Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

201

Monday, 8.02.2016, 22:21


ETRÜSK MÖ.6.yy-4.yy - Paradan önce kullanılan çubuk-bar / Etrüsk ABC'sinde Q damgası
OQ - OK olarak okunur ve ok'a da benziyor

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

202

Monday, 8.02.2016, 22:23


Eski Türkler'de saç bir kimlikti. Türkler uzun saçlarıyla o kadar bütünleşmiş ve ün yapmışlardı ki Türk dendiğinde uzun saçlı insanlar akla gelirdi.
Selçuklular döneminden başlayarak geriye gidildiğinde Türklerin saçlarına ne kadar önem verdikleri daha da iyi anlaşılıyor. Mesela Çağrı Beyin kumandasında 1015 yılında Doğu Anadolu'dan gelen Selçuklu akıncılarıyla ilk kez karşılaşan Van Gölü civarındaki Ermeniler, Türk savaşçılarını sanki Brewehard filmindeki gibi tarif ediyordu: "Herşeyden evvel Türkmenlerin rüzgar gibi atlar üstünde bambaşka kıyafetleri, kadınlarinkine benzer uzun saçları, mızrakları ve yaylarıyla görünüşleri, böyle bir manzara ile ilk defa karşılaşan insanları telaşa düşürmüştü."
Prof. Dr. Faruk Sümer:" Oğuz Türklerinin saçları uzun ve kesmezler. Hükümdarlar genelde saçlarını serbest bırakırken, savaşçılar ve diğer erkekler belik örerler. Oğuz erkekleri, saçlarının örgüleri çok olmasıyla tanınır. Peçeneklerin de saçları örülüydür. 9. yy yaşayan Horasan Türkleri'nin de saçları uzundu. Harzemşahlar'ın da saçları uzundu fakat hacca giderken kısaltıyorlar. Uygur metinlerinde de alplerin saçları aslan yelelerine benzetiliyor. Uygur hükümdarı ise saçlarını topuz şeklinde toplamakta ve topuzun üstünde, beş sınıf halkı temsil eden, beş dilimli taç giymekteydi."
Rus kaynaklarında da, 'sarışın' olmalarıyla tanınan Kuman Türk erkeklerinin saçlarının uzun olduğu ve örgü yaptıkları bildiriliyor. Hatta Kuman erkekleri, saçlarına üç model veriyormuş. Birinci model: Yan yana üç saç örgüsü; üç eşit uzunlukta ve kalınlıkta. İkinci model: Şakağın iki tarafından ve ensenin ortasından bir tutam olarak örülüyor ve üç örgü aşağıda birleşiyor. Üçüncü model: Bir tek uzun saç. Saçlarının bakımlı ve taranmış olmasıyla ün yapan Kuman erkekleri en çok birinci ve üçüncü modelleri tercih ediyordu. Uygurlar'da saçlar omuzları örten kalın örgüler halinde örülmüş dağınık haldeydi. Bazan da iki düğüm atılır ve kulakların önünden ve şakaklardan aşağı sarkıtılırdı. Fakat Uygur erkeklerinin favorisi arkaya doğru taranmış ve ortadan ikiye ayrılmış modellerdi.
Hun erkekleri ise diğerlerine göre daha hızlıydı. Ortaya çıkardıkları bir model o dönemde moda akımı haline gelmişti. Bizans tarihçisi Prokopios Avrupa Hunları'nı anlatan yazısında Hun Tarzı olarak adlandırılan bu modeli "Saçlarını ön taraftan geriye şakaklara kadar keser ve arka kısımlarını uzatırlardı" şeklinde tarif ediyor. Avarlar ve Bulgarlarda da bu tip yaygınmış. Çin yıllıkları ise, Asya Hunlarının da saçlarının uzun olduğunu fakat tepeden ördüklerini yazıyor.
Tanınmış sinolog O. Franke, saç örgüsünün yalnız Türklere mahsus olduğunu söylüyor. Güney Rusya bozkırında bulunan Türk kavimlere ait taş heykellerin ekserisinde başın arka tarafından aşağı doğru sarkmış üç saç örgüsü bunu doğruluyor. Fakat Göktürkler saçlarını örgü yapmayıp genelde serbest bırakırlardı. Ön taraf kirpiklere kadar uzatılır. Uzun saçlarını sol taraftan sırta atarlardı. Göktürk erkekleri de diğerleri gibi görünüşüne çok büyük önem veriyordu. Aynanın her erkeğe gerekli olduğu düşünülür ve aynanın tabiatüstü bir güce sahip olduğu varsayılırdı. Bir askerin ölümünden sonra da ayna, sahibinin yanında kalmalıydı. Arkeolojik kazılarda birçok mezarda diğer bazı eşyalarla birlikte, üzerinde sahiplerinin özel işaretlerini taşıyan ya da Göktürk alfabesiyle adının kazındığı aynalar çıkıyor. Manas Destanı'nda Yakup Han'ın karısından şikayet ederken saçını taramamasından söz etmesi ise Türklerin saçlarına verdikleri önemin bir başka göstergesi.
Türkler için saçlar o kadar önemliydi ki esarete düştüklerinde bile saçlarını dilleri ve gelenekleri gibi koruma gayretindeydiler. Işbara Hakan'ın 585 tarihinde Çin İmparatoruna gönderdiği mektupta yazılanlar da bunu ispatlıyor. Mektupta şöyle deniyordu: "Size bağlı kalacak, haraç verecek, kıymetli atlar hediye edeceğim. Fakat dilimizi değiştiremem, dalgalanan saçlarımızı sizinkine benzetemem, halkıma Çinli elbisesi giydiremem, Çin adetlerini almama imkan yoktur. Çünkü bu bakımlardan milletim, fevkalade hassastır, adeta çarpan tek bir kalp gibidir." (alıntıdır)

