Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

321

Saturday, 2.11.2013, 16:57

Kurnaz Tercüman

Mafya babası, korkutabildiği kuruluşlardan alacağı haracı toplaması için sağır ve dilsiz bir tetikçi bulmuştu. Tetikçi polisin eline geçtiğinde, onun fazla bir şey anlatamayacağını düşünüyordu.
Mafya babası, bir süre sonra ödemelerde önemli gecikmeler olduğunun farkına vardı ve bunun hesabını sormaları için iki adamını, tetikçiye gönderdi.
Giden adamlar, sağır ve dilsiz tetikçiyle anlaşamayınca, mafya babası onu kendi odasına getirtti ve sağır ve dilsiz alfabesi bilen bir tercüman buldurdu.
Mafya babasının sorusunu tercüman, sağır ve dilsiz tetikçiye işaretlerle sordu:
“Paralar nerede?”
Tetikçi, aynı işaretlerle karşılık verdi:
“Ne parası?.. Benim paradan haberim yok.. Hem neden söz ettiğinizi de anlamıyorum…”
Çevirmen mafya babasına döndü ve tetikçinin yanıtını ona iletti:
“’Benim paradan filan haberim yok… Hem neden söz ettiğinizi de anlamıyorum’ diyor” dedi.
Mafya babası belinden tabancasını çıkardı, namlusunu sağır ve dilsiz tetikçinin kafasına dayadı:
“Şimdi son bir kez daha sor bakalım” dedi çevirmene. “Paralar nerede?..”
Çevirmen, yine el ve parmak işaretleriyle, mafya babasının dediklerini iletti:
“’Şimdi son bir kez daha sor bakalım’ diyor” dedi. “Paralar nerede?.”
Sağır ve dilsiz tetikçi, kafasına dayalı silahı görünce daha fazla dayatamadı, paraları sakladığı yeri açıkladı:
“Central Park’ta, Batı 78′inci caddeye açılan kapıdan girince soldan üçüncü ağacın kovuğunda 100 bin doları bulacaktır” dedi işaretle.
Mafya babası, tercümana döndü ve öfkeyle gürledi:
“Çabuk söyle” dedi. “Ne dedi?..”
Tercüman tane tane konuşarak yanıt verdi:
“Dedi ki, ‘Bu adamın ne parasından söz ettiğini bir türlü anlamıyorum… Ayrıca bir de şunu söyledi: ‘O tabancayı karşısındakinin kafasına dayamak erkeklik değildir…’ dedi. ‘Ben erkek diye, o tetiği çekebilecek yüreği olan adama derim. Erkekse tetiği çeksin bakalım.”

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

322

Saturday, 2.11.2013, 16:58

İlginç Bir Fizik Sınavı

Kısa bir süre önce, benden bir fizik sınavı puanlamasında hakemlik yapmamı isteyen meslektaşımdan çağrı aldım. Meslektaşım fizik sınavındaki bir soruya verdiği yanıt nedeniyle öğrencilerinden birine “sıfır” puan takdir etmişti. Öğrencisi de “eğer puan yöntemi adil olsaydı, en yüksek puanı alacağını” iddia etmekteydi. Meslektaşım ve öğrencisi sonunda verilen yanıtı, tarafsız bir hakeme puanlatmak için anlaşmaya varmışlardı. Hakem olarak da beni seçmişlerdi. Arkadaşımdan çağrıyı alır almaz, kendisine uğradım ve sınavda sorulan soruyu okudum:
“Barometre yardımıyla yüksek bir binanın yüksekliğinin ne şekilde saptanacağını gösterin”
Öğrencinin yanıtı da şöyleydi:
“Barometreyi binanın en üst katına çıkarırız. Barometrenin ucuna bir ip bağlar ve yukarıdan caddeye sarkıtırız. Tekrar ipi yukarı çeker ve ipin uzunluğunu ölçeriz. İpin uzunluğu bize binanın yüksekliğini verir”
Yanıt çok ilginçti, fakat öğrenciye bunun için puan verilebilir miydi?
Öğrencinin, soruyu tam ve doğru biçimde yanıtladığından, bu sorudan tam puan almak için güçlü bir nedene sahip olduğunu anladım. Diğer taraftan öğrenciye tam puan verilecek olursa, öğrenci fizik dersinden yüksek bir notla geçecekti. Yüksek bir not ise öğrencinin fizik dersiyle ilgili davranışları kazandığının göstergesiydi, fakat sorunun yanıtı onun fizik bildiğini ortaya koymuyordu. Bunun üzerine öğrenciye ayni soruyu bir daha yanıtlamasını önerdim.
Anlaşmaya vardıktan sonra, öğrenciye soruyu yanıtlaması için 6 dakikalık bir sure tanıdım ve yanıtın içinde onun fizik dersinde kazandığı davranışları ortaya koyması gerektiğini söyledim. Beş dakika geçmesine karşın, öğrenci hiç birşey yazmamıştı. Başka bir sınıfta dersimin başlamak üzere olduğunu söyleyerek yanıt vermekten vazgeçip, geçmediğini sordum; fakat öğrencinin cevabı:
“Hayır vazgeçmedim” seklindeydi.
“Bu soruya verilebilecek pek çok yanıtı olduğunu, bunlardan en iyisini seçmeye çalıştığını” belirtti. Karıştığım için özür dileyip, soruyu çözmeye devam etmesini söyledim.
Bir dakika sonra öğrenci yanıtını verdi:
“Barometreyi binanın en üstüne çıkarırım ve çatı katından aşağı eğilerek barometreyi bırakırım. Bırakır bırakmaz kronometreyle zaman tutmaya baslarım. Barometre yere çarpar çarpmaz kronometreyi durdurur ve “S=1/2 a t2 ” (S eşit bir bölü iki a t kare) formülü ile binanın yüksekliğini hesaplarım. “Bu cevap karsısında, meslektaşıma devam etmek isteyip istemediğini sordum.
Meslektaşım öğrenciye hak ettiği puanı vereceğini söyledi. Tam yanlarından ayrılırken öğrencinin “pek çok cevabı bulunduğunu” söylediğini hatırlayarak, diğer yanıtların neler olduğunu sordum.
“Evet, barometre yardımıyla yüksek bir binanın yüksekliğini bulmanın pek çok yolu vardır” dedi. “Örneğin, güneşli bir günde dışarı çıkar, hem barometrenin gölgesini hem de barometrenin boyunu, daha sonra da binanın gölgesini ölçerek, basit bir oranlamayla yüksekliğini bulabiliriz.”
“Çok güzel, diğer yöntemlerin nedir?” diye sordum.
“Çok basit bir yöntem daha var ki onu siz de beğeneceksiniz. Bu yöntemde, barometreyi elimize alır ve binanın merdivenlerinden en üst kata doğru tırmanmaya baslarız. Merdivenleri tırmanırken barometrenin boyu kadar duvar boyunca işaretleyerek ilerleriz. Daha sonra işaretleri sayarız ve işaretlerin sayısı bize barometrenin birimi cinsinden binanın yüksekliğini verir. Bu yöntem doğrudan ölçmeye örnektir. Daha karmaşık bir yöntem isterseniz, bunun için barometreyi bir ipin ucuna bağlar ve sarkaç gibi sallamaya başlarsınız. Böylece en alt katta ve binanın en üstünde “g” değerini saptayabilirsiniz. Bu iki g değerinin farkından ilke olarak binanın yüksekliğini bulabilirsiniz.”
Sonunda öğrenci sözlerini şu şekilde tamamladı:
“Eğer çözüm için, fizikle bir sınırlama getirmezseniz daha pek çok yanıt bulunabilir. Örneğin, barometreyi alıp alt kattaki kapıcının odasına gidersiniz. Kapıcıya eğer binanın yüksekliğini size söyleyecek olursa barometreyi ona vereceğinizi bildirir ve binanın yüksekliğini öğrenebilirsiniz.”

