Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

241

Monday, 7.03.2016, 17:31


Ahilik, Ahi Evran tarafından Hacı Bektaş-ı Veli’nin tavsiyesiyle kurulan esnaf dayanışma teşkilatıdır. Aslen Horasan kökenli olup Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Anadolu’da yaşayan Müslüman Türkmen halkın sanat, ticaret, ekonomi gibi çeşitli meslek alanlarında yetişmelerini sağlayan, onları hem ekonomik hem de ahlaki yönden yetiştiren, çalışma yaşamını iyi insan meziyetlerini esas alarak düzenleyen bir örgütlenmedir. Kendi kural ve kurulları vardır. Günümüzün esnaf odalarına benzer bir işlevi olan Ahilik iyi ahlakın, doğruluğun, kardeşliğin, yardımseverliğin kısacası bütün güzel meziyetlerin birleştiği bir sosyo-ekonomik düzendir. Ahi Evran’a Ahi Baba da denir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

242

Monday, 7.03.2016, 17:34


Şeyh Edebali’nin Damadı Osman Beye Nasihati

Oğul, insanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler.
Avun oğlum avun. Güçlüsün kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın.
Ama; bunları nerede, nasıl kullanacağını bilemezsen sabah rüzgarında savrulur gidersin. Öfken ve nefsin bir olup, aklını yener.
Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın. Dünya senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizemler, bilinmeyenler, görülmeyenler, ancak; senin fazilet ve erdemlerinle gün ışığına çıkacaktır.
Ananı, atanı say, bereket büyüklerle beraberdir.
Bu dünyada inancını kaybedersen yeşilken çorak olur, çöllere dönersin.
Açıksözlü ol. Her sözü üstüne alma.
Gördün söyleme, bildin bilme.
Sevildiğin yere sık gidip gelme, kalkar muhabbetin itibar olmaz.
Üç kişiye acı; cahiller arasındaki alime, zenginken fakir düşene, hatırlı iken itibarını kaybedene. Unutma ki! yüksekte yer tutanlar aşağıdakiler kadar emniyette değildir.
Haklı olduğunda mücadeleden korkma. Bilesin ki atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

243

Wednesday, 16.03.2016, 16:41


Salacak'ta, Taş İskele'nin sol tarafında bulunan kadınlar plajı. (O zamanki tabiriyle "deniz hamamı")

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

244

Wednesday, 16.03.2016, 16:51


lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

245

Wednesday, 16.03.2016, 17:02


Hekimoğlu ve yoldaşı Alan Osman'ın öldürüldüğü gün çekilen fotoğraf sağda görülen fötr şapkalı ABD'li gazetecinin makinesiyle çekilmiştir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

246

Wednesday, 16.03.2016, 17:19


Bir Bölük Komutanı'nın mektubu (Çanakkale-1915)
"24 Temmuz 1915'de düşmanın Seddülbahir mıntıkasında ikinci hatta bulunan bölüğümün İlderesi'ni takiben Gaziler Tepesine yetişmek için silâha sarıldıkları bir günde bütün bölüğe misâl olan fedakâr dört neferin kahramanlıkları:
Sabah güneşinin doğmasıyla birlikte yüzlerce topun soğuk namlusundan müthiş seslerle çıkan mermilere asabiyetle yumruklarını sıkan askerim, düşman üzerine atılmak ve onları toprağa sermek için dört gözle bekletilen ileri hareketin emrini aldı. gazileri takviyeye gidiyorduk. İlderesi, düşmanın yüzlerce mermisinin düştüğü yer olup, buradan geçmek biraz tehlikeli ise de, düşmandan intikam için bütün bedenleri titreyen askerim, din kardeşlerine yetişmeğe mani olan her şeye bir alâkalı bakışla, fırlayarak ileri atıldılar.
Yol üzerinde her nasılsa düşman mermisinden ateş alan bir sandık cephane, yolu bütün bütün kapamış, dini, vatanı, milleti için yoldan geçmeye çırpınan bu Türk kalpleri, civardan tedarik ettiği kum torbalarını omuzlayarak yanan sandık üzerine hemen dördü birden atıldı. İki saniye sonra sandık, torbalar altında kalmış ve yolumuza mani olacak müşkülât ortadan kaldırılmıştı. Bu dört askerin cesareti ve fedakârlığı sayesinde İlderesi yolu açıldı. Tam zamanında gazilerde bulunan silâh arkadaşlarına yetişmek mümkün oldu ise de, Ethem Onbaşı ismindeki nefer bu vazifeyi yerine getirirken sol kalçasından şarapnel misketiyle yaralanarak şu sözleri söyledi: "Bir senedir kullandığım silâhımla hunhar düşmana bir kurşun atmadan hastahaneye gidiyorum. Bari benim intikamımı siz alın" diye ellerime kapandı ve sulu gözlerinden yaşlar akıtarak ayrıldı. Bu dört yavrunun azmini değil kurşun, süngüler, toplar bile kesemediğinden kahramanca hareketleri, ecdadımızın Osmanlı Tarihindeki sırasına geçmekle, gelecek nesillere yadiğar olmak üzere isimlerinin zikr olunmasını bir görev bilirim. Kerevizdere'de taburun önünde düşmanın ilerleyerek yapmış olduğu büyük bir ileri siper, hazır kıta olarak bulunan taburun sinirlerine dokunuyordu. Tümen komutanım bile, "2 nci Taburun önünde düşman bu cesareti göstersin... tuhaf şey!" diyordu.
Bu siperi yıkmak, perişan etmek gerekirdi! Fakat bu da büyük fedakarlığa bağlı idi. Yüzbaşı durumdan etkilenmiş idi. Tabur komutam He görüşerek, biz bu siperi yıkarız, fakat en sevgili askerimden bir kaç tanesini feda etmek lazım, diyordu. Yüzbaşı'nın bu sözlerini dinleyen mütevazi bir asker olan Ömer oğlu Nasuh ilerleyerek. "ben bu siperi yıkarım, sen bana istediğim arkadaşlarımı ver; yüzbaşım!..."dedi. Tabur komutam muvafakat gösterdi. Yüzbaşı da lazım gelen talimatı verdi. Gece pek karanlıktı. Nöbetçilerimiz ve düşman tarafından atılan silahların kesik sesleri, siperleri saran zifiri karanlığı yırtmak için haykırıyorlar gibi idi. Nasuh Onbaşı; Mehmet oğlu Mustafa, İbrahim oğlu Hüseyin ve Mehmet oğlu Abdurrahman'dan oluşan küçük ordusunun basında düşman siperine doğru karanlıklar içinde süzülüp gitti. Onbes dakika sonra, düşman siperinde 4-5 el bombasının sesleri duyuldu.
Sonra boğuşma başladı. Bu habersiz hücumdan telaş eden düşman, etrafa şaşkın kurşunlar, maksatsız top ve havan mermisi fırlatıyordu. Top ve havan mermilerinin açtığı çukurlardan, keskin bayıltıcı ölü kokuları geliyordu. Herkes Nasuh Onbaşı ile arkadaşlarını bekliyordu. Nihayet, 7 nci Bölük mıntıkasından haber geldi. Nasuh Onbaşı vazifesini yerine getirerek sipere dönmüş idi. Fakat yalnız idi. Mustafa, Hüseyin ve Abdurrahman yok idi. Bunlarda vazifelerini yerine getirmişler, fakat bu uğurda kurban olmuşlardı. Yüzbaşı; "arkadaşlar bu hepimiz için bir şereftir" diyordu. Düşman siperinin perişan edilmiş olduğunu sabahleyin derhal fark eden Tümen Komutanı, taburu tebrik ediyor ve Nasuh Onbaşı 'nın ğöysüne kendi eliyle "Osmanlı Yıldızı" nişanı takıyordu. Nasuh Onbaşı, mert ve asil bir eda He yalnız vazifesini yaptığını söylüyordu. Nasuh Onbaşı bu olaydan dört gün sonra da (29 Temmuz 1915 ) askerliğin en şerefli bir rütbesi olan "şehitlik rütbesini" kazandı.
Allah Rahmet Eylesin!
55 nci Alay 5 nci Bölükte
Eskişehir’in Ihca Köyü'nden Ekderis Oğullarından Ömer oğlu Nasuh 1306
Ankara, Kalecik Kaza'sının Dalyasan Köyü'nden İbrahim oğlu Hüseyin 1302
İnegöl Kazasının Muzal Köyü'nden Resul Oğullarından Mehmet Emin oğlu Mustafa 1304
Eskişehir’in Hica Köyü'nden Mehmet oğlu Abdurrahman"
(KAYNAK: ÇANAKKALE MÜZESİ)

