelenmeyin, anlayın” diyor. Önyargılı bir insan ise hiçbir zaman tam olarak anlayamaz.
Yönetim bazında da, verileri önyargısız, özellikle suizanlardan uzak bir anlayışla değerlendirme zarureti vardır. Dokümantasyon ve kayıtların gerçeği yansıttığından emin olunmalı ve yönetim; önyargının, suizanların zehrinden uzak olarak veriler analiz edebilmelidir.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

374

Saturday, 2.11.2013, 18:52

311 Numaralı Oda

Güney Afrika’nın Cape Town şehrindeki bir hastanede devamlı esrârengiz ölümler oluyordu. Hemşireler haftalardır üst üste her Cuma günü 311 numaralı yoğun bakım odasına yatırılan hastaları ölü bulmaktaydılar. Bu sırlı ölümlere uzun süre açıklama getirilemedi. Herkes meselenin çözülmesi için seferber oldu.
Uzmanlar odanın havasını bakteriyolojik bakımdan kontrol ettiler. Güney Afrika’nın önde gelen bilim adamları ölenlerin aileleriyle üç hafta boyunca görüşmeler yaptılar. Hatta işin içine polis girdi ve akla gelen her ihtimal tek tek değerlendirildi, ancak onların araştırmaları da sonuçsuz kaldı. Ve tabii bu arada 311 numaralı odadaki hastalar sebepsiz ölmeye devam ediyorlardı. Son çare olarak hastaların kaldığı 311 numaralı yoğun bakım odası devamlı gözetim altına alındı ve sonunda odadaki ölümlerin sebebi ortaya çıktı.
Sonuç çok trajikomikti. Cuma sabahı saat 6’da odaları temizleyen temizlikçi kadının, hastanın bağlı bulunduğu solunum cihazının fişini çekerek kendi elektrik süpürgesinin fişini taktığı ve işini bitirince sonra solunum cihazının fişini tekrar yerine takıp gittiği görüldü.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

375

Saturday, 2.11.2013, 18:53

Hayallerinden Sıfır Almak


Bu öykü, çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarışta koşarak atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin genç oğluna kadar uzanır.
Babasının işi nedeniyle çocuğun orta öğretimi kesintilere uğramıştı. Orta ikideyken, büyüdüğü zaman ne olmak ve yapmak istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını istedi hocası.. Çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir kompozisyon yazdı. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlattı. Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi. Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi. Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000 metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi.
Ertesi gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev, tam kalbinin sesiydi..
İki gün sonra ödevi geri aldı. Kağıdın üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir “0″ ve “Dersten sonra beni gör” uyarısı vardı.
“Neden “0″ aldım?” diye merakla sordu hocasına, çocuk..
“Bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal” dedi hocası.. “Paran yok. Gezginci bir aileden geliyorsun. Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir. Önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar da alman gerekiyor. Bunu başarman imkansız” ve ekledi: “Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm.”
Çocuk evine döndü ve uzun uzun düşündü. Babasına danıştı.
“Oğlum” dedi babası “Bu konuda kararını kendin vermelisin. Bu senin hayatın için oldukça önemli bir seçim!.”
Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir değişiklik yapmadan geri götürdü hocasına..
“Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin” dedi.. “Ben de hayallerimi..”…..
O orta 2 öğrencisi, bugün 200 dönümlük arazi üzerindeki 1000 metrekarelik evinde oturuyor. Yıllar önce yazdığı ödev şöminenin üzerinde çerçevelenmiş olarak asılı.
Öykünün en can alıcı yanı şu: Aynı öğretmen, geçen yaz 30 öğrencisini bu çiftliğe kamp kurmaya getirdi. Çiftlikten ayrılırken eski öğrencisine:
“Bak” dedi, “Sana şimdi söyleyebilirim. Ben senin öğretmeninken, hayal hırsızıydım. O yıllarda öğrencilerimden pek çok hayal çaldım. Allahtan ki sen, hayalinden vazgeçmeyecek kadar inatçıydın…”

atilla_ky

Moderatör

  • "atilla_ky" bir erkek

Mesajlar: 22,897

Kayıt tarihi: Dec 17th 2010

Konum: Allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

376

Saturday, 2.11.2013, 20:26


Yaşlı kadın, bir antika dükkanından aldığı yüzyıllık fincanı özenle salon vitrinine yerleştirdi. Fincanın biçimi, üzerindeki işlemeler, renkler onun bir sanat eseri olduğunu söylüyordu. Ödediği fiyatı hatırladı; hayır, hiç de pahalıya almamıştı.
Hayranlıkla fincanı seyretmeye devam etti. Derken, birden fincan dile geldi ve kadına şöyle dedi;

"Bana hayranlıkla baktığının farkındayım. Ama bilmelisin ki, ben hep böyle değildim. Yaşadığım sıkıntılar beni bu hale getirdi.”