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

323

Saturday, 2.11.2013, 17:00

Çiçekle Suyun Hikayesi

Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar.
İlk önceleri güzel bir arkadaşlık olarak devam eder birliktelikleri, tabii zaman lâzımdır birbirlerini tanımak için.
Gel zaman, git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki, mutluluktan içi içine sığmaz artık ve anlar ki, suya aşık olmuştur.
İlk kez aşık olan çiçek, etrafa kokular saçar, “Sırf senin hatırın için ey su” diye…
Öyle zaman gelir ki, artık su da içinde çiçeğe karşı bir şeyler hissetmeye başlamıştır. Zanneder ki, çiçeğe aşıktır ama su da ilk defa aşık oluyordur.
Günler ve aylar birbirini kovalar ve çiçek acaba “Su beni seviyor mu?” diye düşünmeye başlar.
Çünkü su, pek ilgilenmez çiçekle… Halbuki çiçek, alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz.
Çiçek, suya “Seni seviyorum der. Su, “Ben de seni seviyorum” der. Aradan zaman geçer ve çiçek yine “Seni seviyorum” der. Su, yine “Ben de” der. Çiçek, sabırlıdır. Bekler, bekler, bekler…
Artık öyle bir duruma gelir ki, çiçek koku saçamaz etrafa ve son kez suya “Seni seviyorum.” der.
Su da ona “Söyledim ya ben de seni seviyorum.” Der ve gün gelir çiçek yataklara düşer. Hastalanmıştır çiçek artık. Rengi solmuş, çehresi sararmıştır çiçeğin. Yataklardadır artık çiçek. Su da başında bekler çiçeğin, yardımcı olmak için sevdiğine…
Bellidir ki artık çiçek ölecektir ve son kez zorlukla başını döndürerek çiçek, suya der ki; “Seni ben, gerçekten seviyorum.” Çok hüzünlenir su bu durum karşısında ve son çare olarak bir doktor çağırır nedir sorun diye…Doktor gelir ve muayene eder çiçeği. Sonra şöyle der doktor: “Hastanın durumu ümitsiz artık elimizden bir şey gelmez.”
Su, merak eder, sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık nedir diye ve sorar doktora. Doktor, şöyle bir bakar suya ve der ki: “Çiçeğin bir hastalığı yok dostum… Bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için” der.
Ve anlamıştır artık su, sevgiliye sadece ”Seni seviyorum” demek yetmemektedir…

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

324

Saturday, 2.11.2013, 17:01

Bırakıp da Gidene…

Burnu bir karış havada, gözü yükseklerdeydi ben onu sevdiğimde. Hele hele benim aşkımı yerden yere vurup, nasıl kırmıştı kalbimi zalim. Dudaklarından dökülen acı sözleri; öyle ki, bugün bile unutamadım.
Ne tebessümdü o, zehirden beter. Her olayda içim paramparça, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı olurdu. Yorgun düşerdim onsuz geçen, onunla dolu, koyu siyah gecelerden. Pişmanlıktan kendime lanetler eder, sevgimi söylediğim günü düşündükçe, kaleme sarılıp yazardım ona nefretin aşkla kucaklaştığı o uzun mısralarımı.
Derdim ki; alın yazımdı, onbeşimin çocuksu aşkıydı. Nasıl da gülerdi canı istedi mi… En anlamlı bakışlarıyla önce ümitlendirir, ardından bir uçurumun kenarına yapayalnız bırakır giderdi.
Ben çaresiz, ben yorgun, ben bıkkın bu sevdadan. Ah bilirdi o insafsız, diri diri yanardım o böyle yaptıkça… Şubatın buz gibi kasvetli soğuğunda; onda ne bulduğumu bugün bile bilemem. Ama o günlerde hayatımın amacı, varolma gibi gelirdi bana. Çocukluk mu, yoksa gençliğimin safça tutkusu muydu bu ölesiye bağlanış, içten içe kopan fırtınalar, bu delice yakarış? Kim bilir, belki de sevilmeye muhtaç bir kalbin bitmek bilmeyen kaprisi… Ondan hiçbir şey istememiştim.
Sadece sevgi… Evet, şimdi yıllar sonra ben, onu düşünüyorum ilk defa kucağımda resimler, hatıralarla.
Hava yine soğuk, yine kasvetli gözleri gözlerimde yine sevgi, derin yüreğimde. Unuttum sanırdım, meğer aldanmışım, ağladım saatlerce.
Bu onun “ölüm yıldönümü”dür. 17′sinde toprakla kucaklaşan, o zalimin hikayesidir anlatılan.
Bir melodidir kırık, umutsuz… Doldururken sensizlik o an odayı gönlüm hala boş, kafam yine dumanlı. Bir feryat yankılanmıştı acı dolu tam 15 yıl önce bugün bomboş kırlarda.
Deli gibi koştum sınıfa, sırası boştu. Benim kadar çaresizdi her köşe.
Kendi kendime konuşarak yaklaştım sırasına;
“Sen ölemezsin; canımsın, sevgimsin, emelimsin. Dileğince nefret et, alay et duygularımla. Kızmam sana Ama ne olur bir yalan olsun, acı bir şaka. Evet, evet beni üzmek için yapıyorsun. Her şeyini özledim… Allahım son defa göreyim yeter bana”
Bu sensiz yakarış defalarca sürmüştü ta ki, ölümün o sinsi kokusunu içimde duyana kadar. Hıçkıra hıçkıra ağladım, sıraya kazıdığın ismini öptüm.
Sonra, ona ait bir şeyler bulmak için aradım her köşeyi… Yalnızca buruşturulmuş bir sayfa, rengi solmuş. Yazı, onun yazısı. Bir mektuptu, özenilerek yazılmış, belki de çok emek verilmiş her satırına… Çok şaşırdım, mektup bana hitabendi.
Korkakça, kaybolmasından korkarak, acıyla okudum her cümleyi kalbimde büyüyen bir özlemle… Hele hele o ilk satırı… Öyle ki, bugün bile unutamam, okudukça ağlarım.
“İnsan sevdiğini yerden yere vururmuş bir tanem, AFFET BENİ!!!…”

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

325

Saturday, 2.11.2013, 17:03

Bilgisayar Acemisi

WordPerfect’in yardım hattında banda alınmış bir telefon konuşması. Bu konuşma sonrası bu yardım masası elemanı işinden kovuluyor. Kovulduktan sonra da şirketi kendisini “gerekçesiz” işten çıkardığı için mahkemeye veriyor.
İşte telefon tonuşması:
- Yardım hattı, buyrun, nasıl yardımcı olabilirim?
- Bir sorunum var.
- Nasıl bir sorun?
- Yazı yazıyordum, birden bütün kelimeler gitti?
- Gitti mi?
- Yok oldu!
- Ekranda şu anda ne görüyorsunuz?
- Hiç bir şey.
- Hiç bir şey mi?
- Yazdığım hiç bir şey ekrana çıkmıyor.
- Hala Wordperfect programında mısınız, yoksa programdan çıktınız mı?
- Bunu nereden bileyim?
- Ekranda bir “C” harfi görüyor musunuz?
- Bir “hece” mi…
- Boş verin. Ekranda yanıp sönen bir çizgi var mi?
- Söyledim ya hiç bir şey yazmıyor.
- Monitör üstünde yanan bir lamba var mi?
- Monitör ne?
- Ekranı olan yer, televizyon gibi… Çalıştığını gösteren küçük bir lamba var mi?
- Bilmiyorum.
- Monitörün arkasına bakın, oraya bir elektrik kablosu giriyor olması lazım. Görebiliyor musunuz?
- Evet.
- Harika, o kabloyu takip edin duvarda elektriğe bağlı mi bana söyleyin.
- Bağlı
- Harika. Monitörün arkasına bakınca bağlı olan tek kablo mu gördünüz, yoksa iki tane mi?
- Görmedim.
- Tekrar bakar mısınız, ikinci bir kablonun da bağlı olması lazım.
- Evet buldum.
- Tamam, şimdi onu takip edin, bilgisayara bağlı mı diye bakın.
- Kabloya ulaşamıyorum.
- Ulaşmayın, bağlı mı diye bakabilir misiniz?
- Olmuyor.
- Bir şeyden destek alıp eğilip bilgisayarın arkasına baksanız….
- Eğilmek dert değil, karanlık olduğu için bakamıyorum.
- Karanlık?
- Ofisin ışıkları kapalı, pencereden gelen ışık yetmiyor.
- Ofisin ışıklarını yakın.
- Yanmaz.
- Neden?
- Elektrikler kesik.
- Elektrikler mi kesik. Tanrım…! (Kısa bir sessizlik) Bilgisayarın kutusu, kitapları herşeyi duruyor mu?
- Evet dolapta.
- Şimdi bilgisayarı sökün , aynen aldığınızdaki gibi paketleyin ve aldığınız dükkana iade edin.
- Durum bu kadar kötü mu?
- Korkarım öyle!
- Peki tamam. Onlara ne diyeceğim?
- “Ben bilgisayar kullanamayacak kadar aptalım” diyeceksiniz…

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

326

Saturday, 2.11.2013, 17:04

Kaz Göndersem Yolar mısın?