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

247

Wednesday, 16.03.2016, 17:23


ÇANAKKALE'DE SAVAŞAN İKİ KARDEŞ

Çanakkale'de Kumkale Muharebelerinde savaşan 39. Alay, 3. Tabur, 10. Bölük zabitlerinden Teğmen Ahmet Halit Bey (soldaki), kendisi Kumkale'de düşmana karşı mücadele ederken kardeşi Zabit Namzeti Muallim Ethem Bey de 57. Alay askeri olarak cephede savaşmaktaydı..

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

248

Wednesday, 16.03.2016, 17:25


12 yaşında olmasına rağmen Balkan Savaşı'na gönüllü olarak katılan ve yaralanan Karahisarlı Nuri Çavuş..

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

249

Wednesday, 16.03.2016, 17:26

"BENİ UNUTMAYINIZ BU HARPTE ÖLSEM BİLE"
"Aziz dostum,
Son kartınız Maydos'a Fethinin bir zarfı içinde geldi. Siz ki her şeyden haberiniz olduğunu iddia edersiniz. Siz ki benim hayatımı takip etmekten memnun olmak istersiniz. Nasıl oluyor da benim muharebe meydanında bulunduğumu öğrenemediniz? Bunun, benim hatam olduğunu mu söylemek istiyorsunuz? Tabii, değil mi, cidden hayret ettiniz sanırım. Ben Maydos'ta bulunur, gece gündüz düşmanla savaşırımda aziz dostum Corinne bunu bilmez ve kartlarıyla mektuplarını bermutat Sofya'ya gönderir, bunları da benim yerime hep Fethi Bey alır.
Vaziyet Çanakkale Boğazında biraz buhranlı bir hal kastedince, aziz dostunuz Nuri'nin eski mevkii olan Tekirdağ'a gidip orada bulunan bir fırkamızın kumandasını üzerime almamı isteyen gayet müstacel bir telgraf aldım. Yeni dostlarıma veda bile edemeden Sofya'dan ayrıldım. Biliyordum ki bu benim tarafımdan bir nezaketsizlikti.
Mısır'a gitmeden ve Kudüs'te ıstırahate karar vermeden evvel sizde bir akşam yemeği yiyen ve size hararetle veda eden Nuri hiçbir zaman benim gibi hareket etmek istemez. Neyse, 24 saatte Tekirdağ'ında hazırdım ve bir fırka teşkili ile meşgul oldum. Sonra teşkil ettiğim fırka ile Maydos'a gitmek ve orada bulunan bütün kuvvetlerin kumandasını deruhte etmek emrini aldım.
Bu kuvvetler Çanakkale Boğazını müdafaa eden, takriben iki topçu fırkasıydı. İki aydır buradayım ve Çanakkale Boğazı'nı müttefiklerin ihraç teşebbüsünde bulunan donanmalarına ve kuvvetlerine karşı müdafaa ediyorum. Bu ana kadar aziz Corrine, hep muvaffak oldum ve aynı yerde kalırsam, kuvvetle ümit ediyorum ki daima da muvaffak olacağım. Burada benim ismimin duyulmasına hayret etmemeli, çünkü ben mühim bir muharebenin kahramanı olarak Mehmet Çavuşa şeref kazandırmayı tercih ettim.
Tabii şüphe etmezsiniz ki muharebeyi idare eden sizin dostunuzdu ve savaş gecesi muharebelerin saflarında Mehmet Çavuşu bulanda o idi. Corrine, Sofya'dan ayrıldığımı ve burada bulunduğumu size niçin haber veremediğimi bana sormayınız.
Anlayamazsınız ki çok ciddi bir şekilde meşgulüm ve şüphe etmemelisiniz ki hafızalarımızda silinmez çizgilerini çizdiğimiz güzel anları asla unutamam.
Zaman geçer, fakat dostlar arasındaki bağları daima kuvvetlendirir. Mektubumu elinize vermesi için size fırkamdan bir zabit gönderiyorum. Çünkü posta ile ancak manasız birkaç kelime göndermek mümkün. Siyasi ve askeri, umumi vaziyeti nasıl gördüğünüzü bana açıkça söyleyiniz Corrine. Ben bu mevzuda size izahat veremem. Cevat Bey hiç değilse Pazar günleri sizi ziyaret ediyor mu?
Etmiyorsa ona, sizi görmesi için yazınız ve söyleyiniz ki her türlü yanlış anlaşmalara rağmen, ben onun samimi dostuyum ve bana mektup yazmasını arzu ediyorum. Siz bana kısa, basit kartlar yollayabilirsiniz.
Size, istenilen zamanda cevap veremezsem ümit ederim ki beni mazur görürsünüz. Matmazel Edith'e samimi dostluklarımı arz ederim. Valideniz hanıma ve pederinize lütfen hürmetlerimi bildiriniz. Geçmiş zaman ve geçmiş zamanın hatıraları ebedi bir hayata maliktir. Beni unutmayınız Corrine, hatta bu harpte ölsem bile."
19.Fırka Kumandanı M.Kemal
Maydos Karargahı (Çanakkale) 17 Mart 1915
KAYNAKLAR: ÇANAKKALE MÜZESİ, BAŞBAKANLIK OSMANLI ARŞİVİ, GENELKURMAY, AUCKLAND WAR MEMORIAL MUSEUM

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

250

Wednesday, 16.03.2016, 17:30



Bir askerin kızına yazdığı mektup
Kızım Nuriye Küçük Hanıma Özeldir" Benim Sevgili Kızım, ilk önce iki gözlerinden öperim. Seni çok göreceğim gelmiştir. Lâkin askerlik engel oluyor da görüşemiyoruz. Bunun çaresi nedir kızım? Bunun çaresi Cenab-ı Hakk'a tevekkül olupta sabır etmektir. Ben sizi, siz de beni Cenab-ı Hakk'a emanet edelim. Elimizden geldiği kadar da mektupları sık sık gönderelim. Birbirimize duada kusur etmeyelim. Şimdilik sana elbiselik almak üzere dedenize 310 kuruş gönderdim. Ama elinizden geldiği kadar paraları muhafaza edip harcamayınız, ileride bu paralar çok itibarlı olacaktır. Hatta yüzü yüz kuruşa kadar itibar bulacaktır. Bilginiz olsun. Kızım niçin mektup göndermiyorsunuz? Zannedersem darıldınız. Canım kızım, mektup gönder de, neden darıldığını mektupta yaz ki, ben de anlayayım. Darıldığınız doğru mu? Bizim tarlalardan ne kadar arpa elde edildiğini yazmadınız. Uşaklar Kars'a ne götürdüler ve ne kadar kazandılar ve yahut kayıp mı ettiler? Yazmadınız. Ben bunlar için size darılacak yerde siz mi bana darılıyorsunuz? Komşulardan kim kalmıştır. Mehmet Efendi tohum verdi mi? Ne kadar verdi ise bu tarafa yazınız. Kış için ne kadar un ve ne kadar bulgur ve yarma yaptınız. İnşallah bu sene idareniz iyicedir. Bizim binek atının tayı var mıdır? Teyzenize çok selâm söyle, sana güzel baksın. Valideniz namaz kılıyor mu? Şayet kılmaz ise bu tarafa yazarsınız. O vakit icabına bakarız. Allaha emanet olasınız. İki gözüm kızım."

