Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

221

Friday, 30.08.2013, 01:48

Bir Başarı Öyküsü

9 yasindaki bir Japon çocugunun en büyük hayali günün birinde çok iyi bir judocu olmaktir. Fakat talihsiz bir trafik kazasi sonucu sol kolunu tamamiyla kaybeder.
Hem çocuk hem de ailesi yikilir.Ailesi sirf çocuk oyalansin diye, Japonlarin en ünlü hocalarindan birini tutarlar. Hoca kollari sivar, çocuga tek kolla yapabilecegi yegane firlatma hareketini ögretir.

Gece gündüz çocukla beraber bu hareketi çalisirlar.Bir müddet sonra çocuk hareketi gayet iyi ve hizli bir sekilde yapmaya baslar, fakat hocasi çocuga her gün saatler boyu ayni hareketi adeta ezberletir.

Çocuk bu hareketten sikilir ve yeni hareketler ögrenmek istedikçe hocasi bu hareketi dünyada en hizli yapan kisi olana dek çalismasini ve baska hareket ögretmeyecegini söyler.

Bir müddet sonra çocuk bu hareketi yildirim hiziyla yapmaya alisir.Bunun üzerine hoca çocuga arti bir turnuvaya katilma zamaninin geldigini söyler.

Olacak sey degildir. Tek kollu bir judocu tek hareketle turnuvaya katilacak. Çocuk itiraz ettikçe hocasi "Evlat ; sen ögrendigin hareketi yap,gerisini merak etme" diye ögütte bulunur.

1. tur, 2. tur derken çocuk turlari gayet rahat geçer. En nihayet finale gelir. Tek hareket bilgisi ile finale kadar gelen çocugun finaldeki rakibi bölgenin en iyi judocusudur.

Çocuk dev cüsseli rakibini görünce korkar. Hocasi yine sakindir,"evlat sen bu harekette dünyada teksin, kendi oyununu yap yeter" der. Çocuk rakibine kendi hareketini simsek hiziyla uygular,rakip kalktikça ayni hareketi yineler. Inanilir gibi degildir, çocuk tek kolla tek hareket sayesinde sampiyon olmustur.

Çocuk dayanamaz ve hocasina sorar : "Hocam inanamiyorum ben nasil sampiyon oldum" der.

Hocasi yine sakin ifade ile söyle cevaplar:"Bu zaferin iki sirri var oglum Birincisi judonun en güç hareketlerinden birini çok iyi yapabilmendir.
Ikincisi bu harekete karsi tek bir savunma vardir. O da hareketi yapanin sol kolunu tutmak!..."

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

222

Friday, 30.08.2013, 01:51

Cennet Yolu

Adam ve hayattaki tek arkadasi olan kopegi bir kazada birlikte ölmüslerdi. Gokyuzune ciktiktan sonra bembeyaz bulutlarin arasinda dolasmaya basladilar.

Adam cok susamisti. Biraz su bulabilmek umidiyle yurumeye devam ederken, birden kendilerini muhtesem bir manzaranin karsisinda buldular. Rengarenk ciceklerle suslu bir bahce, altindan yapilmis bir bahce kapisi, ve onlari karsilayan beyazlar icinde bir kadin.

Adam kopegiyle birlikte kadina yaklasti ve sordu:"Afedersiniz...Burasi neresi?" Kadin ona gulumsedi:"Burasi Cennet, efendim" Adam bunun uzerine sevincle"Harika...!!!" dedi" Peki bana biraz su verebilir misiniz, gercekten cok susadim"

Kadin cevap verdi:"Tabi efendim,iceri girin. Icerde dilediginiz kadar su bulabilirsiniz. "Boylece adam kopegine döndü,"Hadi oglum iceri giriyoruz" diyerek kapiya yurudu.

Ama kadin onu birden durdurdu:"Uzgunum efendim,kopeginiz sizinle gelemez. Hayvanlari iceri almiyoruz.

"Bunun uzerine adam bir an durdu. Dusundu. Ve geri donup kopegiyle birlikte geldikleri yolun tam ters yonunde yurumeye koyuldular. Bir sure gectikten sonra kendilerini bu kez tozlu camurlu bir yolda buldular,ve yolun sonunda karsilarina ciftlik girisini andiran bir kapiyla yirtik pirtik elbiseli bir dede cikti.

Adam sordu:"Afedersiniz....Bana biraz su verebilir misiniz?"

Dede "Iceri gel" dedi. "Kapidan girdikten sonra sag tarafta bir cesme var."

Adam sordu:"Peki arkadasim da benimle gelip ordan icebilir mi?"

Dede "Tabii..."dedi.."Çe$menin yaninda kopeginin de su icebilecegi bir kase bulucaksin." Bunun uzerine adam kapidan girdi. Biraz yurudukten sonra sag tarafta cesmeyi buldu. Adam cesmeden kopek de oraciktaki kaseden doya doya icerek susuzluklarini giderdiler.

Derken adam geri giderek giriste bekleyen dedeye sordu:"Su icin cok tesekkur ederim. Peki burasi neresi..?"

Dede "Burasi cennet"dedi.

Bunu duyan adam sasirdi: "Ama nasil olur..? az once burasi gibi kirik dökük olmayan muhtesem bir yere gittik ve orasinin da Cennet oldugunu soylediler. "

Dede "Su rengarenk ciceklerle suslu altin kapili yer mi?"dedi. "Ama orasi Cehennem. " Adam iyice sasirmisti: "Peki ama orasi sizin adinizi kullanarak insanlari kandiriyor diye hic kizmiyor musunuz..?"

Dede gulumsedi:"Kizmiyoruz. Çunku onlar kendi cikari icin en iyi arkadasini yari yolda birakanlari Cennet'ten uzak tutuyorlar....

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

223

Friday, 30.08.2013, 01:52

İki Küçük Ruh

Anne rahmine düsen ikiz kardesler onceleri herseyden habersizmis. Haftalar birbirini izledikce onlar da gelismisler. Elleri, ayaklari, ic organlari olusmaya baslamis. Bu arada, etraflarinda olup biteni farketmeye baslamislar. Bulunduklari rahat, guvenli yeri tanidikca mutluluklari artmis. Birbirlerine hep ayni seyi soyluyorlarmis: Biz


"Anne rahmine dusmemiz, burada yasamamiz ne harika degil mi? Hayat ne guzel sey be kardesim!"

Buyudukce, icinde yasadiklari dunyayi kesfe koyulmuslar. Oyle ya, hayatin kaynagi neymis? Iste bunu arastirirken, karsilarina anneleriyle onlari birbirine baglayan kordon cikmis. Bu kordon sayesinde, hicbir zahmet cekmeden, guven icinde beslenip buyutulduklerini tesbit etmisler.

"Annemizin sefkati ne kadar buyuk! Bize bu kordonla ihtiyacimiz olan herseyi gonderiyor."

Artik aylar birbiri ardinca geciyor. Ikizler hizla buyuyor, diger bir deyisle "yolun sonu"na yaklasiyormus. Bu degisiklikleri hayretle gozlemlerken, bir gun gelip bu guzelim dünyayi terkedeceklerinin isaretlerini almaya baslamislar.

Dokuzuncu aya yaklastiklarinda, bu isaretleri daha kuvvetli hissetmeye baslamislar. Durumdan telaslanan ikizlerden birisi digerine sormus:

"Neler oluyor? Butun bunlarin anlami nedir?"

Oteki daha sakin akli basindaymis. Ustelik, bulunduklari bu dunya cogu zaman ona yetmiyor; duygulari daha genis bir alemi arzuluyormus. O cevap vermis:

"Butun bunlar, bu dunyada daha fazla kalamayacagiz anlamina geliyor."

Ve eklemis: "Buradaki hayatimizin sonuna yaklasiyoruz."

"Ama ben gitmek istemiyorum." Diye haykirmis kardesi. "Hep burada kalmak istiyorum."

"Elimizden gelen birsey yok. Hem, belki dogumdan sonra hayat vardir."

"e hayat veren o kordon kesildikten sonra bu nasil mumkun olabilir ki?" Diye cevaplamis oteki. "Bize hayat veren kordon kesilirse nasyl hayatta kalabiliriz, soyler misin bana?.. Hem, bak bizden once baskalari da buraya gelmis ve sonra da gitmisler. Hicbirisi geri gelmemis ki bize dogumdan sonra hayat oldugunu soylesin... Hayir bu herseyin sonu olacak."

Butun bunlary soyledikten sonra eklemis:

"Hem belki de anne diye birsey yok!"