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

203

Monday, 8.02.2016, 23:07


Dört Bin Yıllık Türk zeka ve Strateji Oyunu 9 Kumalak (9 Taş): Türk milletinin dünyanın en eski ve önemli kültürlerinden birinin sahibi olduğu bilinen bir gerçektir. Bunu dil ve kültürel varlıklarımız ile tarihimizin derinliği açıkça ortaya koymaktadır.
Yeni araştırmalar, Türklerin strateji ve zeka oyunlarında da söz sahibi olduğunu gün ışığına çıkarmaktadır. Bunun en somut örneği günümüzde pek az Türk ülkesinde yaşatılmakta olan ”dokuz kumalak” veya ”dokuz taş” oyunudur. Bu oyun milletimizin hem en eski ve hem de yüksek bir kültürün mirasçısı olduğunu açıkça göstermektedir.
Fakat, ne yazık ki, pek çok değerimiz gibi, dört bin yıllık bir geçmişe sahip ve Kazak Türkleri arasında ”togiz kumalak” yani dokuz Kumalak adıyla yaşatılan bir zeka ve strateji oyunumuzun da varlığından pek çoğumuz habersiz bulunmaktayız.
Tarihi araştırmalarda bu oyunun Sakalar, Hunlar ve Göktürkler döneminde oynandığı belirtilmektedir. Günümüzde pek çok Türk halkında unutulan bu oyun konar göçer bozkır hayatını son yüzyıllara kadar devam ettiren Kazak Kırgız, Türkmen ve Altay gibi bazı Türk halkları arasında muhafaza edilmektedir. Oyuna adını veren ”Kumalak” Kazak Türkçesinde koyun veya keçinin zeytin gibi siyah ve yuvarlak dışkısına verilen addır. Nitekim, dokuz Kumalak oyununu, genelde koyun ve keçi güden çobanlar oynamışlardır. Diğer taraftan Kazak Türkçesi’nde bezelye, bilye gibi ”Kumalağa” benzeyen fal veya oyun taşları da ”Kumalak” olarak adlandırılmaktadır. Buradan yola çıkarak ”dokuz Kumalak” oyununu” dokuz taş” oyunu olarak Türkiye Türkçesine aktarabiliriz. Fakat, bunu Anadolu’da yaygın olan ve pek çoğumuzun çocukluğumuzda oynadığımız iç içe üç dikdörtgen şekil üzerinde dokuz taşı üçlü bir sıraya getirmeye çalışarak oynadığımız ”dokuz taş” oyunu ile karıştırmamalıyız. Çünkü bu iki oyun birbirine hiç benzememektedir.
Dokuz Kumalak oyunu için bir oyun tahtası ve 162 taş gereklidir. Oyun tahtasında iki sıra halinde dizilmiş 9′dan 18 çukur (göz veya oyuk da diyebiliriz) ve oyuncuların yuttukları taşları koymaları için iki hazine bulunmaktadır. Oyunun başlangıcında her çukurda dokuz Kumalak / taş bulunur. İşte, oyunun dokuz Kumalak veya dokuz taş ismi buradan gelmektedir. Oyunun kuralları basittir. Kura çekildikten sonra, ilk oynayan kendi tarafındaki herhangi bir oyuktaki dokuz taşı alır ve birini aldığı oyuğa bıraktıktan sonra, saat yönünün ters istikametinde her bir oyuğa birer taş bırakarak ilerler ve elindeki taşları bitirir. Son taş rakibin oyuğundaki taşların sayısını çift yaparsa, o oyuktaki tüm taşları alarak, yani yutarak kendi hazinesine koyar. Oyun böyle devam eder ve kim en fazla taşı alırsa oyunu kazanır. Ancak oyunun birkaç kuralı daha vardır. Makalemizin sınırlarını aşacağı için şimdi burada anlatamayacağımız bu kurallara göre ince hesaplarla hareket eden, stratejik davranan oyunu kazanır. Bu oyunun Sivas’ta oynandığı ve adına ”güç oyunu” dendiği tespit edilmiştir. Buradan da anlaşıldığı gibi, bu güçlerin denendiği bir strateji oyunudur.
Mantık ve oynayış biçimi bakımından dokuz Kumalağa benzeyen oyunların Afrika, Ortadoğu ve hatta bazı Uzakdoğu halklarında da olduğunu görüyoruz. Bu oyunlar bölgelere göre bazı küçük farklılıklar arz etmekte ve ”Abalala’e”, “Ayoayo”, “Bao”, “Bechi”, “Deka”, “Gabata”, “Gamacha”, “Giuthi”, “Njombwa”, “Nsumbi”, “Qelat”, “Coban Oyunu”, “Wari”, “Owari” ve “Wouri” gibi isimler almaktadır. Tüm bu oyunlara genel olarak Arapça ”hareket ettirmek” manasına gelen ”mankala” oyunları denmektedir.
Mankala oyunlarına baktığımızda çoğunluğunun altışar göz veya oyuğu olan ve her bir oyukta 3 veya 4 taş ile oynanan oyunlar olduğunu görürüz. Yani bunlar en fazla 48 ta ile oynanan oyunlardır.
Mankala oyunları içinde en çok stratejik hamle yapma ihtimallerine sahip olanının, yani en gelişmişinin Türklere ait olduğunu söylersek abartmış olmayız. Bu sadece taş sayısının birkaç misli fazla olmasından değil, aynı zamanda oyun kurallarının çeşitli ihtimal hesaplarına uygunluğu açısından da kaynaklanmaktadır. Diğer Mankala türlerinde çukurlara taş bırakarak ilerlerken kendi hazinenize de bırakarak taş kazanırsınız. Ayrıca son taşınız kendi tarafınızdaki boş bir çukura gelirse, o çukurun tam karşısındaki rakibin çukurundaki tüm taşları yutarsınız. Oysa Türklerde, rakibin taşını almak için rakibin çukuruna gelen son taş, oradaki sayıyı çift yaptığı zaman kazanmaktasınız. Bu durum, hem oyuncunun ve hem de taş kaptırmamak isteyen rakibin ihtimal hesaplarını iyi yapmasını gerektirmektedir.
Kazakistan’da dokuz Kumalak araştırmalarıyla tanınan Maksat Sotayev, dokuz Kumalaktaki taş kazanmak için rakibin taşlarını çift yapma kuralını Türk inanç ve devlet sistemi ile mukayesesini yapmaktadır. Sotayev’e göre, dokuz Kumalak oyunundaki yutulacak Kumalaklar sayısının çift olması Türklerin geleneksel dünya görüşüne uygun düşmektedir. Eski Türkler göğü baba, yeri ana olarak kabul etmiştir veya Nuh Peygamberin gemisine canlı türlerinin çift çift alınması, hayatın devamına başlangıç olmuştur. Araştırmacı Karcavbay Sartkocaoğlu ”iki esas”düşüncesi hakkında ilginç bir tespit yapmaktadır. İki esas düşüncesi eski Türklerin dünyayı anlama felsefesi olarak görülür. Eski Türklerin anlayışında dünya ata (baba) ve anadan ortaya çıkmıştır. Atanın gökteki yansıması güneş, ananın gökteki yansıması aydır. Ayrıca atanın yerdeki yansıması dağ ve ananın yerdeki yansıması ise sudur. Ayrıca Türkler ”iki esas” fikrine göre, ülkelerini de yönetmişlerdir. Buna örnek olarak Türk devlet sistemindeki töles ve tardus (sol ve sağ), idarede yabgu ve şad sistemi v.b. gösterebiliriz. Sotayev, bu ikili esasa dokuz Kumalaktaki ”çift sayısı” meselesinin de eklenebileceğini söylemektedir.