Çok soğuk bir kış günü padişah, tebdil’i kıyafet gezmeye karar vermiş.Yanına baş vezirini alıp yola çıkmış. Bir dere kenarında
çalışan yaşlı bir adam görmüşler..
Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş. Padişah, ihtiyari selamlamış.
” Selamünaleyküm ey pir’i fani…”
” Aleykümselam ey serdar’ı cihan…”
Padişah sormuş.
” Altılarda ne yaptın ?”
” Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor…”
Padişah gene sormuş.
” Geceleri kalkmadın mı ?”
” Kalktık…Lakin, ellere yaradı…”
Padişah gülmüş.
” Bir kaz göndersem yolar mısın ?”
” Hem de cıyaklatmadan…”
Padişahla baş vezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah baş vezire dönmüş.
” Ne konuştuğumuzu anladın mı ?”
” Hayır padişahım…”
Padişah sinirlenmiş.
” Bu aksama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım.”
Korkuya kapılan baş vezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere kenarına dönmüş. Bakmış adam hala orada çalışıyor..
” Ne konuştunuz siz padişahla…”
Adam, baş veziri söyle bir süzmüş.
” Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim..”
Baş vezir, yüz altın vermiş.
” Sen padişahı, serdar’ı cihan, diye selamladın. Nereden anladın padişah olduğunu..”
” Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi..”
Vezir kafasını kaşımış.
” Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek…”
Adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış.
” Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mi ki, kış günü çalışıyorsun, diye sordu. Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim.”
Vezir bir soru daha sormuş…
” Geceleri kalkmadın mı ne demek ?”
Adam bir yüz altın daha almış.
” Çocukların yok mu diye sordu..Var, ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim…”
Vezir gene kafasını sallamış.
” Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek…”
Adam gülmüş.
” Onu da sen bul…”

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

327

Saturday, 2.11.2013, 17:08

Baba Unutur!

Dinle oğlum, bunları sana sen uyurken söylüyorum. Küçücük elini yanağının altına sokmuşsun, nemli alnındaki sarı lülelerin yapış yapış ıslak. Odana bir hırsız gibi süzülerek girdim. Birkaç dakika önce kütüphanede oturmuş gazetemi okurken vicdan azabım nefes kesen bi dalga gibi üstüme geldi. Bir suçlu gibi yatağının başucuna geldim.
Neler mi düşündüm oğlum? Sabah sabah kızmıştım. Okula gitmek üzere giyinirken seni azarladım, çünkü yüzünü ıslak havluyla öylesine silivermiştin. Ayakkabılarının kirli olduğunu görünce sana onları temizlettim. Bazı eşyalarını yere attığında sana öfkeyle bağırdım.
Kahvaltı ederken bir sürü kusurunu buldum. Yiyecekleri etrafına saçıyordun, lokmalarını çiğnemeden yutuyordun, ekmeğine çok fazla tereyağı sürmüştün. Sen oyun oynamaya gidiyordun, bense trenime yetişmek zorundaydım. Bana baktın elini salladın ve “Güle güle babacığım” dedin. Ben ise kaşlarımı çattım ve “Dik dur!” dedim sana.
Akşam üzeri de durum farksızdı. Eve gelirken seni yere çömelmiş arkadaşlarınla bilye oynarken buldum. Çorapların yırtılmıştı. Arkadaşlarının önünde seni küçük düşürdüm ve kolundan tutup eve götürdüm. Bu çoraplar çok pahalıydı ve giymek istiyorsan dikkatli olmalıydın. Düşün oğlum bunları sana baban söylüyordu!
Hatırlıyor musun? Sonra çalışma odama girdin.Gözlerinde incinmiş bir ifade vardı. Kağıtlarımın üzerinden sana baktığımda bir an için çıkmaya yeltendin. “Ne istiyorsun?” diye bağırdım sana.
Hiç bir şey söylemeden koşup boynuma sarıldın ve beni öptün. Hem de büyük bir sevgiyle. Sonra koşarak dışarı çıktın.
Kağıdım elimden düştü. Bana neler oluyordu? Sürekli senin hatalarını buluyordum. Seni böyle ödüllendiriyordum. Seni sevmediğim için değil bu; senden çok şey beklediğim için. Seni kendi çağımın değer yargılarına göre değerlendiriyorum çünkü.
Oysa ki senin pek çok güzel özelliğin var. Kalbin öylesine yüce ki! Bu gece gelip beni öpüşün de bunu kanıtlıyor.Bu gece başka hiçbir şeyin önemi yok oğlum. Karanlıkta, yatağının yanında diz çöktüm ve çok utanıyorum. Bunları sana uyanıkken anlatsam da anlamazsın biliyorum. Ama yarın gerçek bir baba olacağım. Seninle oynayacağım. Sen acı çektiğinde acı çekecek, sen güldüğünde güleceğim. Dilimin ucuna kötü şeyler geldiğinde dilimi ısıracağım. Kendi kendime sürekli, “O bir çocuk!” diyeceğim.
Ben seni büyük bir adam gibi gördüm. Oysa ki sen daha küçük bir çocuksun. Daha dün annenin kolları arasındaydın, başını onun omzuna dayamıştın. Ah, senden çok şey bekledim oğlum, çok şey bekledim.
İnsanları eleştirmek yerine onları anlamaya çalışalım. Ne yapmak istediklerini anlayalım. Sempati, hoşgörü ve nezaket eleştiriden çok daha yararlıdır. “Bilmek affetmektir.”
Dr. Johnson’ın da söylediği gibi, “Tanrı bile insanı son gününe kadar yargılamaz.”
O halde neden biz yargılayalım?
Eleştirmeyin, kınamayın ve şikayet etmeyin!

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

328

Saturday, 2.11.2013, 17:20

Hiçbir İyilik Küçük Değildir

Philadelphia’da bundan yıllarca önce, çok yağmurlu bir günde ve saatler gece yarısını biraz geçe, bir otelin önünde duran arabadan inen, orta yaşın üzerindeki karı-koca içeri girerler.. Resepsiyonda genç bir adam durmaktadır..
Çift oda ister. Resepsiyon görevlisi “Burası küçük bir yer. Ve tam 3 tane toplantı yapılıyor.. Hiç boş yerimiz yok maalesef. Ama sizin gibi bir çifti bu yağmurda sokağa bırakamam. Buyurun benim odamda kalın. Bir süit değil ama, rahat edersiniz” der..
Karı-koca çok sevinir ve adama teşekkür ederler.. Ertesi sabah ayrılırken, adam, genç resepsiyon görevlisine şöyle der: “Siz, burayı değil, Amerika’nın en iyi otelini yönetmelisiniz. Kim bilir belki bir gün size bir otel yapabilirim..” Gülüşürler ve karşılıklı sıcak ifadelerden sonra karı-koca otelden ayrılırlar..
Aradan yıllar geçer. Resepsiyon görevlisi olayı unutmuştur bile.. Bir gün bir mektup alır. Mektupta, o adam, o geceyi hatırlatmakta ve kendisini New York’ta, 5′inci cadde ile 34′ün kesiştiği noktada beklediğini söylemektedir. Mektubun içinde, bir de, New York’a uçak bileti vardır.
Genç resepsiyon görevlisi New York’a gider.. Adam onu verdiği adreste beklemektedir. El sıkıştıktan sonra köşedeki kırmızı binayı gösterip şöyle der: “Bak.. İşte otelin…”
Bunu söyleyen adamın adı William Waldorf Astor’dur..
Ve bu ülkenin en iyi otellerinden biri olan Waldorf Astoria’nın ilk Genel Müdürlüğü teklifini alıp, bu görevi yapan genç resepsiyon görevlisinin adı da George C. Boldt’tur..

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

329

Saturday, 2.11.2013, 17:23

Cennete Zengin Her Zaman Gelmez

Yoksul köylü ölmüştü, gözlerini açınca cennetin kapısında buldu kendini. Bir de zengin adam bekliyordu sırada. Bir melek geldi, açtı cennetin kapısını altın anahtarıyla. Önce zengin girdi içeri, bir bando sesi duyuldu ansızın kapının arkasından. Marşlar çalındı, şarkılar söylendi, sevinç çığlıkları attı cennettekiler. Kapı yine açıldı, sesler kesilince, köylü içeri girdi. Bir melek karşıladı onu,
“Hoş geldin köylü kardeş,” dedi sadece.
Hani, nerede bando? Neden söylenmiyor marşlar? Melekler neden dans etmiyor? “Ne biçim iş bu?” diye bağırdı köylü.
“Zengin adam girince içeriye şarkılar söylediniz, çalgılar çalarak karşıladınız onu. Ben yoksulum gerçi, ama dünyada kalmadı mı yoksulluğum? Herkes eşit değil midir cennette? “Eşittir,” dedi melek.
“Zengin de bir bizim için, yoksul da. Yalnız unutma köylü kardeş, her gün yüzlerce yoksul gelir cennete, ama zengin dediğin yüz yılda bir gelir”
Grimm Kardeşler (Ülkü Tamer’in köşesinden alıntıdır. 25 Ağustos 2001, Radikal Gazetesi)