"Olmak zorunda " diye itiraz etmis kardesi. "Buraya baska turlu nasil gelmis olabiliriz, nasil hayatta kalabiliriz ki?"

"Sen hic anneni gordun mu? Diye ustelemis öteki. "O belki de sadece zihinlerimizde var. Bir annemiz oldugu dusuncesi bizi rahatlattigi icin onu belki de biz uydurduk."

Boylece, anne rahmindeki son gunleri derin sorgulamalar ve tartismalarla gecmis.

Sonunda dogum ani gelmis catmis. Ikizler dunyalarini terkettiklerinde gozlerini baska bir dunyaya acmislar ve sevincten aglamaya baslamislar.

Cunku gordukleri manzara hayallerinin bile otesindeymis.....

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

224

Friday, 30.08.2013, 01:53

Arkadaşlık

Savasin en kanli gunlerinden biri.. Asker, en iyi arkadasinin az ileride kanlar icinde yere dustugunu gordu. Insanin basini bir saniye bile siperin uzerinde tutamayacagi ates yagmuru altindaydilar. Asker tegmene kostu ve:

- Tegmenim, firlayip arkadasimi alip gelebilir miyim?

- Delirdin mi? der gibi bakti tegmen... Gitmeye deger mi?

Arkadasin delik desik olmus. Büyük olasilikla ölmüstür bile.. Kendi hayatini da tehlikeye atma sakin.

Asker israr etti ve tegmen "Peki" dedi..."Git o zaman."

Inanilmasi güc bir mucize.. Asker o korkunc ates yagmuru altinda arkadasina ulasti. Onu sirtina aldi ve kosa kosa döndu... Birlikte siperin icine yuvarlandilar. Tegmen, kanlar icindeki askeri muayene etti.. Sonra onu sipere tasiyan arkadasina döndü:

- Sana degmez, hayatini tehlikeye atmana degmez, demistim. Bu zaten ölmüs..

- Degdi tegmenim. dedi asker..

- Nasil degdi? dedi tegmen.. Bu adam ölmüs görmüyor musun?..

- Gene de degdi komutanim.. Cünkü yanina ulastigimda henüz sagdi..

Onun son sözlerini duymak, dünyaya bedeldi benim icin...Ve arkadasinin son sözlerini hickirarak tekrarladi:

Gelecegini biliyordum!.. demisti arkadasi...

Gelecegini biliyordum!..

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

225

Friday, 30.08.2013, 01:54

Ben Yolcuyum

Yaşamın anlamını kavramak için dünyayı dolaşmaya çıkan bir genç, gezdiği ülkelerden birinde ünlü bir bilgeyi ziyarete gitmişti.

Gezgin genç, bilgenin yaşadığı evde, tüm duvarların kitaplarla kaplı olduğunu gördü. Fakat evi dikkatle gözden geçirdikten sonra, yerde bir kilim, duvar dibinde yatak olarak kullanılan bir sedir, ortada ise bir masa ve sandalyeden başka evde hiçbir eşyanın olmadığını gördü ve merakla sordu:
"Neden hiç eşyanız yok?" dedi. "Koltuklarınız, kanepeleriniz, büfeleriniz, Onlar nerede?"

Bilge, bu soruya karşılık olarak kendi bir soru sordu gezgin gence;
"Senin de yalnızca, sırtında taşıdığın küçük bir çantan var, yavrum" dedi. "Peki,senin eşyaların nerede?"

Gezgin genç,kendini savunurcasına yanıtladı bu soruyu:
"Ama görüyorsunuz, Ben yolcuyum."

Ünlü bilge, hak verircesine güldü:
"Ben de öyle, yavrum" dedi. "Ben de öyle."

ZENoBIA

Bilge

  • "ZENoBIA" bir kadın

Mesajlar: 27,931

Kayıt tarihi: Apr 21st 2011

  • Özel mesaj gönder

226

Friday, 30.08.2013, 21:24


İnsanoğlunun Ömrü

Tanrı dünyayı yarattıktan sonra ilk önce eşeği çağırmış yanına:
- Sana 40 sene ömür vereceğim, bu süre boyunca insanların yüklerini taşıyarak onlara hizmet edeceksin.

Eşek şöyle karşılık vermiş:
- Peki ama bana 40 yıl fazla gelir; sen benim ömrümün yarısını al bana 20 yıl kafi.

Tanrı eşeğin isteğini kabul etmiş. Onu yolladıktan sonra köpeği çağırmış yanına ve demiş ki:
- Sana 30 yıl ömür vereceğim, bu süre boyunca insanların evlerine ekçilik ederek onları koruyacaksın.

Köpek karşılık vermiş:
Kabul ama bana 30 yıl fazla sen bana 15 yıl ver, yeter.

Tanrı köpeğin de ricasını kabul etmiş, ardından maymunu çağırmış:
- Sana 20 yıl ömür vereceğim, bu süre içerisinde insanlara şaklabanlık yaparak onları eğlendireceksin.

Maymun da kabul etmiş, fakat demiş:
- Bana 20 yıl çok gelir, sen bana 10 yıl versen yeter.

Tanrı onun önerisini de kabul etmiş ve son olarak insanı çağırmış huzuruna ve demiş ki:
- Sana 20 yıl ömür veriyorum bu süre içinde hiçbir şey yapmayacak, yalnızca sana hizmet için görevlendirdiğim varlıklardan yararlanarak yaşayacaksın.

İnsan karşılık vermiş:
- Pekala fakat bana 20 yıl yetmez; eşekten aldığın 20 yılı, köpekten aldığın 15 yılı, maymundan aldığın 10 yılı da isterim.

Tanrı bu öneriyi de kabul etmiş ve birlikte yaşamak üzere hepsini dünyaya göndermiş. İşte bu yüzden "insan, ömrünün ilk 20 senesini insan gibi yaşayarak, sonraki 20 senesini eşek gibi çalışarak, sonraki 15 yılını köpek gibi evine bekçilik yaparak ve sonraki 10 yılını da maymun gibi torunlarına şaklabanlık ederek ve onları güldürerek geçirir" derler... :))

ZENoBIA

Bilge

  • "ZENoBIA" bir kadın

Mesajlar: 27,931

Kayıt tarihi: Apr 21st 2011

  • Özel mesaj gönder

227

Sunday, 1.09.2013, 11:51


Dostoyevski' nin hayatını değiştiren olay neydi biliyor musunuz ?


Kendi idam sahnesi...

Çar'in baskı döneminde arkadaşlarıyla bir sohbet grubu kurmuştu.Yakalandi.

28 yaşında idam isteğiyle yargılandi. Mahkemenin sonucunu beklediği gece hücresinden alindi. Ölüm kararı yüzüne karşı okundu. Papaz günah çikarttırdi.

Gözleri kapali olarak bir direğe bağlanıp müfreze karşısına geçirildi.

"Ateş" emrini beklerken gerçek karar bildirildi kendisine...

Aslinda mahkeme 8 yil hapis vermiş Çar bunu 4 yila indirmişti; ama ona ders olsun diye böyle bir gösteri planlanmıştı.

Böylece "ölüm"le tanışti; oysa bu sefil oyunda asil keşfettiği şey yaşam"di.

Stefan Zweig'a göre 4 yil sonra yaralı parmaklarından zincirleri çikardıkları zaman sağlığı bozulmuş şöhreti uçup gitmişti ama kırık dökük bedeninden her zamankinden daha parlak fışkıran tek bir şey vardi.

Yaşama sevinci..