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

251

Wednesday, 16.03.2016, 17:33

Çanakkale Mektupları
"BU SAVAŞ BİZİM SAVAŞIMIZ DEĞİL"
BİR ANZAK ASKERİNİN ÇANAKKALE SAVAŞI SIRASINDA AİLESİNE YAZDIĞI MEKTUP 10 AĞUSTOS 1915 GELİBOLU
"Sevgili ve bir zamanlar mutlu ailem.
Gelibolu cehenneminden hepinize merhaba! Bu mektubu size yazmak niyetinde değildim. Aslında ben artık kimseyle konuşmak kimsenin, kimsenin yüzünü görmek istediğimden de emin değilim. Hem siz benim buraya cehennem dediğime bakamayın burası hakikaten güzel bir yer.
Üzerleri toz toprakla örtülmeden önce zeytin ağaçlarının bolluğu, savaşa aldırmadan her yanda pıtır pıtır açan kırmızı gelinciklerin neşesi, akşamları yarımadayı kızıla boyayarak batan güneşin insanın içini acıtan güzelliği ve bir de Gelibolu bülbülleri.
Gelibolu’da hâlâ un ufak olmadan kalan küçük bir ruh parçam mevcutsa bunu bülbüller sağlamıştır. Eğer o sırada bir Türk öldürmüyor ya da Türkler tarafından öldürülmüyorsak, Gelibolu’nun muhteşem gurubunu seyrediyoruz. Ege Denizi’nin içine gömülen güneşin biraz önce Pasifik Okyanusu’ dan yükselerek Yeni Zelanda’ da ki ertesi günü aydınlattığını bilmek insanın canını acıtıyor. Fakat bu acı hissi çok kısa sürüyor, sonra yeniden katılaşıyorum. Artık saatlerce hiçbir şey hissetmiyor ve duymuyorum. Bu arada sadece bakıyor, saklanıyor, ateş ediyor, süngü takıyor, düşman öldürüyor, bit ayıklıyor, yemek diye verdikleri kuru bisküvi, kraker, kuru et parçalarını kemiriyor, zaman olursa yatıyor, çok ender olarak da uyuyorum.
Ben artık sadece bir Anzak askeriyim. Ne sevdiğim şarkılar, yemekler, kokular ne de sevdiğim insanlar... Ben artık bir sayıyım. Yaşayan bir sayı. Ölürsem o zaman da bir sayı olacağım. “Vatan uğruna kahramanca” ölmüş bir sayı.
Kahramanca ve vatan uğruna! Kahramanlık mı? Hadi yaa. Kahramanlık zorla olmaz. Vatana gelince... Burası Türklerin vatanı ve bu savaş bizim savaşımız değil. Bizler İngilizlerin de söyledikleri gibi sadece “hevesli oğlan çocukları”yız. Asıl kahraman olan Türkler. “Johnny Türk” dediğimiz Türkler vatanlarını savunmak için bize karşı çok ağır şartlar altında direniyorlar ve kahramanca ölen asıl onlar. Geçen hafta ölüleri gömmek için karşılıklı ateş kes ilan edildiğinde ilk defa Türkleri yakından ve canlıyken gördük. Türkler bize anlatılan canavarlara benzemiyordu.Onlar da gözlerinde endişe ve keder olan genç insanlardı.Onlarında arkalarında bekleyen üzüntülü aileleri, yaşlı anne-babaları, karıları belki de sevgileri vardı. Onlar da yaralanınca acı çekiyor, onlar da gencecik hayallerini bırakıp ölüyorlar. Türkler de insandı.
Bana sigara ikram eden iki Türk’e ben de konserve et verdim, ama kabul etmediler. Bu sığır etidir dediysem de inanmadılar. Aslında anlamadılar. O zaman ellerimle kafama boynuz yapıp öküz gibi böğürdüm. Güldüler. Ben de güldüm. Orada savaş meydanında etrafımız askerlerin cesetleriyle doluydu, biz düşmandık ve birbirimize gülüyorduk. Bana sigara ikram eden Türklerden bir “sen no İngiliz” diye şaşırarak sordu. “Ben İngiliz değilim” dedim. Sonra elini uzattı “ben TÜRK” dedi. Bana uzatılan eli tuttum. Orada, Gelibolu’nun en kanlı savaşlarının yapıldığı o tepede, el sıkıştık. Ben artık bu adamla nasıl düşman olabilirdim? Ben bu adamla neden düşman olmuştum ki? Düşmanım o anda artık arkadaş Türk olmuştu. Ben bu savaşta ölmeyi reddediyorum. Bu benim savaşım değil. Fakat yaşamak için de hiç isteğim kalmadı. Tanrım günahlarımı affet. Hepinizi çok seviyorum. Ebediyen sizin oğlunuz. "
Alistair John TAYLOR GELİBOLU 1915


Uzun Beyaz Bulut Gelibolu - Buket Uzuner okumanızı tavsiye ederim(Alistair John TAYLOR nasıl Alican Taylar oldu?)

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

252

Friday, 18.03.2016, 17:19


İskandinavyadaki runik yazıtlardan bir tanesi

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

253

Sunday, 20.03.2016, 17:28


“Buz Prenses (Ukok Prensesi)” Mumyası

Ukok Prensesi tahrip olmamış Pazırık kurganlarına bulunan en ünlü mumyadır. Buz Prenses veya diğer adıyla Ukok Prensesi, Rus arkeolog Natalia Polosmak tarafından 1993 yılında keşfedilmiştir. Ukok Prensesi genç bir kadın olması itibariyle Pazırık kültürünün nadir bir örneği olarak ön plana çıkmaktadır. O, M.Ö. 5. yüzyılda gömülen ve kurgan olarak bilinen tam bir törensel ahşap mezar odasında bulundu. Onun kurganında ayrıca altı at bulundu. Buz Prenses yaklaşık 2500 yıldır gömülüydü.

Ukok Prensesinin portresi kafasının fasiyal rekonstrüksiyonundan (facial reconsruction) esinlenerek çizildi.

Tabutu bir çam türü olan karaçam ağacının içi boş gövdesinden yapılmıştı. Tabutun dış yüzeyi deriye oyulmuş geyik ve kar leoparı tasviri gibi imgelerle süslenmişti. İskitler altın, ahşap, deri, kemik, bronz, demir, gümüş ve elektrum (altın-gümüş alaşımı) gibi çok çeşitli malzemelerde çalıştılar.