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

330

Saturday, 2.11.2013, 17:24

Çirkin Postacı

Dünyanın bana zindan olduğu günlerdi. Sanıyorum, birkaç defasında da evden ağlayarak dışarı çıkmıştım… Hayatım kararmıştı da bir ışık bekliyordum sanki, ama yoktu. İşte böyle düşündüğüm günlerde daire kapıma sıkıştırılmış bir mektup buldum. Hayretle baktım üzerinde göndericisi yazmayan zarfa. Sonra odama girip açtım…
“Acıları paylaşmak insanların vazifesidir, diyordu. Senin geçtiğin sokakta ben de vardım. Ama bir sokakta ya ben olmamalıydım veya paylaşılmamış acılarını içinde gezdiren bir insan!… Ve ekliyordu sonunda; Sana her gün mektup yazacağım…”
Mektubun sonunda da isim yazmıyordu. Peki kimdi bu?.. Kimdi, neden yazmıştı bu notu ve neden “bana” yazmıştı? Aslında hoş sözlerdi… Ve aslında bir mektuba da deliler gibi ihtiyacım vardı. Acaba dediğini yapacak mıydı, yazacak mıydı her gün?.. Bunu zaman gösterecekti.
İlk gün kafam karışıktı. Hem kendi problemlerimi, hem dün gelen mektubu, hem de yeni mektupların gelip gelmeyeceğini düşünüyordum. Sonraki gün posta kutumda beyaz bir zarf buldum. Kalbimin çarptığını hissettim… Yazı aynıydı, odama girip okumaya başladım mektubu. Bu, inanılmazdı…Bir bardak su içercesine bitiverdi mektup. Doymadım! Bir bardak su daha almış gibi kendime ve susuzluğumu kandırır gibi yeniden okudum altı sayfayı… Sanki tanıyordu beni, sanki yıllardır dertleşiyordum onunla…
Altıncı sayfanın sonunda diyordu ki; “Yarın yine yazacağım…” Yarın yine yazdı, öbür gün yine… Ve sonraki günler yine yazdı… Her mektubunun sonunda, yarın yine yazacağına ait not vardı ve her gün de dediğini yapıyordu. Her gün işyerinden dönerken kalbim çarpıyordu heyecanla… Her gün görüyordum posta kutumun bugün de boş olmadığını ve gariptir; artık yapayalnız olmadığımı, kalbimin boş olmadığını hissediyordum. Bu mektuplar yüreğime giriyor, sıkıntılarımı eritiyor ve beni yarınlara doğru itiyordu. Zannediyordum ki; bunlar olmadan yaşayamayacağım. Öylesine alışmıştım ki onlara, olmasalar sanki nefes alamayacağım!..
Vakit buldukça oturup eski mektupları bile yeniden okuyordum. Zaman geçti ve zamanla beraber sıkıntılarım da geçti. O günlerden geriye sadece eski mektuplar kaldı. Bir gün içimde karşı koyamadığım bir merak peydahlandı; Kimdi bu?.. Nasıl biriydi?.. Onunla ilgili her şeyi merak etmeye başlamıştım. O her gün yazıyordu ve nasılsa her gün yazmaya da devam edecekti!..
Bundan emin olduğum için de, “yazılarında anlattıklarından çok” nasıl bir kalemle yazdığına, neden bu kağıdı seçtiğine, yazı stiline aklımı takmaya başladım…
Yazıları öylesine deva olmuştu ki bana, onunla ilgili herşey de mükemmel olmalıydı. Ama her şey… O gün evde kalmıştım. Kahvaltı yapmış ve bu harika mektupların en azından nasıl biri tarafından getirildiğini görmeyi koymuştum kafama…
Öğle vaktine doğru sokağa giren postacıyı gördüm. Koşarak aşağı indim.
Mektubumu kutuya şimdi bırakmıştı, eli henüz havadaydı… Gözgöze geldik. Aman Allah’ım… Aman Allah’ım, bu ne kadar çirkin bir adamdı böyle!.. Dondum kaldım.
O da başını eğdi, döndü ve gitti. Orda, öylesine bekliyordum şimdi… Kutuyu açıp mektubumu bile alamıyordum. Bunca zaman, bunca güzel mektubu, bu kadar çirkin biri mi taşımıştı?.. O öptüğüm, kokladığım, göğsüme bastırdığım, yastığımın üzerine koyduğum mektuplarıma benden önce bu adamın mı eli değmişti?.. Saçmaladığımı biliyordum. Ama böylesine güzel duygularıma bu çirkin yaratık karıştı diye az önce getirdiği zarfı alamıyordum. Kapıyı açtım, dışarı çıkıp bir adım attım. Çoktan gitmişti. “Neye” olduğunu bilmiyordum, ama çok kızgındım. Zarfa dokunmadan çıktım yukarıya. Odama girdim, eski mektuplarıma baktım. Biliyordum, onlar benim en zor günlerimle bugünüm arasına köprü olmuşlardı, ama onlara da dokunamadım. Bu güzelliğe bu çirkinliği yakıştıramıyordum!.. Yarın iş dönüşü baktım ki, kutumda hâlâ o aynı “kirli” mektup var! Almadım. Sonraki gün baktım; aynı mektup yine yapayalnız beklemekte.
Bir kaç gün sonra ise kutuya bile dönüp bakmamaya başladım!..
Altı-yedi hafta sonra dünya yine karanlık gelmeye başladı bana. Bir dosta, bir morale ölürcesine ihtiyaç duymaya başladım. Herşey çok ağırlaşmıştı yeniden. Uyku bile uyuyamıyordum. Gece yarısını geçiyordu aklıma o mektup geldiğinde. Tereddüt bile etmeden aşağı indim, kutumu açtım ve mektubumu aldım. Bir saat içinde üç defa okumuş… Özlemiş olarak göğsüme bastırmış… Ve uzun zamandır ilk defa böylesine huzur içinde uyuyabilmiştim. Bunlar benim ilacımdı, biliyordum. En çok o gün merak etmişim, bir daha ne zaman yeni bir mektup geleceğini… Ve o akşam gözlerime inanamadım; kutumda mektup vardı. Yazı aynıydı, zarfta yine isim yoktu. Üstelik bunda postanenin damgası da yoktu…
Açtım zarfı; içindeki kısacık mektupta şunlar yazıyordu: “Sana gelmiş bir mektubu kırksekiz gün okumamakla ne kazandığını bilmiyorum… Ama artık benim sana yazmaya vaktim olmayacak. Çünkü tayinim çıktı ve bugün başka bir şehre gidiyorum. Hoşçakal. Çirkin Postacı!..”
Donmuş kalmıştım şimdi… Derin bir pişmanlık düğümlendi boğazıma, hıçkırarak eve girdim. Çantamı açtım; tarakların, rujların ve diğer karışıklığın arasında bulduğum mavi göz kalemiyle, bir kağıda; “Lütfen bana tekrar yaz” yazıp posta kutuma koydum. Bir daha hiç kilitlemediğim kutuda, aynı notum iki yıldır yapayalnız bekliyor!