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

228

Saturday, 7.09.2013, 03:28

Genç adam annesi için çiçek alacaktı. 200 mil uzakta yaşadığı için kendisi yürümeyecekti malesef. Çiçekleri oraya giden bir araçla yollamayı planlıyordu.
Çiçekçinin önünde arabasından indi. Tam bu sırada kaldırıma oturmuş küçük bir kız takıldı gözüne. Nedense bu gözyaşlarının sebebini öğrenmek istedi.
“Annem için gül almak istiyorum ama param yetmiyor” dedi kız.
Adam gülümseyerek; “Gel hadi, dedi. Ben istediğin gülü alacağım sana.”
Satın aldığı gülü küçük kıza verdi. Ardından kendi güllerini sipariş etti ve annesinin adresini bıraktı.
Genç adam kızı annesine götürmek istediğini söyledi. Küçük kız bu duruma çok sevinmişti.
“Evet beni annemin yanına götürebilirsiniz.” diye atıldı.
Yolu tarif etti.
Ancak ulaştıkları yer bir mezarlıktı.
Küçük kız elindeki gülü, toprağı hala taze olan mezara bıraktı.
Tam bu anda ince bir sızı dokundu adamın kalbine.
Hemen çiçekçiye geri döndü ve siparişini iptal etti.
Satın aldığı bir buket çiçekle 200 mil ötedeki annesinin yanına sürdü arabasını.
Ve annesine gülümseyerek, sıkıca sarıldı. …..
BUGÜNÜN TEKRARI YOK…

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

229

Saturday, 7.09.2013, 03:29

Ronaldo’nun İki Yüzü

“2011 yılında, Dinamo Zagreb taraftarı, Real Madrid’in Portekizli yıldızı Cristiano Ronaldo’yu ıslıklar. Maç sonrası mikrofonlara, ıslıklanmasının sebebini “kendince” şöyle açıklar; “Beni ıslıklıyorlar çünkü güzelim, zenginim ve büyük bir futbolcuyum”
Uruguaylı alternatif rock grubu ‘El Cuarteto de Nos’, bu açıklama üzerine “Megaloman Ronaldo” adında bir şarkı yaparak, Portekizli yıldızı ‘ti’ye aldı.
-Kendi görünümümü seviyorum,
-Mükemmel bir adam görüyorum,
-Ben en büyüğüm
-Eski ve yıpranmış değilim,
-Tavsiye kabul ederim,
-Tek rakibim aynadır.
-Ay’a gitmek isterdim,
-Dünya’nın bensiz nasıl gözüktüğünü görmek için,
-Dünya’nın Güneş’i gibi, kendimi seviyorum,
-Narcissus gibi olduğum için, kendimi seviyorum,
-Bir kalp çiziyorum, kendimi seviyorum,
-Sadece “ben ve ben” diyen bir kalp,
-Kendimi seviyorum.
İşte tam bu noktada, futbol dünyası, hem çok sevilen bir o kadar da antipati toplayan Cristiano Ronaldo ile ilgili tüm fikirlerin alt üst olmasına neden olacak bir hikaye ile tanıştı.
Albert Fantrau ile Cristiano Ronaldo 18 yaş altı şampiyonasında oynamaktadırlar. Sporting Lisbon menajeri birbirinden yetenekli bu iki oyuncuyu izlemeye gelir. Ancak yalnızca 1 tanesine şans tanıyabilecektir. İkiliyi karşısına alır ve der ki “Sıradaki maçta kim daha fazla gol atarsa Lizbon’a benimle o gelecek.”
Maç başlar. Cristiano bir gol kaydeder. Hemen ardından Fantrau ikinci golü. Üçüncü gol ise her ikisinin de hayatını değiştirecektir. Kaleci ile karşı karşıya pozisyon yakalayan Fantrau, kaleciyi de geçer, yuvarlasa gol olacak pozisyonda topu hemen arkasındaki Cristiano’nun önüne bırakır. Lizbon biletini arkadaşına verir.
Maçtan sonra soyunma odasında, Cristiano Albert’e “neden” diye sorar. Cevap; “sen benden daha iyisin” olur…
Bu hikayeyi Cristiano Ronaldo’nun ağzından duyan gazeteciler gidip Albert Fantrau’yu bulurlar.
“Evet” der, “hikaye gerçek. O dünyanın en büyük futbolcusu oldu, ben ise işsizim”.
Muhteşem bir ev, spor bir araba ve ailesinin tüm ihtiyaçlarını karşılayacak kadar parayı nerden bulmuştur peki? Fantrau’nun cevabı, Ronaldo’nun ikinci yüzünü gözler önüne serer,
“Bunların hepsi Cristiano Ronaldo’dan…”

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

230

Saturday, 7.09.2013, 03:30

İki Asker

Kocadere köyünde büyük bir sargı yeri kuruluyor. Kimi Urfalı, kimi Bosnalı, kimi Adıyamanlı, kimi Gürünlü, kimi Halepli çok sayıda yaralı getiriliyor…
Bunlardan biri Lapseki’nin Beybaş Köyündendir ve yarası oldukça ağırdır. Zor nefes alıp vermektedir. Alçalıp yükselen göğsünü biraz daha tutabilmek için komutanının elbisesine yapışır. Nefes alıp vermesi oldukça zorlaşır ama tane tane kelimeler dökülür dudaklarından.
“Ölme ihtimalim çok fazla. Ben bir pusula yazdım arkadaşıma ulaştırın…”
Tekrar derin nefes alıp, defalarca yutkunur: “Ben… Ben köylüm Lapseki’li İbrahim Onbaşıdan 1 Mecid borç aldıydım… Kendisini göremedim. Belki ölürüm. Ölürsem söyleyin hakkını helal etsin.”
“Sen merak etme evladım” der komutanı, kanıyla kırmızıya boyanmış alnını eliyle okşar. Ve az sonra komutanının kollarında şehit olur ve son sözü de
“Söyleyin hakkını helal etsin” olur…
Aradan fazla zaman geçmez. Oraya sürekli yaralılar getiriliyor. Bunlardan çoğu daha sargı yerine ulaştırılmadan şehit düşüyor. Şehitlerin üzerinden çıkan eşyalar, künyeler komutana ulaştırılıyor.
İşte yine bir künye ve yine bir pusula. Komutan göz yaşlarını silmeye daha fırsat bulamamıştır. Pusulayı açar, hıçkırarak okur ve olduğu yere yıkılır kalır. Ellerini yüzüne kapatır, ne titremesine ne de gözyaşlarına engel olamaz…
Pusuladaki not:
“Ben Beybaş Köyünden arkadaşım Halil’e 1 Mecid borç verdiydim. Kendisi beni göremedi. Biraz sonra taarruza kalkacağız. Belki ben dönemem. Arkadaşıma söyleyin ben hakkımı helal ettim.”

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

231

Saturday, 7.09.2013, 03:32

Sobanın Sebebi

Fizikçi, matematikçi, kimyacı, jeolog ve antropologdan oluşan bir heyet, bir araştırma için arazide bulunmaktadır. Birden yağmur bastırır. Hemen yakındaki bir arazi evine sığınırlar. Ev sahibi bunlara bir şeyler ikram etmek için dışarı çıkar. Hepsinin dikkati soba üzerinde toplanır. Soba yerden 1 m. kadar yukarıda, altındaki dizili taşların üzerindedir. Sobanın niçin böyle kurulmuş olabileceğine dair bir tartışma başlar.
Kimyacı: “Adam sobayı yükselterek aktivasyon enerjisini düşürmüş, böylece daha kolay yakmayı amaçlamış”;
Fizikçi: “Adam sobayı yükselterek konveksiyon yoluyla odanın daha kısa sürede ısınmasını sağlamak istemiş”;
Jeolog: “Burası tektonik hareketlilik bölgesi olduğundan, herhangi bir deprem anında sobanın taşların üzerine yıkılmasını sağlayarak yangın olasılığını azaltmayı amaçlamış”;
Matematikçi: “Sobayı odanın geometrik merkezine kurmuş, böylece de odanın düzgün bir şekilde ısınmasını sağlamış”;
Antropolog: “Adam ilkel topluluklarda görülen ateşe tapmanın daha hafif biçimi olan ateşe saygı nedeniyle sobayı yukarı kurmuş.” der.
Bu sırada ev sahibi içeri girer ve ona sobanın yukarda olmasının nedenini sorarlar. Adam cevap verir:
“Boru yetmedi de efendim!”