Ukok-Princess sembologDefinden sonra mezar odasının tüm içeriğinin donmuş yağmur suyu ile dolduğuna ve mezarın tüm içeriğinin 2500 yıldan uzun bir süredir tamamen donmuş toprakta korunmuş olarak kaldığına inanılmaktadır. Tabut, dikili on beş yaldızlı ahşap kuşuyla tasarlanmış cadı şapkasına benzeyen yüksek bir keçe şapkanın sığabilmesi için yeterli büyüklükte yapılmıştı. Buz Prensesin iyi korunmuş vücudu turba ve ağaç kabuğu kullanılarak başarılı bir şekilde mumyalanmıştı, tabutun içinde o uykudaymış gibi yatırılmıştı.

Muhtemelen 25 yaşında genç bir kızdı. Fiziksel olarak saçları hala sarıydı. 168 cm boyunda olduğu tahmin edilmektedir. Başparmağında ve kollarında hayvan şeklinde dövmeler sergiler. Başparmağı üzerindeki hayvan şekli çiçeklerle biten boynuzlarıyla bir tür geyiği gösterir.

Onun genetiğine ilişkin kalıtsal yapısı veya kalıtımsal dış görünüşü tartışmaya yol açtı.

Ukok Prensesi havaya maruz kaldıktan ve eridikten sonra küflenerek bozulmaya başladı. Onun kurgandan ilk çıktığı halini gösteren çok fazla fotoğrafı yok.

Bölge insanları arkeologların Buz Prensesi rahatsız edip kaldırarak birçok doğal felakete yol açtıklarına inanıyorlar.

Ukok Platosundaki mezar alanlarını kazmaktan özellikle Rus arkeologları hariç tutan bir yasak Buz Prensesi ve sanat eserlerini geri getirmedi.

Sheridon Rayment
Çeviri; Nebil Karaduman

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

254

Sunday, 20.03.2016, 17:29


“Mavi Bebek” Mumyası

“Mavi Bebek ” Çin’in Taklamakan çölündeki Tarim Havzası bölgesinde yapılan kazı çalışmalarında çıkarılan 200 mumyadan sadece bir tanesi.

“Mavi Bebek” M.Ö. 8. yüzyılda yaşamıştır. 8 aylık bir erkek bebeği mumyası. Kırmızı-mor bir battaniye sarılmış ve kırmızı-mavi iple güvenli bir şekilde bağlanmış. Bebeğin gözlerinin üzeri dikdörtgen mavi taşlarla kapatılmış. Başındaysa mavi-kırmızı kaşmirden bir başlık geçirilmiş. Başlığının altından çok az olan kahverengi saçlarının ucu gözükmekte.

Bebekle birlikte inek boynuzundan bir kupa ve koyun memesinden bir biberon da bulunmuştur.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

255

Sunday, 20.03.2016, 17:34



ALPARSLAN’IN ŞEHİD EDİLİŞİ

alparslan3[1]1072 yılında Mâverâünnehr’e sefere çıkan Alparslan’ın huzuruna feth ettiği kalenin komutanını getirdiler .Kale komutanı savaştan bitap duşmuş yaralı ve yorgundu. Alparslan onu ok ile oldurmek için, dört kazık çakılarak komutanın el ve ayaklarının bunlara bağlanmasını emretti, bunun üzerine komutan: “Ey karı kılıklı korkak! Benim gibi bir adam böyle öldürülür mü?” diye cevap verdi. Alparsalan’ın saçları uzun olduğundan, kendisinden nefret edenler ona karı kıkılıklı derler ve Alparslan bu söze çok sinirlenirdi. Bu sözlere çok sinirlenen Alparslan eline ok ve yay alarak muhafızlara komutanın serbest bırakılmasını emrini verdi. Ancak o güne kadar hedefini hiç şaşırmayan Alparslan’ın attığı ok hedefin çok yakında olmasından olacak ki komutana isabet etmedi. Bunun üzerine kale komutanı hemen Alparslan’ın üzerine saldırdı. Tahtında oturan Alparslan komutanın kendisine doğru geldiğini görünce ayağa kalkıp tahtından inmek istedi, ancak bu sırada ayağı sürçerek yere düştü. Bunun üzerine üzerine çullanan komutan, eline aldığı oku Alparslan’a saplayarak onu yaraladı.Muhafızlar tarafından komutan oracıkta öldürülmüştü fakat Aplarslan’da da ölümcül bir yara bırakmıştı. Alparslan bu olaydan sonra şöyle dedi:

“Her nereye yönelsem ve hangi düşman üzerine yürümek istesem daimâ Allah’tan yardım dilerim. Dün bir tepeye çıktım, ordunun azametinden ve askerlerimin çokluğundan dolayı altımda yer titriyordu. Kendi kendime: ‘Ben bütün dünyaya hükmeden biriyim, bana hiç kimsenin gücü yetmez.’ dedim. Bu yüzden Allah-u Teâlâ beni yarattıklarının en zayıfı karşısında âciz bıraktı. Allah’tan mağfiret diler ve bu düşüncemden dolayı beni affetmesini niyaz ederim.”

Ve bu olaydan dört gün sonra Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine eren Sultan Alparslan, Merv’de bulunan babasının yanına gömüldü.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

256

Sunday, 20.03.2016, 17:46


Gelinlik Tarihçesi

Gelinlik kelimesinin İngilizce karşılığı olan “bridal” kelimesi, Orta Çağ’da yapılan evlilik partileri ile ortaya çıkmıştır. İngilizce “al” kelimesi, “party” kelimesinin eş anlamlısıdır. Bu kelimenin Türkçe karşılığı “parti” dir. “Bride” kelimesi de İngilizce bir kelimedir ve Türkçe karşılığı “gelin” dir. Günümüzde popüler moda terimleri arasında yer alan bridal, “bride-al” dan gelmektedir.

Dünya genelinde beyaz gelinliğin hikayesine kısaca değinelim. Eski Mısır’da gelinler üzerlerine kat kat pileli beyaz renkte keten kumaş giyerlerdi. Yunanistan’da ise beyaz renk kutlamayı temsil ettiği için, gelinler mutluluklarını belirtmek amacıyla düğünlerinde beyaz kumaştan yapılmış kıyafetler giyerlerdi. Roma’da evlilik ve doğum tanrısına ithafen gelinler beyaz kaftana bürünürlerdi. Eski Roma’da evlenecek olan genç kızların giydikleri gelinliklerin rengi sarıydı. O dönemlerde; evli kadınların yüzünü örten peçe, evli ve bekar kadınların ayırt edilmesi amacıyla kullanılırdı. Evliliğe ilk adımını atacak olan gelinlerde, giydikleri sarı renkli gelinlikle birlikte ilk kez sarı renkte bir gelinlik peçesi takarlardı. Ortaçağda ise gelinliğin rengine çok fazla önem verilmemiştir. Gelinlik kumaşının kaliteli ve gösterişli olması, gelinliğin renginden çok daha fazla önem taşımaktaydı.

gelinlik tarihi2Gelinlikte renk olarak beyazın kullanılması ise 16. yüzyılda yaygınlaşmıştır. Bir düğünde beyaz kıyafet giydiği kayıtlara geçmiş ilk gelin, 1499 yılında XII. Lois ile evlenen İngiltereli Anne’dir. Günümüzdeki gelinlik modelleri ise temelini, 1854 yılında Kraliçe Victoria’nın Prens Albert ile evlenirken giydiği, tamamen beyaz saten kumaştan oluşmuş, 5.5 metre kuyruğu olan gösterişli gelinliğinden almaktadır. Modern batı geleneği ile ortaya çıkan beyaz gelinlik modası ilk olarak kendini Queen Victoria-Albert of Saxe-Coburg’un düğününde göstermiştir. Kraliçe Victoria beyaz bir gece elbisesi ile bu geleneğin bilinen öncüsü olmuştur. Bu dönemde, kraliyet ailesi gelinlerinin gümüş renginde gelinlik giymeleri bir gelenekti. Kraliçe Viktoria bu gelenekten farklı olarak, düğününde kendi beğenisine uygun beyaz bir gece kıyafeti giymiştir. Bu düğünden sonra İngiliz ve Fransız sanatçılar ve yazarlar, gelinlikte beyaz rengin masumiyetin ve saflığın simgesi olduğu konusunu işlemeye başladılar. Böylece; beyaz gelinlik, gelin adayları tarafından daha fazla benimsenmiş ve daha fazla tercih edilir hale gelmiştir.