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

331

Saturday, 2.11.2013, 17:26

Tuzlu Kahve

Kıza bir partide rastlamıştı. Partinin sonunda kızı kahve içmeye davet etti. Kız parti boyu dikkatini çekmeyen oğlanın davetine şaşırdı, ama tam bir kibarlık gösterisi yaparak kabul etti. Hemen köşedeki şirin kafeye oturdular. Delikanlı öyle heyecanlıydı ki, kalbinin çarpmasından konuşamıyordu.Onun bu hali kızın da huzurunu kaçırdı.’ Ben artık gideyim’ demeye hazırlanırken, delikanlı birden garsonu çağırdı.
‘ Bana biraz tuz getirir misiniz’ dedi.’ Kahveme koymak için..’
Yan masalardan bile şaşkın yüzler delikanlıya baktı.
Kahveye tuz!..
Delikanlı kıpkırmızı oldu utançtan, ama tuzu kahvesine döktü ve içmeye başladı. Kız merakla ‘ Garip Bir ağız tadınız var’ dedi…
Delikanlı anlattı:
‘ Çocukken deniz kenarında yaşardık. Hep deniz kenarında ve deniz kenarında oynardım. Denizin tuzlu suyunun tadı ağzımdan hiç eksilmedi. Bu tatla büyüdüm ben.. Bu tadı çok sevdim. Kahveme tuz koymam bundan. Ne zaman o tuzlu tadı dilimde hissetsem, çocukluğumu deniz kenarındaki evimizi ve mutlu ailemi hatırlıyorum. Annemle babam hala o deniz kenarında oturuyorlar. Onları ve evimi öyle özlüyorum ki..’
Bunları söylerken gözleri nemlenmişti delikanlının. Kız dinlediklerinden çok duygulanmıştı.
İçini bu kadar samimi döken, ailesini bu kadar özleyen bir adam , evi, aileyi seven biri olmalıydı. Evini düşünen, evini arayan, evini sakınan biri.. Ev duyusu olan biri..
Kız da konuşmaya başladı. Onun da evi uzaklardaydı. Çocukluğu gibi.. O da ailesini anlattı. Çok şirin bir sohbet olmuştu.. Tatlı ve sıcak..
Buluşmaya devam ettiler ve her güzel öyküde olduğu gibi, prenses prensle evlendi. Ve de sonuna kadar mutlu yaşadılar. Prenses ne zaman kahve yapsa prensine içine bir kaşık tuz koydu, hayat boyu.. Onun böyle sevdiğini biliyordu çünkü..
40 yıl sonra adam dünyaya veda etti. ‘ Ölümümden sonra aç’ diye bir mektup bırakmıştı sevgili karısına.. Şöyle diyordu satırlarında..
“Sevgilim, bir tanem. Lütfen beni affet. Bütün hayatımızı bir yalan üzerine kurduğum için beni affet. Sana hayatımda bir tek kere yalan söyledim. Tuzlu kahvede.. İlk buluştuğumuz günü hatırlıyor musun? Öyle heyecanlı ve gergindim ki, şeker diyecekken ‘Tuz’ çıktı ağzımdan.. Sen ve herkes bana bakarken, değiştirmeye o kadar utandım ki, yalanla devam ettim. Bu yalanın bizim ilişkimizin temeli olacağı hiç aklıma gelmemişti. Sana gerçeği anlatmayı defalarca düşündüm. Ama her defasında korkudan vazgeçtim. Şimdi ölüyorum ve korkmam için bir sebep yok.. İşte gerçek.. Ben tuzlu kahve sevmem.O, garip ve rezil bir tat..Ama seni tanıdığım andan itibaren bu rezil kahveyi içtim. Hem de zerre pişmanlık duymadan. Seninle olmak hayatımın en büyük mutluluğu idi ve ben bu mutluluğu tuzlu kahve borçluydum.
Dünyaya bir daha gelsem, herşeyi yeniden yaşamak, seni yeniden tanımak ve bütün hayatımı yeniden seninle geçirmek isterdim, ikinci bir hayat boyu daha tuzlu kahve içmek zorunda kalsam da..”
Yaşlı kadının gözyaşları mektubu sırılsıklam ıslattı.
Lafı açıldığında birgün biri, kadına ‘Tuzlu kahve nasıl bir şey’ diye soracak oldu..
Gözleri nemlendi kadının..
‘Çok tatlı!.. dedi..

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

332

Saturday, 2.11.2013, 17:28

Neden Terfi Etmemiş?

Bir defasında her yönetici gibi öylesine meşgul iken odama giren bir memur bana:
“Efendim siz, birlikte çalıştığım arkadaşlarımdan birini terfi ettirdiniz. Yaş ve kıdem bakımından aramızda hiçbir fark yok. Öğrenimimiz de aynı. O benden daha yakışıklı da değil. Beni hala terfi ettirmiyorsunuz.” dedi.
Ben ise dalgınlık halinde mırıldandım.
“-Sokakta gürültü var. Duyuyor musunuz? Nedir acaba?”
“-Gidip sorayım efendim” diye memur can sıkıntısı ile cevap verdi.
Biraz sonra döndü.
“-Bir arabaymış efendim…”
“-Yükü neymiş?” diye sordum.
“-Gidip bakayım efendim…”
Biraz sonra döndü.
“-Arabanın yükü bir sürü çuval efendim.”
“-Çuvallarda ne varmış?”
“-Gidip bakayım efendim.”
Biraz sonra döndü.
“-Çuvallarda çimento varmış efendim…”
“-Nereye gidiyormuş bu araba?”"
“- Gidip bakayım efendim.”
Biraz sonra dönüp cevap verdi.
“-X ve Y inşaat şirketinin şantiyesine gidiyormuş efendim…”
“-Çok güzel..” dedim. “Şimdi bana terfi eden arkadaşınızı çağırır mısınız lütfen? Hani haksız yere terfi eden arkadaşınızı.”
Beriki geldi. Ben mırıldandım:
“-Sokakta bir takım gürültüler oluyor nedir acaba?”
“-Gidip bakayım efendim.”
Döndüğü zaman şöyle cevap verdi:
“-Kırk çuval Portland Çimentosu yüklü araba. Çimentoların menşei New Orleans. X ve Y inşaat şirketinin merkez şantiyesine gidiyormuş.”
Ve devam etti. “Uluslararası ulaşıma ait bir kamyon çuvallarını istasyondan almış. Çuvallardan biri patladığı için şimdi bunu değiştirmeye çalışıyorlar.”
Bu iki örnekten bir takım sonuçlar çıkarmak için bir takım yorumlar yapmaya hiç gerek yok.
Dünyayı dolduran özel müesseselerle resmi dairelerdeki bütün memurları kendime düşman etmek niyetinde değilim. Bunlar belirli bir öğrenim döneminden sonra bir masanın başına kurularak hiçbir iş yapmadan devlet baba hesabına geçinip gitmeyi meşru bir hak saymakla zaten meşru olmayan bir iş yapmış olmuyorlar mı? Sabahtan akşama kadar sigara tüttürmek, kahve içmek, vergi yolu ile kendini besleyen halkı hırpalamak, sadist bir zevk uğruna en basit işlemleri bile karma karışık etmek, baştan savmak, istedikleri bir müracaatçıyı masadan masaya dolaştırmak, masadan masaya dolaşarak “Bugün git, yarın gel” teranesiyle hedefinden iyice uzaklaşan evrakı arşivin küflü derinliklerine gömmek. Ay sonunda alacakları paraya karşı yaptıkları iş bu ise şayet, hiç zahmet buyurmasınlar.
Millet parası onlara helal olmayacaktır.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

333

Saturday, 2.11.2013, 17:29

Garcia’ya Mektup

1904 Rus-Japon harbinden önceydi. Amerikan gazetelerinin birinde “Garcia’ya Götürülecek Mektup” başlıklı bir yazı çıktı. Yazan tanınmamış bir muhabirdi. Fakat bu kısa yazının anlattığı gercekler, yüzlerce kitapla anlatılanlardan daha derin, daha özlü idi. Yazı tesadüfen Çarlık Rusya’sının Demiryolları Nazırı’nın eline geçti. Nazır, bütün memurlarının bu yazının kopyasını yanlarında taşımasını sağladı. O sırada Rus-Japon savaşı başladı. Japonlar esir ettikleri Rus demiryolları mensuplarının hepsinin üzerinde bu yazıyı görerek meraka düştüler. Japon Maarif Nezareti bu yazıyı inceledikten sonra birer nüshasının bütün Japon yurttaşlarının okuyup yanlarında taşımalarını emretti. Bu yazı şimdi Birleşik Amerika’da bütün kara ve deniz kuvvetleri mensuplarına ve izcilere verilmektedir. Bu bir gelenek olmuştur.
Amerika Kurtuluş Savaşı’nın bir safhasında İspanya Sömürge Ordusunu tecrit edebilmek için Kübalı General Garcia’nın ordusuna talimat göndermek icap etti. Cumhurbaşkanı Mc Kinley, General Garcia’ya bir mektup yazdı. Mektubun süratle yerine ulaşması gerekiyordu. Başkomutanlık Karargahında Garcia hakkında bilgi yoktu.
Neredeydi? Nasıl gidilirdi? Hepsi meçhuldü.
Mektubu götürmeye Teğmen Rowan görevlendirildi. Teğmen Rowan mektubu aldı, torbasına koydu, gitti, döndü ve tekmilini verdi. Garcia talimata uyacaktı. Teğmen Rowan mektubu alınca: “Bu Garcia da kimdir? Nerede bulunuyor? Oraya nasıl gidilir? Atla mı, trenle mi? Harcırahımı kim verecek? Arkadaşım Thomas ata daha iyi biner, onu gönderseniz daha iyi olmaz mıydı? Eşim biraz rahatsız, hem bu hafta izin sırasındaydım” demedi.
Benim burada anlatmak istediğim, Teğmen Rowan’ın dört gün sonra Küba kıyılarına ulaşmasının, ormanlara dalarak üç haftalık bir seyahati yaya olarak tamamlamasının, dağlarda ve ormanlarda Garcia’yı bulmasının hikayesi değildir.
Burada anlatmak istedigim husus, bu adamın kişiliğinin her okula örnek insan olarak tanıtılmasının gerekliliğidir. Dünyanın her yerinde, Allah’ın her günü, milyonlarca yöneticinin Garcia’ya gönderilecek mektubu vardır.
Öte yandan, gençlerin muhtaç oldukları bilgiler sadece bir dizi teoriler değildir. Kendilerinden istenen vazifeleri kendi iradeleriyle sonuçlandırma idrakine ve eğitimine de sahip olmalarıdır. Bugün en çok muhtaç olduğumuz budur.
Hizmette fertlerin ilgisizliği ve bilgisizligi, toplumları ve örgütleri felç eder. Hizmetin çarkı dönerken, çarkın her dişlisinin her defasında yeni baştan bilinmesi için zaman yoktur. Yeniden eğitim yapmak gerekir. Öte yandan hizmet devamlı akmaktadır ve sürekli işlerlik içinde olmak zorundadır. Çarkın bir dişi kendi işini hiçbir nedenle durdurmaya yetkili değildir. Bu takdirde hizmet durur.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