Kadın şimdi hayret içindeydi. Önündeki kahve fincanı konuşuyordu!
Kekeleyerek: "Nasıl? Anlayamadım?" diyebildi yaşlı kadın.

"Demek istiyorum ki, ben bir zamanlar çamurdan ibarettim ve bir sanatkâr geldi. Beni eline aldı, ezdi, dövdü, yoğurdu. Çektiğim sıkıntılara dayanamayıp:

"Yeter! Lütfen dur artık!" diye bağırmak zorunda kaldım.
Ama usta sadece gülümsedi ve; "Daha değil!" diye cevapladı beni.

"Sonra beni alıp bir tahtanın üzerine koydu. Burada döndüm, döndüm, döndüm. Döndükçe başım da döndü. Sonunda yine haykırdım:
"Lütfen beni bu şeyin üzerinden kurtar. Artık dönmek istemiyorum!"

Ama usta bana bakıp gülümsüyordu:
"Henüz değil!"

"Derken beni aldı ve fırına koydu. Kapıyı kapayıp ısıyı arttırdı. Onu şimdi fırının penceresinden görebiliyordum. Fırın gitgide ısınıyordu. Aklımdan şöyle geçiyordu: Beni yakarak öldürecek"
Fırının duvarlarına vurmaya başladım. Bir taraftan da bağırıyordum:

"Usta usta! Lütfen izin ver buradan çıkayım!"

"Pencereden onun yüzünü görebiliyordum. Hala gülümsüyor ve "Daha değil!" diyordu.

"Bir saat kadar sonra, fırını açtı ve beni çıkardı. Şimdi rahat nefes alabiliyordum, fırının yakıcı sıcaklığından kurtulmuştum. Beni masanın üstüne koydu ve biraz boyayla bir fırça getirdi.

"Boyalı fırçayla bana hafif hafif dokunmaya başladı. Fırça her tarafımda geziniyor ve bu arada ben gıdıklanıyordum.

"Lütfen usta! Yapma, gıdıklanıyorum!" dedim. Onun cevabı ise aynıydı: "Henüz değil!"

"Sonra beni nazikçe tutup yine fırına doğru yürümeye başladı. Korkudan ölecektim. "Hayır! Beni yine fırına sokma, lütfeeen!" diye bağırdım.

Fırını açıp beni içeri iteleyip kapağı kapattı. Isıyı bir öncekinin iki katına çıkardı. "Bu sefer beni gerçekten yakıp kavuracak!" diye düşündüm. Pencereden bakıp ona yine yalvardım, ama o yine "Daha değil!" diyordu. Ancak bu defa ustanın yanaklarından bir damla gözyaşının yuvarlandığını gördüm.

"Tam son nefesimi vermek üzere olduğumu düşünüyordum ki, kapak açıldı ve ustanın nazik eli beni çekip dışarı çıkardı. Derin bir nefes aldım, hasret kaldığım serinliğe kavuşmuştum. Beni yüksekçe bir rafa koydu ve usta şöyle dedi:

"Şimdi tam istediğim gibi oldun. Kendine bir bakmak ister misin?"
Ona "Evet" dedim.

Bir ayna getirip önüme koydu. Gördüğüme inanamıyordum. Aynaya tekrar tekrar baktım ve "Bu ben değilim. Ben sadece bir çamur parçasıydım."

"Evet bu sensin!" dedi usta. Senin acı ve sıkıntı diye gördüğün şeyler sayesinde böyle mükemmel bir fincan haline geldin.
Eğer seni bir çamur parçası iken üzerinde çalışmasaydım, kuruyup gidecektin.
Döner tezgahın üstüne koymasaydım, ufalanıp toz olacaktın.
Sıcak fırına sokmasaydım, çatlayacaktın.
Boyamasaydım, hayatında renk olmayacaktı.
Ama sana asıl güç ve kuvveti veren ikinci fırın oldu.
Şimdi arzu ettiğim her şey var üzerinde."

Ve ben kahve fincanı, şu sözlerin ağzımdan çıktığını hayretle fark ettim:

"Ustam! Sana güvenmediğim için beni affet!
Bana zarar vereceğini düşündüm.
Beni benden fazla sevip iyilik yapacağını fark edemedim.
Bakışım kısaydı, ama şimdi beni harika bir sanat eseri yaptığını görüyorum.
Benim sıkıntı ve acı diye gördüğüm şeyleri bana verdiğin için teşekkür ederim.
Teşekkür ederim."


* * * * * *
Usta fincanı, yaratıcı insanı şekillendirir. Yeter ki acı da ki hikmeti görelim.
Önemli olan Kahrın da hoş, lûtfun da hoş demesini bir öğrenebilsek...