Doğu kültürünün iki büyük temsilcisi, Çin ve Hindistan’da, geçmiş dönemlerde evlilik kıyafeti olarak kırmızı renkli uzun giysiler kullanılmıştır. Son dönemlerde ise Hindistan’da “sari” denen kırmızı renkte bir düğün kıyafeti ve Çin’deki şans getiren kırmızı renkli evlilik kıyafeti yerini bilinen beyaz gelinliğe bırakmaktadır.


4X5 originalBeyaz gelinliklerin ilk mekanları saraylardır. Hayatın gelenekler ve efsanelerle birlikte daha yoğun yaşanmak olduğu saraylardan doğan beyaz gelinlikler, zamanla birçok kadın tarafından farklı bir tarz, farklı bir duruş olarak algılamıştır. Böylece; beyaz gelinlikler, 1800’lü yılların ortalarından itibaren, İngiltere Saraylarından Osmanlı Saraylarına kadar tüm dünyada yaşam buldu. O zamanlarda, erdem sahibi olmak gibi bir anlam içermeyen, sadece zenginlik ve bolluğu ifade eden, beyaz gelinlikler, zamanla tüm dünyada kabul ve beğeni görmeye başlamıştır.

16. ve 17. yüzyıllarda gelinler, evlilik törenlerinde daha çok en iyi kıyafetlerini kullanmışlardır. Gelinle, düğünlerinde giydikleri kıyafetler için, göz alıcı ve çeşitli renklerde ve dokularda kumaş kullanmışlardır. Yeşil haricinde hemen her renk olan bu kıyafetleri günlük yaşamlarında da kullanmaya devam ediyorlardır. Sadece soyluların düğünleri için özel kıyafet yaptırma lüksü vardı. 19. yüzyıla kadar soylu ailelerden gelen gelinler gümüş ve kırmızı renklerin hakim olduğu lüks kumaşlardan yapılmış gelinlikler giyerlerdi.

Gelinlik tarihi boyunca, çeşitli kültürlerde gelinlikler her zaman dikkat çekici, farklı olarak tasarlanmıştır. Günümüzün beyaz gelinlikleri, birçokları için iyi ahlak ve doğruluk ifadesinin işareti olmasının yanısıra hala derin ve kabul görmüş bir gelenek halinde yaşamaktadır. Dünyanın dört köşesinde milyarlarca genç kız, henüz evlenebileceği bir eş ile karşılaşmadan, kendisini hayalindeki muhteşem bir beyaz gelinlik içinde düşlemektedir.

4x5 originalGelinlikle birlikte evliliğin simgesi olan yüzük takma geleneği ise eski Mısırlıların inançlarına dayanıyor. Milattan 2800 yıl önce Mısır’da yaşayanlar daire ve halka şeklindeki cisimlerin, başlangıç ve bitiş noktalarının olmaması nedeni ile sonsuzluğu temsil ettiklerine inanırlardı. Düğünde takılan yüzük evliliğin sonsuza dek süreceğini simgeliyordu. Daha sonra bu inanç gelenek halini aldı ve Romalılar vasıtası ile tüm dünyaya yayıldı. Yapılan arkeolojik kazılarda o dönemlere ait düğünlerde takılan çok ilginç evlilik yüzüklerine rastlanılmıştır.

Evlilik yüzüğünün sol ele ve sondan bir önceki parmağa takılmasının sebebi ise modern tıbbın gelişmesinden önceki devirlere ait bir insan anatomisi bilgisidir. O zamanlarda, dolaşım sistemimizdeki ana damarın sol elimizde bu parmaktan başlayıp kalbimize gittiği sanılıyordu. Böylece buraya takılan yüzükler evli çiftin kalben bağlılığını simgeliyordu. Her ne kadar artık modern tıp sayesinde damarların nereden gelip nereye gittiği biliniyorsa da, yüzüğün takılacağı parmak herkes tarafından bir gelenek benimsenmiştir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

257

Sunday, 20.03.2016, 17:48

Düzmece Mustafa Hadisesi – Olayı


Kanuni Sultan Süleyman, son seferinde İranlılarla sulhu temin etmiş Olarak 21 Haziran 1555 Amasya’dan hareketle İstanbul istikametinde huzur içinde ilerlerken, Rumeli’de “Düzmece Hadisesi” diye ayaklanma hareketi ‘vuku bulduğuna Dair Bir haber Aldı. Bu haber, Nahcivan seferine çıkarken Edirne muhafazasına bırakmış olduğu Şehzade Bayezid ‘den gelmekteydi.

Peçevî Solakzade’nin Uzunca, Celalzade’nin onlardan biraz daha Kısa şekilde anlattıklarına göre, Düzmece Mustafa Hadisesi şöyledir: Kanuni Süleyman’in Ereğli civarında Aktepe’de idam ettirdiği Büyük oğlu Şehzade Mustafa’ya benzeyen Bir Adam, kendisinin hakiki şehzade olduğunu etrafa yayarak Başına adam toplamıştır. Selanik Niğbolu da Kısa zamanda 10.000 Kişilik kuvvet birikmiştir, Silistre taraflarındaki Samavnalı Dervişlerinin de katılmasıyla, Yenişehir havalisinde Faaliyete Geçen adamın etrafına yalnızca oralardan değil , akıncı, levent Gibi asker sınıfından kimseler Dahi mevcuttur. Düzmece Mustafa Böyle Bir Kalabalık taraftara kavuşunca derhal saltanatını ilan ederek Uyuldoğdu (Uveyl Tuğca VEYA Yeltoğca) Adinda Birini kendisine vezir, AYRICA Iki kişiyi de kadı asker tayin ederek vergi toplamaya zenginlerin ev çiftliklerini basarak, bunlardan gasp Ettiği Malları fakirlere dağıtmaya Başlamıştır .