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

232

Saturday, 7.09.2013, 03:33

Filizlenmeyen Tohum

Bir zamanlar giderek yaşlanan ve arkasında bir veliaht bırakması gerektiğini anlayan Çinli bir hükümdar vardı. Vezirlerinden veya çocuklarından birisini veliaht seçmek yerine, farklı bir şey yapmaya karar verdi bu hükümdar.
Ülkesindeki bütün gençleri huzuruna çağırdı ve onlara şöyle seslendi:
“Artık tahttan çekilmemin ve yerime yeni bir hükümdar seçmemin vakti geldi. Hükümdar olarak içinizden birisini seçeceğim.” Gençler bu sözleri şaşkınlıkla dinliyorlardı.
Hükümdar devam etti:
“Bugün herbirinize bir tohum vereceğim. Tek bir tohum. Ama bu çok özel bir tohum. Hepinizin evlerinize dönüp o tohumu ekmenizi, sulamanızı ve bir yıl sonra tohumdan çıkan bitkiyle geri gelmenizi istiyorum. O zaman bana getireceğiniz bitkiler hakkında hüküm verip benden sonra tahta geçecek hükümdarı seçeceğim.”
Saraya çağrılanların arasında Ling isminde bir genç vardı, ve herkes gibi ona da bir tohum verildi. Ling, eve dönüp başından geçenleri heyecanla annesine anlattı. Annesi ona bir saksı ve biraz da toprak verdi. Ling, tohumu itinayla ekti, onu güneş ışığı görebileceği bir pencere kenarına koydu. Her gün saksıya su vererek bitkinin tohumun açıp açmadığını kontrol etti.
Üç hafta kadar sonra, Ling’in mahallesindeki gençlerden bazıları tohumlarının nasıl açtığını, bitkilerin nasıl büyümeye başladığını anlatmaya başladı. Ling bu sözleri duyduktan sonra her defasında eve gidip kendi tohumunu kontrol ediyordu. Gel gelelim, saksının içinde büyümüyor, hiçbir şey görünmüyordu. Haftalar birbirini kovaladı, ama değişen hiçbir şey olmadı.
Bu arada, Lingin arkadaşları ballandıra ballandıra saksılarındaki çiçeklerden bahsediyordu hep. Lingin ağzını ise bıçak açmıyordu, çünkü hakkında konuşacağı bir çiçeği yoktu. Elinde toprak dolu bir saksı vardı o kadar. Ve artık başarısız olduğuna inanmaya başlamıştı.
Aradan altı ay geçti. Lingin saksısında çiçekten eser yoktu hâlâ. Tohumunu çürüttüğüne kanaat getirmişti Ling. Başka herkesin kocaman çiçekleri, ya da ağaç fidanları olmuştu, ama onun koca bir saksısı, o kadar!
Nihayet bir yıl tamamlandı ve ülkenin gençleri yetiştirdikleri bitkileri karar vermesi için hükümdarın huzuruna getirdiler. Ling, annesine boş bir saksıyı hükümdara götüremeyeceğini söylediyse de, annesi saksıyı götürmesini ve dürüst davranmasını öğütledi. Lingin sıkıntıdan karnı bile ağrıdı, ama annesinin haklı olduğunu bildiğinden sözünü tuttu. Böylece, o da boş saksıyı saraya götürdü.
Saraya ulaştığında diğer gençlerin getirdiği çeşit çeşit bitkiler karşısında hayrete düştü. Hepsi de güzel renklerde, güzel biçimlerdeydi ve nefis kokular yayıyorlardı. Birbirlerine çiçeklerini nasıl böyle güzel yetiştirdiklerini ciddi ciddi anlatan diğer gençler, Lingin elindeki boş saksıyı görünce kahkahalarla güldüler. Birkaçı da onun durumuna üzüldü ve omzuna dokunup “Boş ver, elinden geleni yapmışsın!” dediler.
Hükümdar gençlerin yanına geldi ve bitkileri inceledi. Bu sırada, Ling arkalara kaçıp gizlenmeye çalışıyordu. “Ne kadar da büyük ağaçlar ve çiçekler yetiştirmişsiniz öyle!” dedi hükümdar. “Bugün içinizden birisi yeni hükümdar olarak tayin edilecek.”
Birden, imparator elinde boş saksıyı tutan Lingi gördü. Hemen, muhafızlarına onu yanına getirmelerini emretti. Ling korkudan titremeye başladı. “Hükümdar başaramadığımı gördü, herhalde beni öldürtecek!” diye düşünüyordu.
İmparator, yanına getirilen Lingin ismini sordu, o da cevapladı. Diğer gençlerin hepsi gülmeye ve kendi aralarında Lingle alay etmeye başladılar. Hükümdar bir el hareketiyle hepsini susturdu. Lingi yanına aldı, sonra da kalabalığa ilan etti: “Yeni imparatorunuzu selamlayın! Adı Ling!” Ling kulaklarına inanamadı. Tohumundan tek bir filiz bile çıkmamışken nasıl imparator olabilirdi ki?
Hükümdar konuşmasına devam etti: “Bir yıl önce herbirinize bir tohum verdim, onu ekip sulamanızı istedim ve bir yıl sonra da bana getirmenizi istedim.
Ama sizlere verdiğim tohumların hepsi kaynatılmıştı ve dolayısıyla da filiz açmaları mümkün değildi.
Ling hariç hepiniz bana çeşit çeşit ağaçlar, bitkiler ve çiçekler getirdiniz. Tohumunuzun büyümediğini görünce,
size verdiğim tohumun yerine başka bir tohum ektiniz. (Tohumu değiştirip başka tohum ektiniz)
İçinizden sadece Ling , kendisine verdiğim tohumun olduğu saksıyı bana getirme cesaretini ve dürüstlüğünü gösterebildi. Bu yüzden, yeni imparatorunuz o olacak.”

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

233

Saturday, 7.09.2013, 03:34

Hayat Satrancı


Genç bir adam kendi yöresinde çok tanınan bir bilgenin yanına gitti. Derdi biraz farklıydı. Genç yaşında hep başarı kazanmıştı. Babasından devraldığı küçük işi hızla büyütmüş, zengin olmuştu. Çevresindeki herkes ona saygı gösteriyordu.
Düşmanı yoktu. Evlilikleri başarılı olmuş, çok genç yaşlarda başlayarak birkaç kez baba olmuştu. Ve genç adamın derdi de buradan sonra başlıyordu. Bu kadar erken başarı, çok başarı, çok sayılmak yüzünden bütün çevresindeki . insanları “küçük” görmeye başlamıştı.
Genç adam için “önemli” hiçbir iş, hiçbir insan, hiçbir durum kalmamıştı. Hiçbir konuşmayı birkaç dakikadan fazla dinleyemiyor, okumaya başladığı herşeyi birkaç dakika içinde elinden bırakıyordu.
Bilge kişi genç adamı uzun . uzun dinledi. Genç adam anlattıkça anlattı.Sonra da bilge kişi sordu: “Yaparken zevk aldığın, her şeyden daha fazla ilgini çeken hiçbir şey yok mu?”
Genç adam bir süre düşündü ve cevap verdi: “Satranç…” dedi, “Ama satrancı da çok iyi oynadığım için rakip bulamıyorum.”
Bilge kişi “Güzel” dedi, “Burada bir öğrencim var, o da iyi satranç oynuyor.” Öğrencisini çağırdı, satranç masası kuruldu. Genç adam ve öğrenci karşılıklı oturdular. Bilge kişi aniden “Bir dakika” dedi, “Bu satranç karşılaşması biraz farklı olacak. Kaybeden, kafasını da kaybedecek. Kaybedenin kafasını ben kendi elimle, kendi hançerimle keseceğim. Tamam mı?” Öğrencisi “Tabii efendim” deyince genç adam da daha zayıf bir sesle “Tamam” dedi.
Oyun başladı. “Her şeyi en iyi yapan”, “Her şeyde en başarılı” genç adam boncuk boncuk terliyordu. Yaptığı her atak bilgenin öğrencisi tarafından ustaca savuşturuluyordu. Genç adam terlemeye devam ediyordu. Bir süre sonra savunmaları düşmeye başladı. Öğrenci usta hamlelerle genç adamı sıkıştırmıştı.
Genç adam bir an bilge kişiye baktı. Gözleri korku doluydu. Bilge kişi o an, bir el darbesiyle satranç masasını devirdi: “Tamam bitti! Hiç kimsenin kafası kesilmeyecek!” Genç adam önüne bakıyordu.
Bilge kişi konuştu: “İşte tekrar tutkuyu yaşadın… Dikkatini toplamayı öğrendin… Hiç kimseyi küçümsememen gerektiğini gördün… Her an ölümün yanında yaşadığın için her şeye değer vermen gerektiğini anladın…”
Sonra bilge ve öğrencisi yere saçılmış satranç taşlarını birlikte toplayıp kutusuna koydular.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