Önemli olan Kahrın da hoş, lûtfun da hoş demesini öğrenebilmek

atilla_ky

Moderatör

  • "atilla_ky" bir erkek

Mesajlar: 22,897

Kayıt tarihi: Dec 17th 2010

Konum: Allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

377

Sunday, 3.11.2013, 23:44

Yaşamdır,keyif almayı değerli kılan

Franklin bir çocuğa bir elma vermiş.
Çocuk çok sevinmiş.
Bir elma daha vermiş.Çocuk daha çok sevinmiş.
Bir elma daha verince çocuk sevinçten deliye dönmüş.
Ve bir elma daha verince,çocuk dört elmayı elinde zapt edememiş,
sonuncusunu düşürmüş yere...
Bu sefer ağlamaya başlamış çocuk.
Hayat böyledir işte...
Hayal etmediğimiz bir saadete eriştikten sonra, onun bir lokmasını dahi
kaybetmek bizi perişan eder.
"Keyifler değildir yaşamı değerli yapan.
Yaşamdır,keyif almayı değerli kılan."

atilla_ky

Moderatör

  • "atilla_ky" bir erkek

Mesajlar: 22,897

Kayıt tarihi: Dec 17th 2010

Konum: Allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

378

Monday, 4.11.2013, 16:10

Bazen yaşamda tam olarak ihtiyaç duyduğumuz şey çabalardır.


Bir gün, kozada küçük bir delik belirdi; bir adam oturup kelebeğin saatler boyunca bedenini bu küçük delikten çıkarmak için harcadığı çabayı izledi.
Ardından sanki ilerlemek için çaba harcamaktan vazgeçmiş gibi geldi ona.
Sanki elinden gelen her şeyi yapmış ve artık
yapabileceği bir şey kalmamış gibiydi.
Böylece adam, ke...lebeğe yardım etmeye karar verdi.
Eline küçük bir makas alıp kozadaki deliği büyütmeye başladı.
Bunun üzerine kelebek kolayca dışarı çıkıverdi.
Fakat bedeni kuru ve küçücük, kanatları buruş buruştu.
Adam izlemeye devam etti. Çünkü her an kelebeğin kanatlarının açılıp genişleyeceğini ve bedenini taşıyacak kadar güçleneceğini umuyordu.
Ama bunlardan hiç biri olmadı! Kelebek, hayatının geri kalanını kurumuş bir beden ve buruşmuş kanatlarla
yerde sürünerek geçirdi.
Ne kadar denese de asla uçamadı.
Adamın iyi niyeti ve yardım severliği ile anlayamadığı şey, kozanın kısıtlayıcılığının ve buna karşılık kelebeğin
daracık bir delikten çıkmak için göstermesi gereken çabanın, Tanrı’nın kelebeğin bedenindeki sıvıyı onun kanatlarına göndermek ve bu sayede de kozanın kısıtlayıcılığından kurtulduğu anda uçmasını sağlamak
için seçtiği yol olduğuydu.
Bazen yaşamda tam olarak ihtiyaç duyduğumuz şey çabalardır.
Eğer Tanrı, yaşamda herhangi bir çaba olmadan ilerlememize izin verseydi, o zaman bir anlamda sakat kalırdık. O zaman olabileceğimiz kadar güçlenemezdik. Asla uçamazdık.

Güçlü olmak istedim.
Ve Tanrı beni güçlendirmek için zorluklar yolladı.
Bilgelik istedim.
Ve Tanrı çözmem için sorunlar yolladı.
Başarı istedim.
Ve Tanrı bana çalışmam icin zeka ve kas gücü verdi.
Cesaret istedim.
Ve Tanrı bana üstesinden gelmem gereken sorunlar
verdi.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

379

Monday, 4.11.2013, 17:46

Gerçek Sevgi

Bir gün sormuşlar ermişlerden birine:
- “Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?”
- “Bakın,göstereyim”demiş Ermiş.
Önce sevgiyi dilden gönlüne indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından derviş kaşıkları denen bir metre boyunda kaşıklar gelmiş.
Ermiş:
- “Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz?” diye bir de şart koymuş.
- “Peki” demişler ve içmeye teşebbüs etmişler.
Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp – saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar, beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.
Bunun üzerine; “Şimdi” demiş Ermiş, “sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe…”
Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. “Buyurun” deyince, her biri uzun boylu kaşığı çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içirmiş. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.
“İşte” demiş Ermiş; “Kim ki gerçek sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse, o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa, o da kardeşi tarafından doyurulacaktır şüphesiz ve şunu da unutmayın: Gerçek pazarında alan değil, veren kazançtadır daima. Veren el, alan elden daima üstündür. “