Eski Osmanlı üzerinde fazlaca durmayı ve İhtiyaç hissetmedikleri Düzmece Mustafa Meselesi, onların şimdiye Kadar anlatılanlardan daha mühim olmalıdır ki tarihçilerin “Nesli belli Olmayan Bir serseri” Şeklinde tanıttıkları. Zira, hadiseyi çıkaran ADAMIN şahsiyeti, hadisenin cereyan Ettiği Yer, saltanat müddeisinin etrafına Büyük Bir kalabalığın süratle toplanışı, Nihayet harekete Katılan adamların zihniyet mahiyetleri… Meseleyi tetkiki gereken şeylerdir. Bu vesileyle öğrendiğimiz bir şey de Çelebi Mehmed devrinde idam olunan Samavnalı Şeyhlerinin Hala Silistre Niğbolu tarafında MEVCUT oluşudur . (Sembolog.com)

Şehzade Bayezid hadiseyi babasına haber verdiği sırada, bir, taraftan da Düzmece Mustafa Üzerine Üzengi ağalarından birinin idaresinde mühimce Bir kuvvet Şevk etmiş, Niğbolu sancakbeyi Dulkadiroğlu sülalesinden Mehmed Hana da asilere karsı harekete geçmesini emretmişti. Kanuni Süleyman’da yolda isyan haberini alır almaz Nahcivan seferinde Rumeli beylerbeyliğinden Üçüncü vezirliğe terfi etmiş olan Sokullu Mehmed Paşayı isyan sahasına yetişmesi için bir miktar kuvvetle önden Acele ilerlemesini bildirmişti. Fakat Sokullu Mehmed Paşa daha Doğu Trakya arazisinde iken asilerin dağıldığı ele başlarının yakalandığı haberini almıştır.
Hükumet kuvvetlerinin Kalabalık şekilde Üzerine geldiğini öğrenen asilerin ARASINDA derhal anlaşmazlık çıktığından Bir Kısmı kendisinden Ayrılmış, Düzmece Mustafa’nın Veziri Uyuldoğdu Dulkadirli Mehmed Han Tarafından Gerçekleştirilme Bir Takım vaatlerle Elde Edilmiş , onun arkasından da Uyuldoğdu vasıtasıyla Düzmece Mustafa yakalanmıştır. Kanuni’nin Üsküdar’a vardığı Gün Düzmece Mustafa idam edilmiştir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

258

Sunday, 20.03.2016, 17:50


Nahcivan Seferi sırasında Şehzade Bayezid’i Kanuni’nin huzurunda gösteren bir minyatür.
Bayezid’e karşı girişilen hazırlıkların çapı genişleyip, iş, çarpışma safhasına doğru yaklaşınca, Kanuni artık esas maksadın açıklanmasında mahzur görmemişti. Esas maksat ise, Bayezid ile muharebe, daha doğrusu, onun üzerine sefer idi. Fakat Bayezid’in islam, üstelik de padişahın oğlu oluşu, meselenin dini bakımdan da ele alınmasını gerektiriyordu. Hayatta kalan oğullarının küçüğünü, muharebe ederek ortadan kaldırmaya karar vermiş olan Kanuni Süleyman, işin bu cephesini de halletti. Bayezid’i asi ilan edip katline fetva aldı.

Kanuni Süleyman, Bayezid’in katline dair fetva alırken, yalnızca şeyhülislam fetvasıyla da iktifa etmemiş, Anadolu ve Rumeli kazaskerleri ile bazı müderrislere de, Bayezid’in katlinin vacip olup olmadığını sormuş ve aynı mealde cevaplar almıştır. Kanuni’nin bu husustaki suali ile şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin cevabı şöyledir:

– Bir sultan-ı adilin ebnasından biri, itaatından huruç idüb, bazı kal’aya müstevli olup ve bazı liadın ehline mal salup Cebr ile alup ve asker cem edüp gayri tarikle ref mümkün olmayup kıtale mübaşeret eyleseler, sınup cemiyetleri dağılıncaya değin katilleri şer’an helal olur mu?

Ebussuud Efendi de:

– Elcevab: Helaldir. Nass-ı Kuran-ı azim ile sabit olmuştur, hükm-i şer’idir ve icma-i sehabe-i kiram dahi bunun üzerinedir. Kıtale kaadir olanlar kıtal ile, aciz olanlar kelam-ı hak ile ve hayı dua ile def’i fitne ve fesada sa’y etmek vaciptir.

Kaynak: Türk Tarih Kurumu

Derleyen: Aslıhan İ.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

259

Sunday, 20.03.2016, 17:55




(Mustafa Dede’nin mushafı. Sağ alttaki leke, bu mushafı okurken katledilen Sultan Abdülaziz’in kanı..)

SULTAN ABDÜLAZİZ’İN OTOPSİ RAPORU !..

İmzalanan rapora göre ; sol bilekte beş santim uzunluğunda, üç santim genişliğinde ; sağ bilekte ise iki buçuk santim uzunluğunda bir yara vardır. Tıp bilimine göre, bir bileğini kesen bir insanın kesik bileği ile diğer bileğinde böyle bir yara açması imkansızdır !.. Ayrıca intihar olaylarında sadece üstteki “radial” damarlar kesilmektedir. En alttaki “cubital” damarların kesildiği hiç görülmemiştir.

Ertesi gün yayınlanan hükumet tebliği şu şekildedir :

“Sultan Abdülaziz sakalını düzeltmek üzere istediği küçük makasla her iki bileğinin damarlarını açarak intihar etmiştir..”
Bu tebliğ ve ekindeki doktor raporu, hiç kimseyi inandıramadığı gibi ; zaten pehlivanlar da yaptıklarını sonradan itiraf etmişlerdir.
30 Mayıs 1876 akşamı, penceresinden yaşlı gözlerle izleyen Abdülhamid’in bakışları altında, Sultan Abdülaziz ve ailesi sağanak yağmur altında kayığa bindirilirken Hüseyin Avni Paşa’nın yaveri, arkadaki kayıklardan birine bindirilmekte olan Padişahın eşi Neşerek Kadın’ın üzerinde mücevher olabileceği düşüncesiyle, sarındığı şalı aldı. Alelacele uyandırılıp çıkmak zorunda kalan Neşerek Kadın’ın üzerinde omuzları açık bir elbise vardı. Bu halde kayığa binip, soğuk ve yağmurlu bir havada, uzunca bir süre yolculuk yapmak zorunda kalan kadıncağız ciddi şekilde üşüttü ve iki gün sonra vefat etti.

Abdülaziz Topkapı Sarayı’nda, altmış sekiz yıl önce III.Selim’in yeniçerilerce öldürüldüğü odaya yerleştirildi. Bu, tesadüfen yapılmış bir hareket değil ; Hüseyin Avni Paşa tarafından kasıtlı olarak alınmış bir karardı. Zaten bu paşayı herhangi bir nedenle öven bir tarihçi de yoktur..
Avni Paşa, Sultan’ı öldürmeyi çoktan planlamıştı. Uzun zamandır Saray’da casusluğunu yapan İkinci Mabeyinci Fahri Bey’i bu işte kullandı. Cezayirli Mustafa Pehlivan, Yozgatlı Pehlivan Mustafa Çavuş ve Boyabatlı Hacı Mehmet Pehlivan’ı Feriye Sarayı’na bahçıvan yaptılar. Bu üç pehlivan, Şehzade Murad Efendi’nin Kurbağalıdere’deki köşkünde, ayda üç altına bahçıvanlık yaparlarken şimdi geldikleri Feriye Sarayı’nda ( aşağıda ) aylıkları yüz altın olmuş, otuzar altın da ikramiye almışlardı..