Ayrıca oyunda hiçbir Mankala türünde olmayan ve Kazakların ”tuzdik” dedikleri, Türkiye Türkçesine ”kale alma” diye çevirebileceğimiz bir kural vardır. Bu kural, oyunda kazanma ihtimallerini çoğaltma ve kompleksleştirmektedir. Böylece satranca benzer bir şekilde her türlü ihtimalleri hesap etmeyi gerektiren bir oyun türü ortaya çıkmaktadır. Dokuz Kumalak oyunun kurallarını inceleyen bazı yabancı mankala uzmanları, bu kale kuralının dahiyane bir buluş olduğunu ifade etmekte ve oyunun stratejik seviyesini yükselttiğine işaret etmektedirler.
Dokuz Kumalak ile diğer Mankala türlerindeki bir diğer önemli fark oyunun muhtevasında yatmaktadır. Dokuz Kumalakta Türklerin asker millet olmalarının yansımasını görmek mümkün olmaktadır. Diğer Mankala türlerinde taşlar genelde “tohum” adını almakta ve taşları hareket ettirme ise “tohum saçma” olarak ifade edilmektedir. Bu da onların ziraatçı bir toplum olduklarını göstermektedir.
Oysa Türk Mankalası olan dokuz Kumalakta taşlar ”asker” olarak görülmektedir ve bu da oyunun bir çiftçilik oyunu değil savaş oyunu olduğunu ortaya koymaktadır. Dokuz Kumalakta en çok askeri toplayan kazanmış olmaktadır. Ayrıca Kazak dokuz Kumalak terminolojisi de bunun bir savaş oyunu olduğunu ispatlamaktadır. Mesela, Kazak Türkçesinde oyun tahtasındaki her bir çukur ”otav” yani otağ ve yutulan taşların konduğu hazine ise ”orda” yani karargah olarak isimlendirilmektedir. Demek ki, çukurlar askeri bölüklerin bulunduğu otağlardır ve yutulan taşların konduğu hazineler de orduların toplandığı karargahlar, yani merkezlerdir.
Tarihte dokuz Kumalak oyununu genelde Türk çobanları oynamışlardır. Hayvan güderken baş başa veren iki çoban toprağı kazarak oyun tahtası yapmışlar ve oyunun taşlarını da Kumalaklardan temin etmişlerdir. Böylece, savaşçı bir millet olan Türklerin çobanları dokuz Kumalak oynayarak savaş stratejileri geliştirerek huzur ve barış zamanlarını geçirmişlerdir. Bu durum, barış zamanlarında Türklerin sadece avlanarak silah kullanma becerilerini değil, aynı zamanda dokuz Kumalak oynayarak savaş stratejilerini de devamlı geliştirdiklerini göstermektedirler. Bu da onları düşman karşısında her zaman yenilmez yapmıştır.
Türk Mankalasının bir diğer farkı, alınan taşların bir tanesinin kendi otağına, yani çukuruna bırakılmasıdır. Diğer Mankala oyunlarında ise kendi çukuruna taş bırakma yoktur. Dokuz Kumalakta kendi çukuruna bir taş bırakma kuralı, Türk sosyal hayatındaki baba ocağına sahip çıkma geleneğinin yansımasından başka bir şey değildir. Türklerde baba ocağı, yani baba evine özel bir önem verilip evin en küçük oğluna her zaman baba ocağı kalmakta, diğer evlatlar baba ocağından ayrılarak kendi evlerini kurmaktadırlar. Bunu daha da genişletirsek, dokuz Kumalakta taşların bir tanesinin diğer çukurlara dağıtılmadan önce kendi çukuruna bırakılmasını vatanı sahipsiz bırakmama, ona sahip çıkma düşüncesinin bir tezahürü olduğunu ifade edebiliriz.
Netice olarak Türk Mankala oyunu olan dokuz Kumalağın, kendi türleri içindeki en gelişmiş oyun olduğunu söyleyebiliriz. Buna rağmen, dünyadaki Mankala araştırmalarında dokuz Kumalağa yer verilmediğini hayretle görmekteyiz. Mankala oyunları üzerine yazılmış yüzlerce kitap ve hazırlanmış binlerce internet sitesinde dokuz Kumalak adı neredeyse hiç geçmemektedir. Oysa, bazı Avrupa ve Amerika’daki oyuncak sanayinde Mankala türlerinin çocuk oyunu olarak hazırlanıp satışa sunulduğu bile görülmektedir. Ayrıca diğer bazı Mankala türlerinin bilgisayar oyunu olarak bazı internet sitelerinde rağbet de görmektedir.
Son yıllarda bazı Türk illerinde dokuz Kumalak oyununu tanıtma ve yaygınlaştırma faaliyeti hız kazanmış bulunmaktadır. Özellikle Kazakistan’da Sovyet döneminde unutulmaya yüz tutan bu oyun, bağımsızlıktan sonra tekrar canlandırılmaya çalışılmaktadır. Bu oyun hakkında araştırmalar yapılmakta, kitaplar yayınlanmaktadır. Bunun yanı sıra turnuvalar ve yarışmalar düzenlenmektedir. Hatta birkaç sene önce Dokuz Kumalak Federasyonu kurularak bu tip yarışmalar bir düzene koyulmakta, uluslar arası turnuvalar düzenlenmekte ve tanıtım çalışmaları yapmaktadır. Dokuz Kumalak oyunu Moğlistan’da okullara kadar girmiş bulunmakta ve yarışmalar yapılmaktadır. Çin, Karakalpakistan, Altay, Karaçay-Balkar ve Yakutiya’da gençler arasında rağbet görmektedir.
Sonuç olarak dokuz Kumalak veya dokuz taş oyununun sadece bir strateji oyunu değil, aynı zamanda Türklerin dünya görüşünü yansıtan etnografik bir oyun olduğunu da söyleyebiliriz. Dünyada milletlerin kendi milli zeka oyunlarının olması, milli alfabelerinin olması gibi önemli bir kultürel özelliktir. Ayrıca dokuz Kumalağın mankala adı verilen kendi türleri içinde en gelişmişinin olması, Türklerin yüksek bir kültüre sahip olduklarının bir diğer göstergesi olmaktadır. Kültür hayatımız için bu derece önemli olan bu oyunun, diğer Mankala türleri gibi, Türkiye’de ve dünyada tanıtılması ve yaygınlaştırılması başta Kültür Bakanlığımız ve Spor Akademilerimiz olmak üzere tüm Türk zeka oyunlarını araştırma ve geliştirme ile uğraşan kurumlarımızın olduğu kadar, aydınlarımıza da düşen bir milli görev olmalıdır.
Doç. Dr. Abdulvahap Kara