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

380

Monday, 4.11.2013, 17:47

Çok Enteresan Bir Rekabet Hatırası

Puma ve Adidas’ı üreten kişilerin kardeş olduklarını ve birbirlerine dargın olarak öldüklerini biliyor muydunuz?
Dünya sporunu donatan Puma ve Adidas’ın hüzünlü hikayesi. İki kardeş tarafından 1920′lerde ayrı ayrı kurulan atölyelerden doğan iki devin sahipleri birbirlerine küs öldüler.
Spor malzemeleri üreten firmalar için, Dünya Kupası gibi dev organizasyonlarda ‘kimleri giydirdikleri’ hem bir prestij unsuru hem de tüketiciler karşısında önemli bir reklam fırsatı. Dünya Kupası’na katılacak futbol takımlarının yarısından fazlası Adidas ve Puma ürünlerini kullanıyor. Bu iki şirket arasındaki kıyasıya rekabet ise sadece iş hayatına değil, son derece şahsi bağlara da dayanıyor. Çünkü her ikisinin de kökeni Almanya’nın güneyindeki küçük Herzogenaurach kasabasına uzanıyor.
Herzogenaurach kasabası 60 yıl önceki bir kardeş kavgası nedeniyle tam ortadan ikiye bölünmüş durumda. İki tarafın fırınları, kasapları, barları hatta okulları bile ayrı…
Kasabanın ortasından geçen nehrin iki yakası arasındaki bu ayrılık, annelerinin çamaşır odasında 1920′lerde dünyanın en hafif spor ayakkabılarını üretme hedefiyle işe koyulan Rudolf ve Adolf Dassler kardeşlerin kavgasından kaynaklanıyor.
İki kardeş, Adolf (Adi) Dassler ve Rudolf (Rudi) Dassler, Almanya’nın Herzogenaurach kasabasında, “Dassler Kardeşler Spor Ayakkabıları Fabrikası”nı kurdular. Bir süre işleri çok iyi gitti. 1936 Berlin olimpiyat oyunlarında dört altın madalya kazanan ABD’li atlet Jesse Owens’ın ayaklarında, onların ayakkabıları vardı. Bu olaydan sonra şirketleri hızla büyümeye başladı.
Zıt karakterler olmasına rağmen birbirlerini tamamlayan kardeşlerin arası İkinci Dünya Savaşı sırasında açıldı. Kardeşlerden biri Nazi davasına daha bağlıydı.
Anlaşmazlığın sebebi kesin olarak bilinmemekle birlikte, bir asker olan Rudi’nin ABD askerleri tarafından esir alınmasının ardından, ABD birliktelikleri ile iyi ilişkileri olan Adi’nin, onu kurtarmak için nüfuzunu kullanmamasından kaynaklandığı rivayet ediliyor.
Savaş bittikten sonra Adolph, Rudolph’a artık birlikte çalışmak istemediğini, kendine ayrı imalathane açacağını söyler. Rudolph şaşkındır. Ufacık kasabada iki kardeş ayrı imalathanelerde rekabet edeceklerdir. Kardeşine bunun mantıklı olmayacağını, bu ufak kasabada zaten insanların sayılı ayakkabı satın aldıklarını, ikisinin birden iflas edeceğini söylese de Adolph bu uyarıyı dikkate almaz ve kendine yeni bir ayakkabı anesi açar.
Gerçekten de aralarında kıyasıya bir rekabet baslar. Rekabetleri doğdukları kasaba sınırlarını dahi asar. İki kardeş ayrıldıktan sonra birbirlerine küsmüşlerdir ve Adolph 1978 yılında öldüğünde tam 29 yıl dargınlardır. Bugün iki firmanın genel merkezi de bu ufak kasaba Herzogenerauch’tadır.
Ayrıldıktan sonra bir daha hiç konuşmadılar. Rudolf ( Rudi), nehrin diğer yakasında Puma’yı kurdu…
Adolf ( Adi ) Dassler ise bu yakada kaldı. İşletmesine Adidas adını verdi. İki kardeşin ayrılmasıyla kasaba da ortadan ikiye bölündü.
Savaş sonrasında yokluk işsizlik vardı ve Adidas’la Puma kasabadaki tek başarılı işletmelerdi. Bir işletmede çalışanlar diğerinde çalışanların gittiği dükkanlara mağazalara gitmemeye başladılar. Yani kardeşler arasındaki savaş tüm kasabaya yayıldı.
Adidas şirketi, adını resmen 18 Ağustos 1949’da “adidas AG” olarak kaydettirdi. Aynı dönem, 13 işçiyle yeniden işe başlayan Puma’da ise bugün 3200 işçi çalışıyor.
Annelerinin evinde, elektrik olmadığı için bisikletten elde ettikleri enerjiyle deri keserek ayakkabıya dönüştüren Dassler kardeşler birbirlerine küs öldüler.
Kasaba mezarlığında birbirlerinden olabilecek en uzak noktaya gömüldüler. Şimdi kasabada iki kardeşin hikayesini anlatan bir müze var.

Benzer konular