Abdülaziz de Topkapı Sarayı’ndan alınarak Feriye Sarayı’na getirildi. İkinci Mabeyinci Fahri Bey ile bu üç pehlivan, eski padişahın odasına girip, uzun bir dövüşmeden sonra bileklerini kestiler, sonra da pencereden atlayıp kaçtılar. Binbaşı Necip ve Binbaşı Ali Bey’ler de cinayet sırasında odada olup onlara yardım etmişlerdi. Yani toplam altı kişiydiler..
Sultan Abdülaziz’in cesedi doktor raporu için yakındaki karakola götürülür. Hüseyin Avni Paşa, cesedin üzerine karakolun perdesini kopartarak örtmüş ve sadece kollarını açıkta bırakmıştı. Cesedin kollarını ilk gören Tıbbiye-i Askeriye-i Şahane (Gülhane) Kumandanı Dr. Marko (Apostolidis) Paşa’dan, bileklerdeki yara izlerine bakarak ve cesede elini bile sürmeden, intihar raporu yazıp imzalaması istenir. Marko Paşa, Avni Paşa’nın dostu ve adamıydı ama, böyle bir raporun altına imza atmayacağını söylediğinde Avni Paşa çılgına döndü.. Sonra, askeri Doktor Miralay Ömer Bey çağrılır ; o da imzalamayınca hemen orada apoletleri sökülerek Libya’ya sürgüne gönderilir..
Sonunda, on dokuz doktor bulunur. Birkaçı sadece kollarına bakar, diğerleri sadece izleyerek raporu imzalarlar. Başlarında Sadrazam, Serasker, Bahriye Nazırı, diğer iki nazır ve çok sayıda subay beklemekte iken zaten fazla şansları yoktur !..

İmzalanan rapora göre ; sol bilekte beş santim uzunluğunda, üç santim genişliğinde ; sağ bilekte ise iki buçuk santim uzunluğunda bir yara vardır. Tıp bilimine göre, bir bileğini kesen bir insanın kesik bileği ile diğer bileğinde böyle bir yara açması imkansızdır !..
Ayrıca intihar olaylarında sadece üstteki “radial” damarlar kesilmektedir. En alttaki “cubital” damarların kesildiği hiç görülmemiştir.
Ertesi gün yayınlanan hükumet tebliği şu şekildedir :
“Sultan Abdülaziz sakalını düzeltmek üzere istediği küçük makasla her iki bileğinin damarlarını açarak intihar etmiştir..”
Bu tebliğ ve ekindeki doktor raporu, hiç kimseyi inandıramadığı gibi ; zaten pehlivanlar da yaptıklarını sonradan itiraf etmişlerdir.

Pehlivan Mustafa olayı şöyle anlatıyor :
“Fahri Bey arkasından dolanıp kollarını tuttu. Hacı Mehmet ile Cezayirli Mustafa dizlerine oturdu. Ben de sol kolundaki damarları çakı ile iyice kestim. Sağ kolunun dahi birkaç yerine çakı ile bastırdım..” (Ahmet Mithat Efendi, “Mirat-ı Hayret”, S.262)
Sultan Abdülaziz’in naaşını yıkayan sekiz imamdan, Sultanahmet Şeyhi Ömer Efendi, Yıldız Muhakemesinde ; Sultan’ın iki dişinin kırılmış olduğunu,sakalının sol tarafının yolunmuş olduğunu, sol memesi altında büyük bir çürük olduğunu söylemiştir..
İsmail Hami Danişmend, beş ciltlik “İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi” adlı eserinde, Sultan’ın ölüm nedeninin intihar değil de cinayet olduğuna dair tam otuz bir tane delil sayar..
Cesedi gören doktorlardan, İngiltere Sefareti doktoru da bu kesikleri insanın kendi kendine yapamayacağını söylemiştir..

Halkın hiçbir katkısı olmayan bu hareket tamamen saray içinde yapılan bir darbeydi. Bu darbeyi yapan Midhat Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Mütercim Rüştü Paşa ve Süleyman Paşa’nın ortak özelliği ise mason olmalarıydı !..
Masonluk Osmanlı’da bir padişahı tahtından indirip öldürecek kadar güçlenmişti !..
Abdülhamid olayı şöyle özetler :
“Sultan Murad’ın hastalığı daha ilk gün, biat töreni sırasında hissedilmiş ve görülmüştü. Sultan Aziz, belki gafil avlanmıştı ama kendisinden yana olanlar pek çoktu. Kısa bir süre içinde, Abdülaziz’in lehinde,toplumda büyük tepki doğacağını kurnaz serasker ‘hal’ sırasında gördü. Tehlikeyi ne suretle olursa olsun kaldırmak, onun için bir zorunluluktu. İşte Sultan Aziz’in şehadet sebebi budur !..”

İhtilal gecesi şuurunu yitiren yeni padişahın hastalığı, Abdülaziz’in eşi Neşerek Kadın’ın vefatını duyduğunda büsbütün şiddetlenir. Daha sonra Abdülaziz’in ölüm haberi ile tamamen şoka girer. Duyduğunda düşüp bayılır, sonra da bir buçuk gün boyunca hep kusar..
Abdülaziz’in kayın biraderi, Neşerek Kadın’ın da erkek kardeşi olan Kurmay Binbaşı Çerkez Hasan Bey (yukarıda sağda); bakanlar toplantısını basarak ablasının ölümünden sorumlu tuttuğu Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın üzerine kurşun yağdırır. Bu arada Paşa ile birlikte Hariciye Nazırı Reşit Paşa, birkaç subay ve asker de can verirler.. Yaralı ele geçirilen Çerkez Hasan birkaç gün sonra Beyazıt Meydanı’nda idam edilir..
Bu son olay Sultan Murad’ın şuurunun hepten kaybolmasına neden olur. Çünkü Serasker Avni Paşa en büyük destekçisidir ; Çerkez Hasan’ı da uzun zamandır tanımaktadır..

Hükümdarlığının ilk iki haftası boyunca hareketleri o derece garipleşir ki, Eyüp’te yapılacak Kılıç kuşanma töreni devamlı ertelenir. Osmanlı tarihinde Kılıç kuşanmadan padişah olan tek kişi Sultan V.Murad olmuştur..
Hükumet erkanı ise, Sultan’ın vücudunda çıban çıktığını, iyileşince halkın huzuruna çıkacağını ilan etmişti. Asıl hastalığı gizlendi..
Fakat işin iç yüzünü bir süre sonra bir Fransız gazeteci açıkladı. Rusya Sefiri Ignatiyef de İstanbul’u terk ederken, “Benim Rusya’ya dönüşüm artık İstanbul’da sefirlik için bir şey kalmadığındandır. Devlet-i Aliye Hükumeti başıbozuk bir hükumettir. Padişahları delidir, hizmet etmek mümkün değildir” demesi bardağı taşıran son damla olmuştu. (Hüseyin Hıfzı, “Sultan Murad-ı Hamis ve Sebeb-i Hal’i”,s.16)
3 Ağustos 1876 tarihli “The Times” ; tahta çıkışından dokuz hafta sonra Sultan Murad’ı şöyle tarif ediyor : Hipnotize olmuş gibi kanepede hareketsiz ve sessiz oturuyor, uzun gün boyunca bıyıklarını ve sakalsız çenesini sıvazlayıp tahttan çekileceği günü düşünüyor ve kendi omuzlarına çok ağır gelen bu yükü kardeşlerinden hangisinin omuzlayabileceğini hesaplıyor..”
Oysa düşünmesine gerek yoktu !.. Veliaht artık belli idi.. Abdülhamid..

Sultan Murad masonluk kuralları gereği üstatlarının alacağı kararlara itirazsız uymak zorundaydı. Hasta olmadan önce içkiye ve eğlenceye düşkündü. Bu durumdaki bir padişahın “kullanılması” ve yönlendirilmesi kolaydı !.. Ama bu hastalık ortaya çıkıp da tamamı Bektaşi olan ihtilalcilerin karşısına ; dindar, tutumlu ve akil bir profil çıkınca büyük bir hayal kırıklığı yaşadılar. Üstelik hiç istemedikleri Abdülhamid, Nakşibendi idi.. Padişahlığına engel olmak için çok uğraşsalar da, 36 yaşındaki Padişah Murad, bir gün kendini Dolmabahçe Sarayı havuzuna atınca artık başka çareleri kalmadı..
Abdülaziz “cinnet geçirdi” diye düzmece bir fetva veren Şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi, bu kez gerçek bir cinnet fetvası verdi !..