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

204

Monday, 8.02.2016, 23:19


(Farsça) Kitâbu'l-tafhim gelen Ayın farklı evreleri Al-Biruni (973-1048 ) tarafından İllüstrasyon.
Çeviri:

- Neden diğer yıldız öyle davranır yok ederken ayın ışık artış ve azalış yıldızlı ışık kendi olduğunu bu ve bu ruhu anlamak bir kötülük değil gözlemleyerek, yerleşmiş neden

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

205

Monday, 8.02.2016, 23:23


Hindistan’da insiye bilgelere ve kâhinlere, ‘akıllı yılanlar’ anlamına gelen ‘Nagalar’ denirdi. Alnın tam ortasına sembolün konması, yılan gibi akıllı olmak için iç psişik melekelerin kullanılmasını ifade ederdi. Mister Okulu’nun sadece en yüksek inisiyelerine yılan başlığı takma izni veriliyordu. Başını kaldırmış yılan, aşağıdan yükselen kundalini, Yılan Ateşi’ni sembolize ederdi. Kundalinin yükselmesi ve üçüncü göz’ün açılmasıyla kişi büyük bilgeliğe ve spiritüel yaratıcı güce ulaşır; her şeyin sonsuzluğu bilinir olurdu.
Hint yazmalarında ve efsanelerinde Naga ırkı, yeraltında yaşayan ve yüzeyde insanlarla irtibata geçen bir yılansı ırktır. Bu yılanların kimilerinin insana dönüştüğü yazar. Hint yazmalarında bunlardan başka Sarpa denen bir başka yılansı ırktan daha söz edilir. Ayrıca Hint okyanusu civarında ve sonradan denizin dibine batmış bir ülkede var olduğu söylenen bir yılan krallığının bahsi geçer.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