234

Saturday, 7.09.2013, 03:35

Kaşıktaki Yağ

Bir tüccar mutluluğun gizini öğrenmesi için oğlunu insanların en bilgesinin yanına yollamış.
Delikanlı bir çölde kırk gün yürüdükten sonra, sonunda bir tepenin üzerinde bulunan güzel şatoya varmış. Söz konusu bilge burada yaşıyormuş.
Bir ermişle karşılaşmayı bekleyen bizim kahraman, girdiği salonda hummalı bir manzarayla karşılaşmış.
Tüccarlar girip çıkıyor, insanlar bir köşede sohbet ediyor, bir orkestra tatlı ezgiler çalıyormuş. Dünyanın dört bir yanından gelmiş lezzetli yiyeceklerle dolu bir masa da varmış.
Bilge sırayla bu insanlarla konuşuyormuş ve bizim delikanlı kendi sırasının gelmesi için iki saat beklemek zorunda kalmış.
Delikanlının ziyaret nedenini açıklamasını dikkatle dinlemiş bilge, ama mutluluğun gizini açıklayacak zamanı olmadığını söylemiş ona. Gidip sarayda dolaşmasını, kendisini iki saat sonra görmeye gelmesini salık vermiş.
“Ama, sizden bir ricada bulunacağım,” diye eklemiş, delikanlının eline bir kaşık verip, sonra bu kaşığa iki damla sıvı yağ koymuş. “Sarayı dolaşırken bu kaşığı elinizde tutacak ve yağı dökmeyeceksiniz.”
Delikanlı sarayın merdivenlerini inip çıkmaya başlamış, gözünü kaşıktan ayırmıyormuş. İki saat sonra . bilgenin huzuruna çıkmış.
“Güzel” demiş bilge, “Peki, yemek salonumdaki Acem halılarını gördünüz mü? Bahçıvanbaşının yaratmak için on yıl çalıştığı bahçeyi gördünüz mü? Kütüphanemdeki güzel parşömenleri fark ettiniz mi?”
Utanan delikanlı hiçbir şey göremediğini itiraf etmek zorunda kalmış. Çünkü bilgenin kendisine verdiği iki damla yağı dökmemeye çabalamış, başka bir şeye dikkat edememiş.
“Öyleyse git, evrenin harikalarını tanı.” demiş ona bilge. “Oturduğu evi tanımadan bir insana güvenemezsin.”
İçi rahatlayan delikanlı kaşığı alıp sarayı gezmeye çıkmış. Bu kez, duvarlara asılmış, tavanları süsleyen sanat yapıtlarına dikkat ediyormuş. Bahçeleri, çevredeki dağları, çiçeklerin güzelliğini, bulundukları yerlere yakışan sanat yapıtlarının zarafetini görmüş.
Bilgenin yanına dönünce, gördüklerini tüm ayrıntılarıyla anlatmış. “Peki sana emanet ettiğim iki damla yağ nerede?” diye sormuş bilge.
Kaşığa bakan delikanlı, iki damla yağın dökülmüş olduğunu görmüş.
“Peki” demiş bunun üzerine bilgeler bilgesi, “Sana verebileceğim tek öğüt var.
Mutluluğun gizi dünyanın tüm harikalarını görmektir, ama kaşıktaki iki damla yağı unutmadan…