KAYNAKÇA :
Yılmaz Öztuna, “Bir Darbenin Anatomisi” ve “Türkiye Tarihi” ; Ahmet Mithat Efendi, “Mirat-ı Hayret” ; İsmail Hami Danişmend, “İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi” ; Roderic H. Davison,”Reform in the Ottoman Empire” ; Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, “İlan-ı Hürriyet ve Sultan 2. Abdülhamid Han” ; İsmet Bozdağ, “Sultan Abdülhamid’in Hatıra Defteri” ; Henry Eliot, “İntihar mı Kal mı ? Yahut Vaka-i Sultan Aziz” ; İlhami Yangın, “İhtilal Tüccarları”


lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

260

Sunday, 20.03.2016, 18:04

K
Kuzey Kutbunun Keşfi

Yirminci yüzyıla kadar kutuplar, varılamayan bir hedefti ve iki kutbunda keşfi ancak yirminci yüzyılda mümkün oldu. Yıllarca kutupları keşfetmek için birçok teşebbüs gerçekleşti ancak hepsi başarısızlıkla sonuçlandı. Hatta bu denemeler sırasında bazı kaşifler hayatını kaybetti. Birçok gemi buzlar arasında sonsuzluğa terk edildi. 1845 yıllarında İngilizler Atlas Okyanusu ile Pasifik okyanusunun kuzeyinden deniz yolu ile birbirine bağlayan kuzeybatı geçidinden geçmek için, birçok denemeler yaptılar.

Franklin, Avustralya Kanada’nın kutuplarında kalan kısımlarında Büyük Okyanusta keşifler yapmıştır. O yıllarda deniz subaylığı, kaptanlık, valilik yapmış ve bu önemli görevleri yaptığı için, herkes bu zorlu görevi bir tek onun yapabileceğini düşünüyordu. Franklin kendisinden beklenen bu büyük görevi kabul etti ve iki gemi 137 kişi ile kuzeybatı geçitine girdi. Çok uzun süre bu geçitte yol almaya başladı. Ancak sonunda gemisi buzlar içerisinde hareketsiz kaldı. Bunun üzerine gemilerini terkedip bir Eskimo köyüne ulaşmaya çalıştılar.
Sorun üstüne sorun yaşayan Franklin kış bastırdığı için yolda esir kaldılar ve yiyecek içecekleri bitti için feci bir şekilde can verdiler. İki yıl boyunca Franklin ve adamlarından haber alınamayınca onların başlarına felaket geldiği tahmin edilmişti bile. İngiliz hükümeti bu keşfi yapan Franklin ve ekibini kurtarana tam bir milyon, bu ekipten haber getirene de üç yüz bin lira vaad etti. Bu vaad üzerine beş gemili bir kurtarma heyeti yola çıktı ancak onlardan da haber alınamadı. Franklin ve adamlarının ölümü ancak on iki yıl sonra anlaşıldı. Bir keşif heyeti keşif sırasında bir cüzdan buldu ve cüzdandaki yazı tüm faciayı açıklar derecesindeydi. Çok geçmeden keşif heyeti donmuş cesetleri ve iskeletleri buldu. İngiltere Hükümeti, Franklin’i Kuzeybatı Geçidinin kaşifi olarak ilan etti. Ancak gerçekte bu geçidi bir gemi ile geçerek bu keşfi tamamlayan Norveçli Kaşif Amundsen bulmuştur.

1879 yıllarında New York gazetelerinden biri, Kuzey Kutbunu keşfetmek için bir çok kampanya düzenlemişti. Düzenlenen bu kampanyalara bir çok serüvenci ve gezgin katılmak istedi. Bir çok katılım sonunda sadece yirmi dört kişilik bir heyet oluşturuldu. Bu yirmi dört kişi donanımlı bir gemi ile törenle uğurlandı. Bu yollanan gemi 1881 yıllarında buzullar arasında takılı kaldı. Daha sonra da buzullar bu gemiyi sıkıştırdı ve parçaladı. Kaptan ve yanında beraber on bir kişi ile güneye doğru yürüdüler. Ancak açlık ve soğukluk hüküm sürdüğü için hayatlarını kaybettiler. Geri kalan on iki kişi kurtarılabildi. 1897 yıllarında İseçli ünlü kaşif Andre, iki arkadaşı ile kutuplara ulaşmak istiyordu. Bundan önce yapılan keşiflerde kutuplarda genelde gemiler buzlara takılır ve parçalanırdı. Bunu anlayan Andre kutuplara balonla gitmeyi planlıyordu. Bu teşebbüs facia ile sonuçlandı. Kutuplara varmadan fırtına ile karşılaştılar ve zorunlu olarak iniş yaptılar. İniş yaptıktan sonra tekrar havalanmayı denediler ancak bunu başaramayıp donarak can verdiler. Andre ve arkadaşlarını cesetleri otuz üç yıl sonra bulundu.
1856 yılında Amerikalı kaşif Robert Peary; dünyaya gözlerini açmıştı. Denizi ve yolculuk yapmayı çok sevdiği için deniz subayı olmuştu. Grönland’a yapılan bir keşif gemisinde bulunduktan sonra kutba keşif yapmaya karar verdi. İnatçı ve tuttuğunu koparan bir karakteri vardı. İlk denemesi başarısızlıkla sonuçlandı ancak bu denemelerinde yılmadı devam etti. Nerede hata yaptığını incelemeye başladı. Buraya gemi ile ulaşmak imkansızdı. Gemi ile gidince, gemiler buzullar arasında kalıyor ve parçalanıyordu. Aklına bir fikir geldi.Eskimolar gibi kızaklarla gitmek ve soğuğa dayanıklı olan köpekler kullanmak tek çıkar yoldu. Bu inceleme sonunda Eskimoların hayatlarını incelemeye başladı. Dört yıl onlar gibi yaşamaya çalıştı. Hatta çiğ et bile yemeğe başlamıştı. 1900 yıllarında ikinci teşebbüsünde bulundu.

Grönland’ın kuzey ucuna 83’üncü dereceye kadar çıktı. Ancak son 7 derecelik yolu alamayacağını anlayınca geri döndü. 1902 yılında üçüncü yolculuğuna 84 dereceyi aştı. 1906 yıllarında 87 dereceye varabilmişti. Yaptığı bu kadar teşebbüsün başarısızlık ile sonuçlanması onu daha da inatçı bir insan yaptı. Başka bir insan olsa vazgeçerdi ancak Peary vazgeçmedi. Peary bir yıl daha Eskimoların yanında kaldı ve en soğuk şartlara kendini hazırladı. 1909 yıllarında yanına dört Eskimo ve bir tane zenci uşak alarak yola koyuldu. Uşağını da kendi gibi yaşamaya alıştırmıştı. Eskimolar köpeklerle yiyecek ve içecek taşıyordu.Bu zorlu mücadelede tam altı gün boyunca yol aldılar ve Kuzey Kutbuna ulaşıp Amerika bayrağını diktiler. Dönüş yolculuğunu daha yavaş yaptılar ve yirmi gün süren dönüş yolculuğunun sonunda onları bekleyen gemi ile geri döndüler. Peary bu başarısından dolayı amiralliğe yükseldi. 1920 yılında hayatını kaybetti.