206

Monday, 8.02.2016, 23:29


Hermetik Bilgilerde Yılan ve Yedi Irk
Hermetik bilgilere göre fiziksel âlem, süptil âlemin aynasıdır ve ruhlar bir zaman sonra büyük ışığa doğru çekilirler, onlara yol gösterilir. Evrende kozmik yasalar işlemektedir. Hermetizme göre eski insanların kökeni Dünya-dışı’dır. Hermetika adı verilen bilgilerin, eski Yunanca ve Latince yazılmış eldeki parçaları bütününe verilen ad; Zümrüt Tabletler’dir.
Hermes-Thot’un öğretisine ait kimi metinler – İskenderiye yangınından ve bağnazların ellerinden kurtulabilmiş bilgiler – bir miktar anlam kaybına uğrasa da, Kilise’nin tüm çabalarına rağmen Avrupa’da yayılmayı başarmıştır.

(Resimdeki Hermes önlüğü Mason önlüğüyle çok benzerdir!)
Hermes’in (Hermes’in Toth ile aynı kişi olduğu söylenir) Zümrüt tabletlerinin bilgilerine göre; meditasyon ve duaya yönelen Hermes’e bir ejderha görünmüştür. Anlatılanlar şöyledir:
Bu suret kanatları gökyüzünü kaplayan, bedeninden her yöne ışıklar saçan Yüce Ejderha’ydı. Yüce Ejderha, Hermes’e adıyla seslendi ve ona Dünyanın Gizemi hakkında neden düşündüğünü sordu. Gördüğü şeyle dehşete kapılan Hermes ejderhanın önünde kendini yere attı ve kim olduğunu açıklaması için ona yalvardı. Yüce Varlık, kendisinin Poimandres, Evrenin Aklı, Yaratıcı Zekâ, her şeyin Mutlak Hâkimi olduğunu bildirdi.
Bunun ardından Poimandres hemen şekil değiştirir. Durduğu yerde göz kamaştıran, nabız gibi atan bir Nur vardır. Bu Işık, bizatihi Yüce Ejderha’nın ruhani doğasıdır. Hermes görkemin ortasında ‘yükseltilir’ ve maddi evren onun bilincinden silinir. Hızla koyu bir karanlık çöker ve karanlık genişleyerek Işık’ı yutar. Her şey sarsılır. Etrafında suya benzer bir töz girdap halinde döner ve ondan dumana benzeyen bir buhar çıkar. Etraf dile gelmez iç çekişlerle ve acı haykırışlarla dolar, bu sesler sanki karanlık tarafından yutulan Işık’tan gelmektedir. Aklı Hermes’e ışık’ın spiritüel evrenin şekli olduğunu ve dönen karanlığın onu yutan maddi töz olduğunu söyler.
Yine Hermetik bilgilere göre:

Doğanın Semavi İnsan ile evliliğinden, hepsi iki cinsiyetli, hem erkek hem kadın olan ve iki ayağı üzerinde duran ve her biri Yedi Yöneticiden birinin doğasına sahip yedi insan doğurdu. Bunlar, yedi ırk, yedi tür ve yedi çarktır. Yedi insan bu şekilde yaratılmıştır. Toprak dişil element ve su eril elementtir; ateş ve esîrden ruhlarını aldılar ve Doğa insan türünde ve suretinde bedenler yarattı. Ve insan Yüce Ejderha’nın Hayat ve Işık’ını aldı. Ruhu Hayat’tan ve Aklı Işık’tan yapıldı. İçinde ölümsüzlük olan ama ölümlülükten de pay alan bütün bu birleşik yaratıklar, bir süre bu hal içinde devam etti. Kendilerinden kendilerini yarattılar, çünkü onlar hem dişi hem erkekti. Fakat dönemin sonunda Kaderin düğümü Tanrı tarafından çözüldü ve her şey serbestleşti. Ve Tanrı bunu söylediğinde Takdiri İlahi Yedi Yöneticinin yardımıyla cinsiyetleri bir araya getirdi, onları birbirine karıştırdı, kuşakları yarattı ve her şey kendi türüne göre çoğaldı. Bedeni severek bağlanma hatasına düşenler ölüme ait şeyleri hissederek ve onlardan acı duyarak karanlıkta dolaştı, fakat bedenin ruhun tabutundan başka bir şey olmadığını kavrayanlar ölümsüzlüğe yükseldi.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

207

Monday, 8.02.2016, 23:36


Babylonian star calendar-Eski Babil takvimi

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

208

Monday, 8.02.2016, 23:52


Hz.Süleyman (a.s) döneminde Şeytan ya da adı başka imtihan gereği Hz.Süleyman'ın Hak Katından ilim yüklenmiş yüzüğünü çaldı ve 40 gün boyunca bu yüzük Şeytan'da kaldı, Yeryüzünü dolaştı, kötülükleri yaydı.(e o da onun görevi), cinlerden ve türevlerine dair netlik olmayan başka varlıklardan kendisine ortaklar buldu, büyücülük üzerine çeşitli kitaplar yazdı ve bunu Hz.Süleyman'ın (a.s) tahtının altına gömdü.(işte TORA- KABALA orjinali, ama şimdikiler devede kulak sadece ve niçin Hz.Süleyman’ın(a.s) mabedi önemli, niçin tahtı vs...) Yeryüzünde insan ve cinler arasında o döneme göre, büyük bir kötülük dalgası yayılmaya başladı, insanlar Rabbini unuttu, şirk koşmaya başladı, kan akıtmak kolaydı, zina deseniz o derece, Rabbin yasakladığı (ah kelime olarak yasak deyince bizleri itiyor ama, hiç bir zaman bu insanın zararına olacak keyfi olacak bir şey de hani yasak edilmemiş ki, ah keşke anlayabilseydik ve ah keşke o nefs varya ahh ıslah edebilseydik) şeylere meyl etmeye başlamışlar, ortalık toz duman gibi adeta savrulup duruyormuş…