334

Saturday, 2.11.2013, 17:32

Kirli Çamaşırlar

Genç bir çift yeni bir mahalledeki yeni evlerine taşınmışlar. Sabah kahvaltı yaparlarken komşu da çamaşırları asıyormuş, Kadın kocasına :
‘Bak,çamaşırları yeterince temiz değil, çamaşır yıkamayı bilmiyor, belki de doğru sabunu kullanmıyor.’ demiş.
Kocası hiçbir şey söylememiş, kahvaltısına devam etmiş. Kadın komşusunun çamaşır astığını gördüğü her seferinde aynı yorumu yapmaya devam etmiş. Bir ay kadar sonra, bir sabah, komşusunun çamaşırlarının tertemiz olduğunu gören kadın çok şaşırmış:
‘Bak’ demiş kocasına, ‘Çamaşır yıkamayı öğrendi sonunda, merak ediyorum, kim öğretti acaba ?’
Kocasından şöyle cevap gelmiş:
‘Ben bu sabah biraz erken kalkıp penceremizi temizledim, çok kirliydi’.
Göz penceren, kalp penceren kirliyse herşeyi kirli görürsün…

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

335

Saturday, 2.11.2013, 17:33

Bedeli Çanakkale’de Ödendi

Üç aylık bir talimden sonra Mehmet Muzaffer “zabit namzedi” olarak Çanakkale’de idi. ( Mart 1916) müttefik İngiliz ve Fransız kuvvetleri, Çanakkale’ de uğradıkları mağlubiyetlerden ve verdikleri yüzellibin zayiattan sonra Boğaz’ı aşamayacaklarını anlamışlar, 1915’in son haftasıyla 1916’nın ilk haftasında bütün hatları tahliye edip çıkıp gitmişlerdi.
Muzaffer Çanakkale’ye vardığında harp durmuştu. Zaman zaman İmroz ve Bozcaada’da üslenmiş düşman gemileri ve uçakları bombardımanda bulunuyorlarsa da 1915 Nisan’ın da Aralık sonuna kadar sekiz ay süren kanlı boğuşmalarla kıyasla bu bombardımanlar hiç mesabesindeydi. Çanakkale’deki birliklerin büyük bir kısmı Kafkas, Irak, ve Filistin cephelerine sevk edeceklerdi. Hazırlanma ve noksanlarına ikmal emri aldılar. Muzaffer birliğinin alay karargahında görevliydi. Alay’ın kamyon ve otomobil lastiği ile diğer bir takım malzemeye ihtiyacı vardı. Bunlar ise ancak İstanbul’dan sağlanabilirdi. O devirlerde bu gibi basit mubayaalar için arttırma yapmak ilanlarda bulunmak ne adetti, ne de bunlar için kaybedilecek vakit vardı. Her şey “itimat” ile yürürdü. Muzaffer açıkgözlü ve becerikli İstanbul çocuğu olduğundan Karargah, gerekli malzemenin temin ve mubayaasına onu memur etti. İcab eden paranın kendisine itası içinde Erkan-ı Harbiye Riyaseti’ne hitaben yazılı bir tezkereyi eline verdiler.
O yıllarda İstanbul’da otomobil ve kamyon nadir rastlanan vasıtalardı. Bunların lastikleri de yok denecek kadar azdı ve karaborsaydı. Muzaffer aradı, uğraştı, nihayet Karaköy’de bir Yahudi de istediklerini buldu. Fiyatlar pek fahişti, ama yapacak başka bir şey de yoktu. Anlaşmaya vardı. Lazım gelen parayı almak üzere Erkan-ı Harbiye’ye gitti. Elindeki tezkereyi tediye merciine havale ettiler. Muzaffer az sonra yaşlı bir kaymakam Yarbay’ın huzurundadır. Kaymakam uzatılan tezkereyi okudu. Karşısında hazırol da duran ihtiyat zabitine baktı. İsteyeceği paranın miktarını sormadan, ”Ne alınacak” dedi “Oto kamyon lastiği” cevabını verilince bir an durdu. Sonra Muzaffer’e dik dik baktı:
“Bana bak oğlum! Ben askerin ayağına postal sırtına kaput alacak parayı bulamıyorum. Sen otomobil lastiğinden bahsediyorsun. Haydi yürü git, insanı günaha sokma para mara yok!…”
Muzaffer selamı çaktı dışarı çıktı. Harbiye Nezareti’nin (bugünkü hukuk fakültesi binası) bahçesinden dışarıya ağır ağır yürürken ne yapacağını düşünüyordu. Malzemelere Alay’ın ihtiyacı vardı. Elindeki (Almanların verdiği) iki Mercedes-Benz kamyon ve iki binek arabası lastiksizdi. Diğer malzemeler de mutlaka lazımdı. Kendisi bulur alır diye görevlendirilmişti. Malzemeyi bulmuştu fakat para yoktu. Eli boş dönemezdi, bir çaresini bulmak lazımdı…
Muzaffer bunları düşüne düşüne Beyazıt Meydanı’na vardı birden durdu. Kendi kendine gülmüştü aradığı çareyi bulmuştu.
Doğru tüccar Yahudi’ nin yanına gitti:
“Paranın tediye muamelesi akşamüstü bitecek, ezandan sonra gelip malları alamam. gece kaldıracak yerim yok. Yarın öğleden evvel vapur Çanakkale’ye kalkıyor, yetiştirmem lazım. Onun için sabah ezanında geleceğim malları mutlaka hazır edin…”
Tüccar “peki” dedi. Muzaffer tam ayrılırken ilave etti.
“Altın para vermiyorlar kağıt para verecekler” Yahudi yine “peki” dedi. Ertesi sabah Muzaffer Merkez Kumandanlığından sağladığı araba ve neferlerle ezan vakti Yahudi’nin kapısındaydı. Ortalık henüz ışıyordu. Tüccar malları hazırlamıştı. Hava gazı fenerinin yarım yamalık aydınlattığı loşlukta mallar arabaya yüklendi. Muzaffer bir yüzlük kaime (yüz liralık kağıt para) verdi. Araba dörtnal Sirkeci’ye yollandı. Malzeme şat’a oradan dubada bağlı gemiye aktarıldı. Az sonra da gemi Çanakkale yolunu tutmuştu.
Üç gün sonra Yahudi elindeki yüzlük kaimeyi bozdurmak üzere Osmanlı Bankası’na gitti. Bozmadılar zira elindeki para sahte idi.
Muzaffer, evrak-ı nakdiyelerin basımında kullanılan kağıtın aynını Karaköy kırtasiyecilerinden tedarik etmiş bütün gece oturmuş çini mürekkebi ve boya ile gerçeğinden bir bakışta ayırt edilemeyecek nefasette taklit bir para yapmıştı. Tüccara verdiği ve yutturduğu para buydu. O devrin hakiki paralarının üzerindeki yazılar arsında bir de şu ibare bulunuyordu: “Bedeli Dersaadet’te altın olarak tesviye olunacaktır” Muzaffer yaptığı taklit paradaki bu ibareyi değiştirerek şöyle yazmıştı:
“Bedeli Çanakkale’de altın olarak tesviye olunacaktır.”
Onun burada altın dediği Çanakkale’de Mehmetçiğin akıttığı, altından daha kıymetli kanı idi.
Sahte paraya gelince…
Yahudi tüccar bunu mesele yapmadı. Yapmak mı istemedi, yapmaktan mı çekindi bilinemez. Ancak olay bütün İstanbul’da yayıldı. Dünyada emsali olmayan ve olmayacak olan bu hadise Şehzade Halim Efendi’nin kulağına kadar gitti. Şehzade hemen lalasını göndererek Yahudi tüccarı buldurdu. Yüzlük taklit evrak-ı nakdiyeyi bedelini altın olarak ödeyip aldı. Çok zarif sedef kakmalı, içi kadifeli bir mücevher çekmecesine yerleştirip, İstanbul polis okulundaki emniyet müzesine hediye etti. Bu emsalsiz parça müzede şeref mevkiinde muhafaza olundu.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