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

235

Saturday, 7.09.2013, 03:36

Vatan Nöbeti

Vatani Görevimi yapmak için acemi birliğimden usta birliğime giderken yolda başka bir askerle tanıştık aynı birliğe düşmüştük ve askerlik üzerine muhabbetlerle yolculuğu eğlenceli hale getiriyorduk. Biliyordum ki ikimizinde içinde burk bir sevinç vardı sonuç olarak gittiğimiz yer tekin olmayan bir yerdi bunun ikimizde bilincindeydik hudutta Türk topraklarını koruyacaktık bu bizim için bir onurdu ve her Türk genci gibi Bizlerde bu vatan için seve seve canımızı ortaya koymaya hazırdık.
Birliğimize teslim olduktan sonra cevremizi tanımaya çalışıyorduk, yolda tanıştığım arkadaşım Mesut’la hep beraberdik kaldığımız ranzalar bile yan yanaydı bütün günümüz beraber geçiyordu, Eğitimlerimiz nöbetlerimiz hatta boş vakitlerimiz bile beraberce geçilen güzel sohbet ve dost ortamındaydı.
O hep iyi bir yeremi geldik diye soruyordu bende hep bilmediğimi söylüyordum askeliğimizin 4. gününde pusudan gelen tim birliklerini gördük 2 gün dinlendikten sonra yeniden dağlara gideceklerini öğrendik hepsinin suratında büyük bir mutluluk ve sevinç vardı dağlarda yine Türkiye Cumhuriyetini bölmeye çalışan PKK denilen o illeti kovalamışlar ve tam kadro olarak gittikleri görevlerindine tam kadro olarak geri gelmişlerdi, ve arkalarında 16 pislik bırakmışlardı hepsinden kalan son şeyleride bölüğümüze getirmişlerdi bu olay ben dahil herkezi gururlandırmıştı.
Eğitimlerimiz sürüyor ve ben Mesutla daha bir şevkle daha bir azimle eğitimlere devam ediyordum ve son haftamızda bizlere koordinasyon eğitimi vererek dağlarda olumsuz durumlarda neler yapacaklarımız anlatıkdıktan sonra ayrı bir tim olarak dağlara çıkacağımızı öğrendik. Birliğimizde büyük bir sevin. ve huzur vardı kimse bölemezdi bu bütünlüğü ertesi gün belirlenecek olan 4 farklı timin içinde ben olacaktım ve Mesutta ona dedimki
- Kardeşim umarım aynı timde oluruz seninle. Oda cevap olarak;
- Ne önemi var kardeşim aynı dava için bu Vatan toprakları için mücadele etmeyecekmiyiz dedi
Ben o an biraz durakladım ve gözlerim dolu dolu oldu boğazıma bir şeyler takılıyor ve yutkunamıyordum o huzuru o mutluluğu ve o Sevinci ancak asker ocağında olanlar anlayabilirlerdi. Mesuta sıkı sıkı sarıldım ve oda bana allah yardımcımız olsun kardeşim dedim ve o gece uyuduk.
Sabah oldu ve uyandık. Timler sırasıyla okunuyordu ben 2. time düştüm Mesut’un ismi hala okunmamıştı ve tam ümide kesmişken o ses…
- Mesut İpek 2.Tim, Tim komutanın Yzb. İlker Akın Başarılar.
Çok sevinmiştim hemde çok Mesut’un sevincini ise yanıma gelince farkedebildim onunda gözlerinden her şey netçe anlaşılıyordu.
Biz o günü bitirirken heyecandan ölecek gibiydik mesutla sürekli sigara tellebdiriyorduk silahlarımız hep yanımızdaydı, Heran bir şey olacakmış gibi G3 tüfeğimize göz bebeğimiz gibi bakıyorduk.
Ve nihayetinde gece oldu saat 01:13 civarlarında araçlara bindirildik ve Hudut geçişlerinden birisine dopru gittiğimizi öğrendik eğitimlerde neler öğrettiklerini hep aklımdan geçiriyor ve onları uygulamak için geçkalmamam gerektiğini kendi kendime söylüyordum. ve apansız gecenin ardından Tim komutanımızın o Cesaretli o yürekli ve o korkusuz sesi kulaklarımızda cınladı.
- Araç Dur, Far Söndür, Araç Terket
Herkez komutla beraber dağılmıştı gecenin karanlığına benim yanımda Mesut ilk öğrendiklerimizle hemen çevremizi kolaçan ettik okadar istekliydikki kimse bu isteği kıramazdı.
Daha sonra yürüyüşe geçtik bir dağın eteğine çıktık ve bir kalyonun üstünden yeni keşfettiğimiz geçiş yerini gözetlemeye başladık termal kamera okadar yakıyorduki vicudumu gözlerim neredeyse kör olacak gibiydi uzak mesafeler için kullanılan Askarat ise Mesuttaydı mesuta
- Mesut bu benim gözümü yordu ve gözüm çok fena yanıyor değiştirebilirmiyiz, dedim Oda ;
- Olur Tertip tabiki değiiştirebiliriz
O gece her hangi bi şey olmadı sabah etrafı taradık ve aldığımz istihbaratlara göre güneye doğu yöneldik tam hatırlamıyorum ama rahat 6 saat yürüdükten sonra yarım saat yemek molası verdik dinlendikten sonra 4 saat daha türüdük Mesutun matarasında su bitmişti ve ona mataramdan suyumu uzattım bana az olduğunu söyleyerek şöyle devam etti
- Tertip buna zamanı gelince senin daha çok ihtiyacın olacaktır.Bende
- Olurmu kardeşim aynı dava için mücadele ettiğim dava arkadaşıma su vermezsem asıl ozaman ölürüm dedim
Gece çökmüştü ve pusu için yeni bir yer daha bulmuştuk pusuda yatarken termale bir şeyler takıldı ve bazı arkadaşların bunu benden önce farettiklerini gördüm hemen heyecanlanarak sağıma soluma baktım ve sanırım başlıyorduk ilk sıcak çatışmamıza başlıyacağız Mesut diyene kadar ilk kursun sesi dağların eteklerinde Er Ozandan koptuve gerisi gelmeye başladı okadar heyecen içerisindeydimki biryandan ürğerti bir yandan heyecan karanlıkta tüm bildiklerimi icra etmeye çalışıyordum ve aniden Tim komutanı
- 2.Tim Kalk İstikamet Ölülere ( ölülere tabiri birliğimizde PKK diye adlandırılıyordu)
Kalktık ve koşmaya başladık PKK denilen o pislik adamlar kaçıyorlardı amacımızın dışından sapmadan temkinli bir biçinde hedef küçülterek koşuyorduk bi ara Mesutu aradı gözlerim birden yanımda olduğunu far ettim ve o an gördüklerime inanamadım, daha doğrusu mesutu tanıyamadım öyle bir insan olmuştuki Mesut o Hırsı o koşuşu o surat ifadesi tamamen parçalamaya, yok etmeye Öldürmeye endekslenmişti o anı asla unutamıyacağımı orada anlamıştım.
Harekatımız sper al komutuyla sona ermiş ve sıcak catışmaya alçaktan sürünerek devam ediyorduk Mesut o toprak ve taşın üzerinde öyle bir sürünüyorduki diz kapakları ve kollarının olduğu kamufulaj bölümleri soyulmuş dirseğinden ve diz kapaklarından taze kan damlıyordu tabi o bütün bunların farkında bile değildi herkez gibi öc ve intikam peşindeydi.
Çatışma sona ermişti herhangi bir kıpırdama veya ses yoktu diz kapağımda ve dirseğimde sulu bir şeyler hissediyordum sanki kolum ve bacaklarım suya girmiş çıkmış gibiydiler gecenin alaca karanlığında öylece bir bakbildim ancak kendime ve gördüğüm manzara beni bile şaşırtmıştı Diz kapağım ve dirseğim sürünmekten parçalanmış ve kamufulaj namına üzerimde bir şey kalmamıştı hayretler içerisinde Mesuta döndüm, Mesut yanıma süzülerek alçak ve belli belirsiz bir sesle
- Kardeşim Seni bu gece asla unutmayacağım o Hırsını ve gözündeki o ifadeleri sanki başka bir insandın dedi
İnanamıyordum bilmeden bende aynı duygular içerisinde aynı iç güdülerle hareket ederek resmen insanlıktan çıkıp Ölülerin peşine koşmuştum.
Gece bitip şafak söktüğünde durduğumuz yerden mevzii alarak ilerlemeye başladık ve PKK lıların yanına gittik benim sayabildiğim yerde yatan kişi sayısı 9 du sonradan 14 kişi olduklarını duydum sağa sola her yana dağılmıştı cesetleri kimi ise hala yaşıyor bacağına koluna gelen kurşunun acısıyla kendinden geçmiş bir biçimde yatıyordu. Bizlere öğretilen taktiklerle Pkklılara yaklaştık El bombası olasılığına karşın en fazla 20 Mt. yaklaşabildik ve sonunda bu metreyi faraltıp kişilere ulaştık ben 3 kişinin yan yana yattığı bir taşın kenarındaydım belliki bu kişiler vurulduktan sonra birbirlerine kadar sürünüp birleşmişlerdi yerde kan izleri vardı 10 metre kadar sürünmüş olmalılardı birisi yüzü yere doğru diğer ikiside yüzü koyuna paralel bir biçimde yüz üstü yaıyorlardı Mesut yanıma geldi ve yüzü bize dönük olanları aramaya başladık şarjör ve bol miktarda ilaç çıkmıştı üzerlerinden diğer yüzü koyun yatanı Mesut çevirdiğinde ise gözlerime inanamamıştım Bu bir bayandı
Ve hala yaşıyordu saçının kısalığından bayan olacağını kestirememiştik Tim komutanına seslendik ve komutanımıza bir bayan bulduğumuzu ve yaşadığını söyledik yanımıza geldi ve
- Acısı ona yeter o acıyla sürünerek ölsün dedi üzerinede tükürerek yanımızdan ayrıldı.
Ve 2 gecelik serüvenimiz 14 cesetle noktalanmıştı birliğimize geldiğimizde 2. Tim olarak O günkü Tim defterimize 14 Ölüler eklediğimiz ve toplam Ölüler kişimizin 154e ulaştığını öğrendim.
10 ayımız dağlarda farklı Timlerde Pkk kovalamakla geçti tanıdığım veya yeni tanıdığım arkadaşlarımdan Şehit düşenler oldu Gaziler verdik ve bir çok Pkk öldürdük günler içerisinde hep Mesut yanımdaydı tabi bende onun yanında sanki bize bir şey olmayacakmış sanki biz hiç bir zaman ölmeyecekmişiz gibiydik
Askerliğimizin bitmesine artık sayılı günler kalmıştı Mesut izin kullandığı için benden 20 gün sonra teskere alacaktı bense izin kullanmadığım için 20 gün erken gidiyordum hep askerlik bittikten sonra yapacaklarımızın planlarını yaparak günleri öldürmeye çalışıyorduk bir yandanda dağlarda Ölü Pkk avına çıkıyorduk.
Askerliğimzin bitmesine artık sayılı günler kalmıştı ve bizim Terrip artık Tim görevinden düşün bölük içerisinde nöbete geçmişti Tim görevini ise yeni gelen asker kardeşlerimiz üstlenmişti artık rahattık ve Mesutla her gece 2 saat nöbet tutuyorduk.
Günler geçmiş ve benim teskere zamanım gelmişti ve Şafağım artık Doğan Güneşti o akşamda Mesut ileydim ve askerde yazdığım günlüğümün son gecesine Şafak Doğan Güneş yazıyordum Mesut bunu gördü ve ;
- Kardeşim 2-3 satırda ben ekleyebilirmiyim defterine dedi bende hemen defterimi uzatarak bunun beni çok mutlu edeceğini söyledim
Mesut Defterime Büyük Harflerle Aynı şunları yazmıştı;
SÖZ DERİZ
SÖZLE DÜŞÜNÜR
SÖZLE SÖYLERİZ
SÖZDÜR BİZİM SİLAHIMIZ
SÖZLE DOST ANAR
SÖZLE KIRARIZ
BİR SÖZLE UNUTULUR GİDER
BİR SÖZLE EBEDİ KALIRIZ…….
Bu sözleri okuduğumda ağlamaya başladım ve ondan ayrılacağıma çok üzüldüm Mesut bana ;
- Tertip ağlama iyi kötü günlerimiz geçti omuz omuza ama hep Sabrımızla bazı şeyleri aştık dedi bende sözünün doğruluğunu teyit ettikten sonra ona bir sigara tuttum bana ;
- Tertip benimle bu gece son bir nöbet daha tutmaya var mısın dedi, bende hemen kabul ettim zaten
Nöbetine baktık nöbeti gece 2-4 tü ve çelik kuledeydi biraz tepede ve dik bir tepedeydi ama yinede güzel yerdeydi kule. Komutanımızdan izini zor bela almıştım son gecemde nöbeti silahsızda olsa Mesutla birlikte tutacaktım.
Gece nöbete giderken yanıma Günlüğümüde aldım nöbet yerine vardık ve Mesutla birlikte kulenin içerisinde oturup muhabbet ediyorduk ilk günümüzü otobüsü konuşuyorduk ve bi ara sezsizlikten sonra Mesutun oturduğu yerde uykuya daldığını farkettim bense bekliyordum ne olursa olsun bekliyecektim güneşi bekliyecektim çünkü o benim güneşimdi Şafak Doğan Güneş, güneşimdi. Defterime o gece nöbetini saat bildirerek yazmaya başladım ve bir kaç dipnotla geceyi hayırlatacak tatlı sözler yazdım.üzerime çöken yorgunluk benide vurmuştu ve bende tatlı bir uykuya dalmıştım bunun farkında bile değildim taki birileri beni apar topar kolumdan büyük bir hışımla uyuduğum yerden kaldırıp gün ışığına o kulubenin dışına çıkarıncaya kadar….
Kendime geldiğimde yanımda 4 Asker ve başlarındada bölük komutanımız olduğunu gördüm ne olduğunu bile anlamamıştım hepsi beni çevrelemiş sessizce bana bakıyorlardı kimsede çıt bile yoktu o anda gözüm Mesutu aradı Arkamdaki kulede kulübenin içinde olmalıydı, arkamı döndüm ve hemen hemen 5 metre ilerimdeki kuleye baktığımda kulenin kulubesinin kapısının yanında kırmızı bir şeyler gördüm bu rengi bir yerlerden tanıyordum bu rengi beynime bir yerlerden kazımıştım, olamazdı o renk tahmin ettiğim renk olamazdı bu renk ölü rengiydi bu renk kan rengiydi pıhtılaşmaya başlamış Soğumuş Kan rengi.
O Anda beynimden vurlumuşa dönmüştüm şuurumu kaybetmiştim içeride Ben ve Mesut vardık Tanrım düşünmek istemiyordum hafızamı kaybetmek üzereydim ne olmuştu? Bağırmaya başladım ve kulubeye koştum Mesut, Arkadarşım, Tertibim, Kardeşim Boynundan derin bir bıçak darbesiyle uykusunda öldürülmüştü ve kanı kulubenin içerisinde her yere sıçramıştı bende dahil her yerde kan vardı Mesutun kanı, Kardeş kanı.
Kendime geldiğimde yanımda komutanım ve tabip Dr Üsteğmen komutanımız vardı kendimi toparlayamamıştım ve bana tüm olanları anlattır.
Gece biz uyuduktan sonra tahmin edilen sayısı 3 kişi olarak belirlenen PKK’lılar içeriye girmişler ve Sessizce kasaturalarıyla önce Mesut’u acımadan katletmişlerdi bana döndüklerinde komutanların bana verdikleri günlüğümden beni neden öldürmediklerini çözmüştüm Günlüğümün son açık sayfasında Mesut’un yazdığı yazıların ve benim Şafak Doğan Güneş yazdığım işte o sayfada Mesut’un Kanıyla parmakla yazılmış bir yazı vardı yazıda
- Dua et şafağın Doğan Güneş………….
Teskeremi aldım ama beynimi hala oradan alamadım Mesutun ailesine koştum hemen cenazesine yetiştim kardeşimin Göz yaşları arasında sanki onunla benide toprağa verdiler başında 3 gece nöbet tutabildim ve 1 ay boyunca durmadan baygınlık geçirdim ve hala pisikolojimin normal olduğunu sanmıyorum Mesut ise hala içimde bir yerlerde yaşayan Büyük bir silah arkadaşı Belki beklemediği bir biçimde onursuzca, kalleşçe öldürüldü ama şunu çok iyi biliyorumki o ve bizler bu vatan için çok ama çok şeyimizi verdik.
Hepsi bu vatan Topraklarına Helal olsun. Tüm Şehitlerimizi saygıyla anıyorum