Allah-u Teala birgün meleklerine Var ettiği insanı ve yeryüzünü göstermiş, insanlar büyük bir azgınlık içinde tam da bizim yaşadığımız 2000’ ler gibi gerçi o dönemi bilmiyoruz ama bu dönemi düşününce bizler daha fenayız ! neyse ki , merhameti gazabından çokta bizleri hala rızıklandırmakta. Evet nerede kalmıştık, ha işte melekler bakmışlar ki, insan perişan, insanlık elden gitmiş, ne emir kalmış ne yasak, ne güzellik kalmış, ne halifelik ne eşref-i mahlukat, meleklerden Harut ve Marut, Allah'a (c.c.);

“Ya Rabbi! Şu mahlûkatın babasını (Âdem’i) sen kendi kudret elinle yarattın ve tüm meleklerin de ona secde etmelerini emrettin. Şimdi ise onun evlatları sana karşı günah işlemekten çekinmiyorlar.” demişler.
Allah-u Teala ;
"Şayet onlarda yarattığım şeyi sizlerde de yaratsaydım, sizler de onlar gibi günah işlemekten çekinmezdiniz.
Melekler: "Hayır Ya Rabbi! Senin izzetine yemin ederiz ki, biz sana karşı günah işlemezdik" diye arz etmişler.
Sonra Allah-u teala o iki meleğe de insanlara verdiği şehvet duygusunu vermiş ve onlara, kendisine şirk koşmayı, adam öldürmeyi, zina etmeyi ve içki içmeyi yasak ettikten sonra yeryüzüne göndermiş...



Harut ve Marut iki melek yeryüzüne inmiş, insani bedende olmalı zira melekler nurani varlıklar. Doğrusunu Allah bilir. Harut ve Marut bugün sınırları,Aşağı Fırat Nehri'nin kıyısında, Irak'ın büyük bir bölümünü kapsayan antik Babil şehrine gönderilmiş.

"Tuttular da Süleyman mülküne dair şeytanların uydurup izledikleri şeyin ardına düştüler. Halbuki Süleyman inkâr edip kâfir olmadı, lakin o şeytanlar kâfirlik ettiler; insanlara sihir öğretiyorlar ve Bâbil'de Harut ve Marut'a, bu iki meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Halbuki o ikisi "biz ancak ve ancak sizi denemek için gönderildik, sakın sihir yapıp da kâfir olmayın!" demeden kimseye birşey öğretmezlerdi. İşte bunlardan karı ile kocanın arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Fakat Allah'ın izni olmadıkça bununla kimseye zarar verebilecek değillerdi. Kendi kendilerine zarar verecek ve bir fayda sağlamayacak bir şey öğreniyorlardı. Yemin olsun ki, onu her kim satın alırsa, onu alanın ahirette bir nasibi olmayacağını da çok iyi biliyorlardı. Hakkiyle bilselerdi, uğruna canlarını sattıkları şey ne çirkin bir şeydi..."Bakara-102

Efenim, (ekmek teknesindeki Heredot Cevdet gibi hissettim kendimi hani birisi çıkıp ALLAHHHH dese de alnından öpsem,:=) bu iki melek Harut ve Marut yeryüzüne inince ve kendilerine Rabbin dediği şeyleri aynen bizler gibi unutmaya başlamışlar, İNSAN yani NİSYAN , aynı kökten gelir, NİSYAN unutmak demek, Kalu Bela bizim gibi işte, bunlar iki farklı şehre kadı olarak atanmışlar, biri Babil biri Mısır,dünyaya dalmışlar melek oldukları akıllarında ama ah işte o nefs ve şehvet hani insana helal ise zevk, haram ise imtihan olan iki duyu / duygu var ya hah işte böyle bir süre mücadelelerle devam etmişler. Derken ZÜHRE isminde yeryüzünde yaşayan kadınların en güzeli olan, namı diyardan diyara nam salmış o afet-i dilberi görmüşler..."



Zühre güzel kadın,alımlı kadın, Hak Teala’nın bir dişiye vereceği tüm güzelliklere, zekaya sahip bir kadın. Birgün Zühre bir davası için Harut'un huzuruna çıkmış, Harut işini görürüm,lehine sonuçlandırırım lakin seninle birlikte olmak isterim demiş. Zühre bu uyanık, demiş ki ; tamam şu gün şu saatte şurada buluşalım, sonra Marut'un huzuruna gelmiş, Marut'ta bu güzellik karşısında büyülenmiş, aynı konuşma aralarında cereyan etmiş, ZÜHRE , ona da aynı randevuyu vermiş. buluşma günü gelmiş, iki melek karşılaşmışlar ve o anda bir müddet utangaçlıktan sonra Hak Teala ar perdelerini yırtmış, biri diğerine demiş ki; “seni buraya getiren ne ise beni de o şey getirmiştir…” ikisi birden Zühre'ye zina teklif etmişler. Zühre ise, "benim putuma secde eder, benimle birlikte şarap içerseniz olur “ demiş. Önce melekler vazgeçer gibi olmuşlar sonra ise yenik düşmüşler şehvet ve nefse kabul etmişler. İmtihan işte, elimizle işlediklerimizden sorumluyuz sonuçta, bir yanda Allah-u Teala’nın, bana şirk koşmayın, adam öldürmeyin, şarap içmeyin, zina işlemeyin emirleri, diğer yanda güzeller güzeli, nefsi azdıran, şehveti uyandıran ZÜHRE...(ki hakikatte Allahın Hatrı Her Şeyden Aladır) ama işte bize zor nitekim, kolay olsa idi imtihanın sırrına gerek kalmazdı ,vardır bir hikmeti ki son zamanlarda sürekli bilinçli olarak sonsuz yaşam ve amentü esasındaki AHİRETE İMAN kudsiyeti dejenere edilse de son nefeste dahi İman inşaallah Ahirete..."