336

Saturday, 2.11.2013, 17:34

Kuş Avcısı

Bir ülkede avcının biri kuşlara meraklı imiş. Hem yemeye meraklı, hem de tutup kafese kapatıp seyretmeye, söyletip dinlemeye. Kurmuş ormanın kuytusuna kapanı, yatmış pusuya. Tüyleri alacalı bulacalı nadir bulunur az rastlanır cinsinden bir kuş da gelmiş girmiş kapanın içine.
Avcı ortaya çıkınca kuş yalvarmaya başlamış;
“Avcı avcı bırak beni gideyim. Yemeğe kalksan ufacığım, pişirdin mi benden bir lokma bile et çıkmaz. Kafese kapatsan ağzımı bile açmam, ne şakırım ne konuşurum, ama beni özgür bırakacak olursan sana üç öğüt veririm ki hem çok mutlu olursun yaşamda, hem de çok başarılı.”
Avcı düşünmüş taşınmış:
”Eh söyle, ver bakalım şu üç öğüdünü o zaman bırakırım seni” buyurmuş….
” Önce…” demiş, kuş.
1. Sağduyuya, akla aykırı düşecek hiç bir şeye inanma
2. Yaptığın hiç bir şeyden pişmanlık duyma, gerçekleştiremeyeceğin şeyler için üzülme
3. Asla ama asla olanaksızın peşine takılma….
Avcı şöyle bir bakmış kuşa,
”Bu söylediğin büyük cevherler değil, ben zaten yaşamımda her an bu prensipleri uyguluyorum. Ama fazla işe yarayacak bir kuş değilsin, o yüzden sözümü tutup seni bırakacağım” demiş.
Kuş fırlamış yakındaki bir ağacın tepesine, açmış ağzını yummuş gözünü..
”Avcı avcı salak avcı sen beni herhangi bir kuş mu belledin? Ben bütün kuşlardan daha farklı bir kuşum. Kalbim yakuttan benim. Kalbimin yerinde kocaman bir yakut var, beni kesip kalbimi çıkarsaydın dünyanın en zengin adamı olacaktın. Salak avcı… dönmüş, bağırıp çağırmaya başlamış…
”Avcı seni yine yakalayacağım….” diye tepinmeye başlamış, deliye dönmüş hırsından. Hemen ağaca tırmanmaya başlamış.
Kuş ağacın en üst dallarından birine adamın erişemeyeceği bir yere konmuş. Avcı üst dala erişip de kuşu yakalayayım derken yuvarlanmış ağaçtan…
”Nasılsın bakalım?” demiş kuş, ”Öğütlerimi beğenmemiştin, ben bunların hepsini zaten biliyordum demiştin. Ben sana ne dedim önce? sağduyuya akla ters gelecek hiç bir şeye inanma. Be adam kalbi yakuttan kuş olur mu? Hemen inandın, gözün döndü. Yaptığın hiç bir şeyden pişmanlık duyma, yani sonradan pişman olmamak için bir şeyi yapmadan önce iyice düşün taşın, dedim. Beni bıraktın, ardından da hemen bıraktığına pişman olup peşime düştün. Üçüncü öğüdüm, gerçekleşmesi olanaksız bir şey için boş yere gücünü harcamaydı. Sen beni nasıl yakalarsın, ben kuşum, uçmuş uçmuş en üst dala konmuşum. Sen oraya nasıl erişirsin be adam? demiş..
Ve uçmuş gitmiş..

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

337

Saturday, 2.11.2013, 17:35

Uçan Asker

Yıl 1528. Muhteşem Süleyman, Alman İmparatorluğunun taht merkezi viyana kapılarındadır.
Avrupa’nın titreme, Osmanlı’nın ihtişam dönemindeyiz. Viyana çevresinde yapılan muharebelerden birinde, 5 Türk askeri Almanlarca pusuya düşürülüp esir alınır. Az geçince de Viyana kumandanının önüne çıkarılır. Ve sorgulama başlar:
-”Hangi paşanın askerlerisiniz?”
-”Kaçbin askeriniz var?”
-”Kaç topa sahipsiniz?”
5 esir genç tek kelime etmezler. Korkusuz, eyvallahsız, hatta umursamaz görünürler. Kumandana alay eder gibi bakmaktadırlar. Ve beklenen emir verilir.
-”Soyun şu rezilleri!”
5′ini de soyarlar; elleri bağlıdır, işkence başlar. Demir zincirli kamçılarla bütün gün eziyet ederler 5 yiğit artık kızıl kan içindedir. İşin garibi, 5′inden de en ufak bir ahlama, ohlama duyulmaz. Kumandan haykırır:
-”Getirin çuvalları!”
Çuvallar getirilir. Esirlerden ilkini iri çuvallardan birine koyarlar; ağzını bağlayıp, Viyana Kalesi’nden dibi görünmez Tuna kayalıklarına atarlar. 4 delikanlı, bitkin fakat sessiz; harap fakat dimdik; perîşan fakat metin haldedir. Kumandan yırtınır gibi yeniden bağırır. Aynı vakur sükûnet devam eder. Gözlerinde ne korku, ne de merhamet dilenişi görülür. 2, 3 ve 4. askerlerde çuvallar içinde aynı uçuruma atılırlar. Sıra kendisine gelince 5. yiğit seslenir:
-Bağlarımı çözün, konuşacağım. Bir yudum da su verin!
Suyu getirirler. Mehmetçik kana kana içer. Sonra etrafındakilere haykırır:
- Bre gafil düşman!.. Boşuna uğraşıyorsunuz. Şayet ölümden korksaydık buralarda işimiz neydi?
Ve.. Az önce 4 arkadaşının parçalandığı kayalara doğru ilerler ve kendini kayalıklardan aşağıya doğru bırakarak arkadaşlarının yanına doğru uçar…

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

338

Saturday, 2.11.2013, 17:41

Umut

Kırk yaşlarındaki adamın elleri koynuna gitti, çabucak koynundan çıkardığı kağıdı yine aynı yaşlardaki diğer adamın ellerine tutuşturdu. Karanlık sokakta yalnızdılar ama korkuyla çevresine baktı, sonra fısıldadı;
- Gardaş gider değil mi ?
- Merak etme sen, kendi ellerimle büyük elçiliğe vereceğim.
Gülümsemeye çalıştı, ağzında dişlerinin nerdeyse yarısı yoktu.
- Herhal haberleri yoktur. Yoksa bize yardım ederlerdi, değil mi?
- Yok dedim ya.., Benim gitmediğim ülke kalmadı nerdeyse. Oralara da gittim. Kimsenin haberi yok.
- Kağıdı yetkililere verirsin gardaş, hem sende söylersin neler çektiğimizi.
Türkçeyi iyi konuşan Rus genç acele etti ;
- Tamam tamam yakalanacağız hadi parayı ver.
Adam yeni hatırlamış gibi koynundan yıllarca biriktirdiği parayı çıkardı.
- Al. Açız, iş bulamıyoruz ama bu iş için helal olsun al.
Genc Rus parayı sayarken, o anlatmaya devam etti,
- Çinliler bizi aç bırakıyor, işsiz bırakıyor. Bir çocuktan fazlası yasak, işsiz olanların çocuk yapması bile cezalandırılıyor. Erkeklerimiz, onların kızlarıyla evlenemiyor ama onlar topraklarımıza sahip olmak için, bizim kızlarla zorla evleniyor. Bazılarımız, hiç olmazsa kızları aç kalmasın diye evlendiriyor.
Genc sıkılmıştı,
- Yakalanmadan ben gideyim.
Adam gözü yaşararak aceleyle sözlerini tamamladı; “İbadetimize de engel oluyorlar. Kadınlarımızın zorla başını açıyorlar.”
- Tamam hepsini söyleyeceğim, hadi eyvallah.
Bir an durakladı, adamın altmışında gösteren yüzüne baktı, sanki kuşkulanmış gibi sordu;
- Kaç yaşındasın ?
- Kırk…
Cevabı duyduktan sonra hızla uzaklaştı. Geride kalan adam, oğlu gibi görünen gencin ardından acılarla bezenmiş yüzüyle gülümseyerek el salladı. Bir süre, karanlık sokaklara baktı sonra yüzüne gülümseme yayıldı. İçinde yeşeren ümidi hissetti, dizlerine yeni bir can geldi. Hayata yeniden bağlandı. Oysa ülkesinde, Doğu Türkistan da ölüm yaşının çok düşük olduğunu iyi biliyordu.
* * *
Genç Rus, parayı alıp, mektubu atmayı düşünmüştü ama eksik dişleriyle kendisine bakan Türk’ün hayali peşini bırakmamıştı. Sonunda Çin’den ayrılmadan, Türkiye elçiliğine uğramış, mektubu vermişti. Yetkili mektubu alıp kendisine beklemesini söyledi. Ticaret için çoğu ülkeye giden Rus, bildiği bir kaç dilin içinde en iyi Türkçeyi öğrenmişti. Beklerken sehpadaki 1998 tarihli ama birkaç ay öncesinin gazetelerine gözü takıldı. Birini eline aldı ismini okudu; “Radikal” . Doğu Türkistanla ilgili bir yazı olduğunu fark edince okumaya devam etti;
“Doğu Türkistan’daki Kökten Dinci Akımlar Çin’i Tehdit Ediyor ”
Bir görevli, elinde geri gönderilen mektupla dalgın Rus’a yaklaştı;
- Büyük elçi meşgul, sizinle görüşemeyecek” .
Rus, gazeteleri göstererek, şaşkın bir ifadeyle sordu;
- Bu gazeteler hangi ülkenin ?
Görevli gülümsedi,
- Türkiye.
- Hepsi mi ?
- Evet hepsi.
Adam elindeki gazeteyi bırakıp giderken, gözünde Doğu Türkistanlı adamın yüzü canlandı, sanki kendisiyle konuşur gibiydi;
- Sağol gardaş, sağol… sağol…
İçinin burkulduğunu hissetti…

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

339

Saturday, 2.11.2013, 17:42

Vermeyince Mabud, Neylesin Mahmud?