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

236

Saturday, 7.09.2013, 03:37

Mezardan da Öteye Giden Dostluklar


Derin düşünceler içinde boğulurken niçin böyle düşündüğünü sordu kendi kendine. Tabi ki bir cevap alamadı. Çünkü o anda aklına mantıklı bir cevap gelmiyordu. Şimdi ölsem ne olur acaba diye düşündü. Olacakları zihninde canlandırmak için gözlerini kapadı. Öncelikle bir sonraki gün evine gelenler onu ölü bulacaklardı. Daha sonra yaklaşık olarak iki gün sürecek cenaze işleri. Sonra bir kefen ve bir tabut. Cenaze namazında yüzleri tanımadığı on onbeş kişi. Sahte onaylamalar. Sahte dostluklar.
Her şey o gün ortaya çıkardı. Ama o zamanda o burada olmayacaktı. Daha sonra defnedileceği yere geldiğinde onu toprağın altına atacaklar ve kimse ardına bakmadan oradan kaçacak. Çünkü ölüm onları korkutacaktı. Niçin kimse onunla gelmiyordu. Bütün dostluklar oraya kadar mıydı? Bir sınırı mı vardı hepsinin? Hani nerde o nerde ve ne zaman olursak dostuz sözleri? Hepsi sahteymiş meğer. İşte bunun için şimdiye kadar genellikle yalnız olurdu. Yani o ondan sonrada kendine eşlik edecek bir dost arıyordu. Zordu bulmak ama umutluydu o. Umut fakirin ekmeği diye bir söz vardı galiba güzel türkçemizde. Onu hatırladı. Ve daha bir sağlam sarıldı ekmeğine…
Bir gün yine deniz kıyısında oturmuş seyrediyordu mavi gökleri ve yeşil denizi. Aslında pek yeşil sayılmazdı. İnsanlar oralara da el attıktan sonra ama bütün şairler denizin yeşil olduğundan bahsederlerdi. Yoksa oda görmemişti yeşil denizi. Yalnızca dedeleri veya ninelerinden duyarlardı. Dedesinin bak torunum bir gün… diye başlayan hikayelerini zevkle dinler onlara hayran kalırdı. Neyse bunları bir kenara bırakalım. Evet seyrediyordu denizi.
Her gün gelirdi buraya. Hiç aksatmazdı doğayla ve havayla olan randevularını. Onlar onun tek arkadaşıydı çünkü. Oturmuş bunları düşünürken diğerini gördü başka bir ucunda parkın. Çok garip. Çünkü buraya tamı tamına beş yıldır geliyordu ve şimdiye kadar hep yalnızdı. Daha önce kimseyi o civarda görmemişti. Aslında bir yandan da seviniyordu. Birisi daha var. Benle aynı havayı soluyan birisi. Diğerinin yanına gitmek için niyetlendi ama ne konuşacağını bilmediği için vazgeçti. Ve evine gitti.
Ertesi gün o yine ordaydı. Ve diğeri de. Bu sefer ayağa kalktı. Diğerine doğru yürümeye başladı. O yürüdükçe yol uzaklaşıyordu sanki. Diğerine ulaşamıyordu. En sonunda geldi yanına. Bankın diğer ucunda oturdu. Ve aniden konuşmaya başladılar. Her konudan konuştular. Konuştukça rahatladığını hissetti o. Zaman ilerliyordu. Zamanı durdurmaya kimsenin gücü yetmezdi. Onunki de yetmedi. Ve en sonunda pes edip saatin geç olduğunu söyleyerek uzaklaştı diğerinden. Hiç yüzüne bakmadı. Sanki yüzüne bakınca büyü bozulacakmış gibi geliyordu ona. Bakmadı. Döndü ve bir daha bakmadı.
Yatağında uykusuzluktan kıvranırken farketti merak denilen duygunun ne kötü bir illet olduğunu. Diğerini merak ediyordu. Ama elinden de bir şey gelmiyordu. Saniyeler asır gibi geliyor. Daha dün konuşurken geçmemesi için dua ettiği zamanın akıp gitmesini istiyordu. Ama olmuyordu. O isteyince olsaydı keşke. Pencereyi açtı. Dışarıda yağmur vardı. Üstüne bişeyler alıp dışarı çıktı. Gezmeye başladı. Yağmur durdu. Vücudundaki demir eksikliğinden dolayı yağmurdan sonra toprağın o insana rahatlık veren ama bir o kadarda zararlı kokusunu içine çekti. Ve evine gitti. Yine yatamadı.
Sabah gözlerini açtığında sanki biraz uyumuş gibi hissetti. Ama saate baktığında saniyenin bile yer değiştirmediğini hayretle gördü. Akşamı zor etti. Çünkü bir an önce oraya gitmek istiyordu. Akşam oldu. Gitti. Oturdu. Beklemeye başladı. Diğeri geldi. Bu sefer diğeri onun yanına oturdu. Hala yüzüne bakmıyordu. Yine bol bol konuştular. Herşeyden.
Acaba aradığım dost bu mu diye düşündü. Hani şu yazının başında anlatmıştım ya. Daha sonraları çok pişman olacağı birşey yaptı. Ve diğerinin yüzüne bakmaya yeltendi. Tam görecekken diğeri kayboldu. Oda hemen başını eğdi. Ama gidenler bir daha gelir mi? Gelmez. Gelmedi de. Diğeri gelmedi. Her akşam gitti oraya ama diğerini göremedi. Çok üzüldü. Çok ağladı ne yaptım diye. Büyünün bozulacağını biliyordu ama yinede yaptı. Bakmaya yeltendi. Ve böyle oldu işte. Pişmandı. Çok pişman. Öyle ki artık tamamen duygusuz biri haline gelmişti.
Sabah akşam o bankta, yani ilk oturdukları bank oluyor, oturdu. Ölü gibiydi. Gözleri fersizdi. Ama hala mavi gökyüzüne ve yeşil denize bakıyordu. Adeta onlarla bir oluyordu gözleri. Gözleri herşeyi anlatmaya yetiyordu. Zar zor eve gitti. Aklına birşey gelmişti. Eline bir şişe asit aldı. Asit. Yakıcı. Yakıcı bir madde. Onunla ne yapıcaktı diye sormayın. Çünkü oda anlık olduğu için cevaplayamazdı. Bende. Evet anlık oldu. Kafasına diktiği gibi bitirdi asidi. Daha sonra düştü masasından. Filmlerdeki gibi düştü. Yavaş yavaş. O anın tadını çıkararak. Zaten insan hayatında bir kere intihar edebilirdi. Oda tadını çıkarıyordu. Yüzü yere ulaştığında. O çoktan gözlerini kapamıştı.
Ertesi gün. Cesedini masanın başında buldular. Vücudunda yer yer yanıklar vardı. Ve birde asit şişesi. Boş bir şişe. Anladılar. Daha sonra tanımadığı beş on kişi namazını kıldı. Ve doğru toprağa. Onu yine yalnız bıraktılar. Oradakiler gittiğinde ve ortalıktan el ayak çekildiğinde biri geldi oraya. Bu diğeriydi. Evet diğerinin ta kendisi. Kendini suçlu hissetmiyordu. Çünkü olması gereken oydu sanki. Onunla birlikte ölemezdi ama ölene kadar onun başında bekleyebilirdi. Bekledi… Bekledi… Bekledi…