Aralardaki icraatlara girmedim ama bölünmüş gibi olmasın şunu not düşelim de devam eyleyelim, Harut ve Marut'un melek olduğu yaşadığı devrede biliniyor ve gündüz kadılık yapıyorlar ya da o dönemin şartlarına göre insanlara bir şekilde yeni bilgiler öğretiyorlar, yaşamlarını kolaylaştıracak icatlarda bulunuyorlar, bu bilgiler içinde Bakara suresi 102.ayette geçtiği üzere sihir/büyü gibi majik alanlar da var. Gece olunca Gökyüzüne çekiliyorlarmış. Zühre bunu biliyor. neyse melekler önce Zühre'nin putuna tapıyorlar, sonra keyif veren akli dengeyi sarsan düşünme melekesini bozan adı genel olarak içki diye geçen ne ise artık o maddeden de içiyorlar, tam ilişki esnasında kapıya biri geliyor ve bu vaziyete şahit oluyor, Zühre ,”o bizi gördü , öldürmezseniz herkese söyler…” diyor, Melekler,katilde oluyor, yine tam ilişkiye geçecekleri esnada, ZÜHRE diyor ki; “Gökyüzüne yükselirken ne söylediğinizi bana da öğretirseniz ancak o vakit …”diyor, melekler bunu da kabul ediyor, ve Zühre bu sihri, sözü söylerken bir anda kayboluyor ve gökyüzüne çekilivermiş...



Allah-u Teala, Harut ve Marut'un öğrettiği bilgi ile gökyüzüne çekilen Zühre'nin suretini bir yıldız özüne saklayarak ,Gezegen/Yıldız yapıyor ve işte o Venüs oluyor. Göğün 3.katına kuruluveriyor. Astrolojide geçen Venüs karakterine nasıl da uygun değil mi? Rivayet ya da Hakikat doğrusunu Allah bilir. İslam dünyasında Muhammed Esed gibi bu anlattığım yönde anlatanlarda mevcut, farklı anlatanlar da mevcut, yok diyenler de mevcut. Buluştukları nokta ise Bakara suresi 102 ayettir. tefsiri müteşabih kısmı ileride inşaallah ifşa olur. Zaman bilgi çağı yağmur gibi valla, çoğalttıkça çoğaltıyoruz ilmi Harut ve Marut melektir, yeryüzüne insan yaşamına uygun indirilmiştir, insanlar o dönem sihirle şunla bunla çok fena azdığından bunun panzehiri olarak hizmet etmeye çalışmışlardır, ilmi ya da sihri öğretmeden önce de biz imtihan için gönderildik, doğru kullanın, şeytan ya da nefs vs. uymayın diye de uyarmışlar. Ama nerede ! biz insanlar uyarı mı? valla gökten bir nida yükselse" EY İNSAN RABBİNE DÖN" diye onu bile es geçer de, ne ise o anki hırsımız hala onun peşinde koşarız...

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

209

Tuesday, 9.02.2016, 23:00


AKKOYUNLU ESERİ ZEYNEL BEY TÜRBESİ: Daha önce ifade edildiği gibi, Akkoyunlular 1462-1482 yıllarında Hasankeyf’e tam hakim olmuşlardır. Bu dönem içinde Hasankeyf'te bıraktıkları tek eser Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın oğlu Zeynel Bey Türbesi'dir. Dicle’nin kuzey yakasında yer alan bu eserin giriş kapısı üzerindeki kitabede, buranın Zeynel Bey'e ait olduğu ifade ediliyor.
Eser dıştan silindirik, içten ise sekizgen bir özellik arz eder .Türbenin silindirik gövdesi üzerinde turkuvaz ve lacivert, sırlı tuğla ile dört kuşak oluşturulmuştur. Birinci kuşakta '' ALLAH'' , ikinci ve üçüncü kuşaklarda baş kısmında “AHMET'' devamında ise ''MUHAMMED'' dipteki son kuşakta ise “ALİ'' isimleri hayranlık verici bir şekilde yazılmıştır.
Hem kapı hem de güneydeki pencere aynı renkteki sırlı tuğlalar kullanılarak süslenmiştir. Yapının birçok yerinde, bu sırlı tuğlaların söküldüğü, kasıtlı bir tahribatın yapıldığı göze çarpıyor.
Üst kubbesinde aynı tarzda süslerin izleri hala mevcuttur. Üst kubbedeki çatlakların gittikçe açıldığı ve yıkılma tehlikesi arz ettiği görülmektedir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

210

Tuesday, 9.02.2016, 23:12


DİVRİĞİ ULUCAMİ'DE KARTAL ÖRGESİ ( MOTİFİ )