Rivayet olunur ki, Sultan II. Mahmud, tebdil gezdiği bir Ramazan gününde Üsküdar’da mücerred bir kunduracının, boş örse çekiç vurarak her hamlede “Tıkandı da tıkandı” dediğine şahit olmuş. Merak saikiyle içeri girip bunun sebebini sormuş. Adamcık anlatmış:
- Bir gece rüya gördüm. Çeşmeler vardı. Bazılarından şarıl şarıl sular akıyor, bazılarından sızıyor, bir tanesi de tıp tıp damlıyordu. O sırada bir pîr-i nuranî belirdi. Ona bu çeşmeleri sordum.
“- Şu şarıl şarıl akanlar, padişahımızın talihidir. Sızanlar devlet erkanından filanca paşaların ve falanca zenginlerin talihleridir. Şu damlayan da senin talihindir.” deyip kayboldu. Yerden bir çöp aldım ve benim talihim olan çeşmeye yaklaştım. Çöple biraz kurcalayıp lüleyi açmaya çalıştım. Ah, ellerim kurusaydı! Filvaki çöp kırıldı ve artık eski damlalar da damlamaz oldu. O günden sonra müşterim kesildi, kazancım bitti. İflas ettim, bu hale geldim. Şimdi de talihimden şikayet ile “tıkandı da tıkandı” zikriyle boş örsü dövüyorum.
Padişah kendini aşikar etmez ve saraya dönünce adamın söylediklerini tahkike memur gönderir. Meğer adamcağız herkes tarafından “Tıkandı Baba” diye tanınmakta ve nasipsizliğiyle bilinmekteymiş. O kadar ki çeşmeden su doldurmaya gitse kurnayı bir kurbağa tıkar; bir mal almak için pazara uğrasa, ona sıra gelmeden mal bitermiş. Sultan, mübarek Ramazan ayında bu garibi sevindirmek ister ve bir tepsi baklava yapılmasını, her dilimin altına da bir sarı altın konulmasını emreder. Sonra tepsiyi, bir zengin konağından iftarlık geliyormuş gibi gönderir.
Nasipsizlik bu ya; Tıkandı Baba, bir tepsi baklavayı bir iftarda yiyip bitirmek yerine satıp parasıyla birkaç günler iftar etmeyi düşünerek tepsiyi pazara çıkarmaz mı?
Padişah, durumu öğrenip üzülmüşse de niyetine sadakat ile aynı minval üzere ertesi gün nar gibi kızarmış bir hindi dolması yaptırıp yine içini altın ile doldurarak Tıkandı Baba’ya yollar. Baba’dan baklava tepsisini satın alarak parsayı toplayan uyanık müşteri, bu sefer yine kapıya dayanıp Baba’nın aklını çelmenin yollarını aramaktadır. Der ki:
- Bre Tıkandı Baba! Sen bir garip ademsin. Tek başına bu hindiyi nice yiyeceksin. Gel sen yine bu hindiyi bana sat.
Pazarlık tamam olup hindi de kanatlanınca, padişah bu derece safderunluğa aşırı derecelerde öfkelenip derhal Tıkandı’yı saraya çağırtır. Çavuşlar eşliğinde iftar vaktine yakın, karga tulumba sarayın yolunu tutan Tıkandı Baba telaşlanır.”Bir suç işlemiş olmalıyım, ama ne ola ki!” diye kara düşünceler içinde huzura alındığında neredeyse bayılmak üzeredir. Bu hale padişahın yüreği dayanmaz ve öfkesi merhamete döner. Sultan, olup bitenleri anlattığı zaman Tıkandı Baba hayretler içinde hünkarın ayaklarına kapanıp, dualar, şükürler okumaya başlar.
Padişah ona son bir hak daha tanımayı isteyip doğruca hazine-i hassa odasındaki altın ve mücevher dolu sandıklardan birinin huzura getirilmesini buyurur. Sandık gelir. Sultan Mahmud selamlık dairesinin çini sobasının altını yoklayıp küreği eline alır ve:
-Tut şu küreği! Sandığa daldır. Ne kadar alırsa hepsini sana bağışladım, der.
Tıkandı Baba, makus talihinin böyle bağteten muradına muvafık harekatından fazlasıyla heyecanlanır. Sevinçten titreye titreye küreği sandığa daldırır. Bir müddet iteleyip çalkalar ve itina ile kaldırırsa da kürek ters daldırılmıştır ve sandıktan ancak sap kısmında bir tek kızıl altın ile çıkar. Baba düşüp bayılır. Şair ruhu taşıyan hisli padişah ise seçili bir üslupla o, tarihe geçen sözünü söyler:
- Vermeyince Ma’bud, ne yapsın Mahmud?

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

340

Saturday, 2.11.2013, 17:43

Yabankazları

Dikkat ettiyseniz yaban kazları “V” şeklinde uçarlar. Bilim adamları kazların neden bu şekilde uçtuklarını araştırmışlar. Araştırma sonucunda şu verilere ulaşmışlar;
1-) “V” seklinde uçulduğunda, uçan her kus kanat çırptığında, arkasındaki kuş için onu kaldıran bir hava akimi sağlıyormuş. Böylece “V” seklinde bir formasyonda uçan kaz grubu, birbirlerinin kanat çırpışları sonucu ortaya çıkan hava akımını kullanarak uçuş menzillerini yüzde yetmiş oranında uzatıyorlarmış. Yani tek başına gidebilecekleri maksimum yolu grup halinde neredeyse ikiye katlıyorlarmış.
Kıssadan Hisse: Belli bir hedefi olan ve buna ulaşmak için bir araya gelen insanlar, birbirlerinde hız ve haz alarak hedeflerine daha kolay ve çabuk erişirler.
2-) Bir kaz, “V” grubundan ayrıldığı anda uçmakta güçlük çekiyor. Çünkü diğer kuşların oluşturduğu hava akiminin dışında kalmış oluyor. Bunun sonucunda, genellikle gruba geri dönüyor ve yoluna grupla devam ediyor.
Kıssadan Hisse: Eğer kafamız bir kaz kadar çalışıyorsa; bizimle ayni yöne gidenlerle bilgi alışverişini ve işbirliğini sürekli kılarız.
3-) “V” grubunun başında giden kaz hiç bir hava akımından yararlanamıyor. Bu yüzden diğerlerine oranla daha çabuk yoruluyor. Bu durumda yorulunca en arkaya geçiyor ve bu defa hemen arkasındaki kaz lider konumuna geçiyor. Bu değişim sürekli yapılıyor; böylece her kaz grubun her noktasında yer almış ve aynı oranda yorulmuş oluyor.
Kıssadan Hisse: Yaptığınız her işi, yeri ve zamanı geldiğinde başkasına bırakmak gerekiyor.
4-) Uçuş hızı yavaşladığında gerideki kuşlar, daha hızlı gitmek üzere öndekileri bağırarak uyarıyorlar.
Kıssadan Hisse: İlerlemek ve yol almak için bazen başkalarının uyarılarına gereksinim duyarız. Bundan alınmamalıyız; tam aksine, böyle uyarıları sevinç ve takdirle karşılamalıyız.
5-) Gruptaki bir kuş hastalanırsa veya bir avcı tarafından vurulup uçamayacak duruma gelirse; düşen kuşa yardım etmek üzere gruptan iki kaz ayrılıyor ve korumak üzere hasta/yaralı kazın yanına gidiyor. Tekrar uçabilene (veya eğer ölürse, ölümüne kadar) onunla beraber yaralı kuşu asla terk etmiyorlar. Daha sonra kendilerine başka bir kaz grubu buluyorlar. Hiçbir kaz grubu, kendilerine bu şekilde katılmak isteyen kazları reddetmiyor.
Kıssadan Hisse: Adam olmak sadece insanlara özgü değil….

Benzer konular