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

237

Saturday, 7.09.2013, 03:38

İnanmak

San Francisco Körfezi’ndeki bir okulda okul müdürü 3 öğretmeni çağırıp şöyle demiş.
- Siz üç öğretmen sistemde en iyi ve en uzman kişilerden olduğunuz için 90 tane seçkin üstün öğrenciyi size vereceğiz. Bu öğrencilerin gelecek yıl da hızlarını korumalarını sağlamanızı ve çok şey öğrenmelerini bekliyoruz.
Üç öğretmen, öğrenciler ve öğrencilerin anne -babaları bunun çok iyi bir fikir olduğunu düşünmüşler. O okul dönemi hepsinin hoşuna gitmiş ve çok başarılı çalışmalar yapmışlar.
Okul bittiği zaman öğrenciler bütün San Francisco Körfezi’ndeki diğer öğrencilere göre % 20-30 daha başarılı olmuşlar. Yıl sonu geldiğinde müdür, üç öğretmeni çağırmış ve onlara şöyle demiş.
- Bir itirafta bulunmak istiyorum. En zeki öğrencilerin 90′ı sizde değildi. Onlar ortalamanın biraz üstünde öğrencilerdi ve o 90 öğrenciyi sistemden tesadüfen seçtik.
Öğretmenler doğal olarak öğrencilerde görülen başarının kendi istisnai öğretme becerilerine bağlanması gerektiği sonucuna varmışlar. Müdür devam etmiş.
- Bir itirafım daha var, demiş. Siz de en parlak öğretmenler değilsiniz. İsimlerinizi bir şapkanın içine doldurduğum kağıtların arasından rasgele seçtim. Siz inandığınız için başarılı oldunuz.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

238

Saturday, 7.09.2013, 03:39

Hayatın Tadını Çıkarabilmek

Kariyer yolunda ilerleyen bir grup yeni mezun,
Eski üniversitelerindeki profesörlerini ziyaret için bir araya gelirler.
Sohbet, sonunda işin ve hayatın stresinden şikâyetleşmeye döner.
Misafirlerine kahve ikram etmek isteyen profesör
Mutfağa gider ve yanında büyük bir termos içinde kahve
Ve porselen, plastik, cam, kristal olmak üzere değişik tarzda
Ve ucuz görünenden, pahalı
Ve hatta çok özel olanlarına kadar değişik kahve bardakları ile gelir.
Herkes bir bardak secince,
Profesör şöyle söyler :
‘Fark ettiyseniz,
Tüm pahalı görünen bardaklar alındı
Ve geriye ucuz görünümlü, sade bardaklar kaldı.
Kendiniz için en iyi olanı istemeniz normal olsa da,
Bu sizin stresinizin ve problemlerinizin kaynağı aslında.
Emin olun ki, bardağın kendisi kahvenin kalitesine hiç bir şey katmaz.
Çoğu zaman, sadece daha pahalıdır ve hatta bazı durumlarda da içtiğimizi saklar. !
Hepinizin aslında istediği kahveydi, bardak değil,
Ama bilinçli olarak en iyi bardaklara yöneldiniz
Ve sonra birbirinizin bardağına bakmaya başladınız.
Hayat kahveye benzer,
İs, para ve toplumdaki konumunuz da bardaklar.
Onlar hayati tutmak için sadece araçlardır
Ve seçtiğimiz bardak yasadığımız hayatin kalitesini belirlemediği gibi değiştirmez de.
Bazen;
Sadece bardağa odaklanarak
Kahvenin tadını çıkarmayı unuturuz.
Kahvenizin tadına varın!
En mutlu insanlar her şeyin en iyisine sahip değildirler.
Sadece her şeyin en iyi şekilde tadını çıkartırlar….

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

239

Saturday, 7.09.2013, 03:40

Arkasında Rabbinin Olduğunu Bil


Hz. Mevlânâ bir gün eve gelir, oğlunu üzgün görür. Sebebini sorar. Oğlu: “Hiç…” der. Hz. Mevlânâ dışarı çıkar.
Kapıda asılı bir kurt postu vardır, onu alır üstüne giyer. Ellerini havaya doğru açıp ulumaya başlar. Oğlu babasının bu haline bakıp güler.Hz. Mevlânâ:
“Evladım, gördün mü?” der. “Dünya dertleri de işte böyledir. Kurt, aslında korkutucu bir hayvandır. Ama sen o postun arkasında babanın olduğunu bildiğin için korkmadın ve güldün. İşte bütün dertlerin arkasında da Rabbinin olduğunu bil ve ona güven…”

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

240

Saturday, 7.09.2013, 03:41

Sultanın Dehası

Sultan İkinci Abdülhamid Han kendisine bomba ile sûikast tertîp edenlerden Belçikalı Joris’i hapishâneden huzuruna çağırdı ve:
– “Siz, tertip ettiğiniz bu sûikastla beni öldürmek istediniz; Cenâb-ı Hak buna müsâade etmedi. Hepiniz yakalandınız, muhâkeme edildiniz, mahkûm oldunuz. Ben sizi idâm ettirmedim. Mahkûmiyetinizi müebbet hapse tahvil ettirdim.” dedi. Joris, minnettâr bir tavırla ellerini uzatarak:
– “Pardon sör…” dedi. Sultan bir el hareketi ile Joris’i susturup devam etti:
– “Ben öldürülecek bir hükümdar değildim. Çünkü hiç kimseye zulmetmedim. Sizin berâber çalıştığınız Ermeni komiteleri bir hülyâ peşinde koşuyorlar. Bu memleketimin aleyhine olacaktır. Ben buna müsâade edemem. Attığınız bomba ile bu kadar bî-günâh insanlara kıydınız. Dünyânın hangi memleketinde olursa olsun böyle bir cürmü irtikâp edeni idâm ederler. Ben sizi serbest bırakacağım. Elini kolunu sallaya sallaya buradan çıkıp gideceksin.” dedi. Joris, hayretler içinde:
– “Majeste! Artık hapishâneye dönmeyecek miyim? Beni hakîkaten serbest mi bırakacaklar?” dedi. Pâdişâh;
– “Evet. Orada bulunan husûsî eşyanızı getirecekler ve buradan pek bilinmeyen bir otele gidip başka bir isimle orada kalacaksınız. Fakat bir şartla.” dedi. Joris o derece memnun olmuştu ki:
– “Bunu bir şart olarak söylemeyiniz, bir emir olarak kabul ediyorum!” dedi. Sultan Hamid:
– “Buradan gideceksiniz ve şimdiye kadar berâber çalıştığınız Ermeni ihtilâl komiteleri ile temasta bulunacaksınız. Onlara buradan ne sûretle çıktığınızı nasıl isterseniz anlatabilirsiniz. Size ayda beş yüz lira vereceğim. Bu komitelerin Türkiye’de gösterecekleri faâliyetler hakkında bana muntazaman malûmat vereceksiniz. Aralarına gireceksiniz ve bütün mesâilerini tâkip edeceksiniz. Maaşınız bir banka vâsıtasıyla her ay muntazaman size gönderilecektir. Mutâbık mıyız?” Joris yerinden kalktı, hürmet ile eğildi:
– “Majeste! Şükranlarımı arz ederim, irâdeniz harfiyen icrâ ve tatbik edilecektir!”
Ondan sonra, bir müddet Ermeni mes’elesinden bahsedilmedi.

Benzer konular