Yrd.Doç.A.Yaşar Serin*
Öğr.Gör.Ebru Nalan Sülün**

Anadolu'daki kültür katmanları pek çok uygarlığa beşik olduğu yadsınmaz bir gerçektir. Anadolu'nun bu işlevini, geçmişten günümüze ve geleceğe taşıyan bir köprü görevini yapmış olduğunu da vurgulamak isterim. Günümüzde bilinen pek çok sembolün ( imge, örge vb. ) Anadolu'dan çıkmış olduğunu, zaman içerisinde de birtakım farklı kültür katmanlarıyla ya doğrudan veya dolaylı olarak etkileşerek ve evirilerek işlevsellik kazanılarak kullanıldığını görmekteyiz. Örneğin bazı ülkelerin bayraklarında yer alan sekiz köşeli yıldızın Selçuklu kökenli olduğu bir gerçektir. Bu örgenin Selçuklu yapılarının çoğunda bu formlu yıldızı görmek olasıdır.
Yine ağaç, yaprak (palmet), dal örgelerinin de Anadolu Selçuklu kökenli olduğu bilinmektedir. Kuş motifleriyle zenginleştirilmiş ağaç, çiçek gibi örgelerin özellikle kat'ı sanatında ana örge olarak karşımıza çıkmışlardır. Eski Türk Sanatlarında en çok kullanılan bitkisel örgelerin başında "Hayat Ağacı", hayvansal örgelerde ise; "çift başlı kartal, bozkurt, Selçuklu kartalları, doğan kuşu, leylek, aslan, pars vb." örgeleri gelir.

KARTAL MOTİFLERİ
Orta Asya Türklerinde koruyucu ruh olarak kabul edilen "kartal motifinin", şaman dini inanışından Yakut Türklerine geçtiği ve oradan da Orta Asya Türklerine kadar geldiği bilinmektedir. Şaman dini inanışında her insanın kuş şeklinde bir koruyucu ruhu olduğu ve insan öldüğünde bu ruhun da göğe yükseldiği inanışı hâkimdir. [2]
Bunun Türk Mitolojisindeki örneği, Orta Asya'nın ünlü Şaman Destanı Er-Töşük'tür. Bu efsaneye göre, Gök Tanrı'nın simgesi olan Büyük Kartal, kötü güçlerin elinde tutsak olan destan kahramanı Er-Töşük'ü önce yutup sonra kusarak,daha dayanıklı ve güçlü bir insan olarak dünya'ya getirir. Kartal daha sonra, Er-Töşük'ü sırtına alıp, yer altında günlerce uçurduktan sonra yeryüzüne çıkarır.2
Şaman Türklerinin İslâmiyeti kabulünden sonra ise, kartal motifi İslami açıdan bir kutsallık kazanmış olup, nitekim bu husus Hz. Muhammed'in siyah bir kumaştan yapılmış olan ünlü sancağının Türkçe anlamı" kartal, şahin, atmaca vb." anlamına gelen "UKAB" adını taşımasından da anlaşılmaktadır. Çift başlı kartallarda figürün genellikle sivri baş, kıvrık gaga, gaga altında sarkıntı, iki kanat, kuyruk ve pençeler içerecek şekilde betimlendiği görülmektedir. Çift başlı kartal örgesi, Bizans ve Trabzon Rum Pontus İmparatorlukları ile çeşitli Avrupa Devletleri ve şövalyelerinin resmi arması veya bayrak motifi olarak ta kullanılmıştır.
Türk İslam Sanatında süsleme unsuru olmakla birlikte daha çok koruyucu ruhu simgelediği kabul edilen bu motif, aynı zamanda güç ve asalet sembolü, olarak da kullanılmıştır. Kartal özellikle çift başlı olarak kullanıldığında, birleşerek artmış gücü temsil ettiğine inanılmaktadır. Bu figür antik çağlardaki Anadolu yerleşim yerlerinde de kullanılmış olup bunun en güzel örneklerini Hitit'lerin Alacahöyük ve Yazılıkaya'daki çift başlı kartal kabartmalarında görmekteyiz.
Çift başlı kartalı çok seven Anadolu Selçuklu Devlet erkanı bu figürü; Kubadabat Sarayı çinilerinde, Konya İnce Minare'de bir kabartmada, Erzurum Çifte Minareli Medresesi Anaportalinde ve Yakutiye Medresesinde, Akşehir Kileci Mescidi ahşap pencere kanadında vb. gibi birçok cami, kale, saray, han gibi mimari yapılarla, mezartaşı, halı, ahşap vb. gibi etnografik eserlerde kullanmışlardır.
Bunların en tipik örnekleri de; Nevşehir'in Hacıbektaş ilçesindeki büyük Türk mutasavvıfı (düşünür) Hacı Bektaş Veli Türbesi'nin cümle kapısındaki ve Konya Karatay Müzesinde sergilenen Artuklu Sultanı Melik Salih Mahmut'un sarayına ait bir duvar çinisindeki çift başlı kartal örgesinde görülür.
Çift başlı kartal figürleri betimsel açıdan analiz edildiğinde yapılış zamanına göre ve yörelerine bağlı olarak bariz farklılıklar gösterir. [3]
Selçuklu Sultanlarının yazlık sarayı olan Beyşehir Gölü kenarındaki Kubadabad Sarayı çinileri arasında bol miktarda kartal figürünü içeren panolar bulunmaktadır.
Kartal Örgesi, Orta Asya Türklerinde koruyucu bir ruh olarak da kabul edildiğinden, kartal figürü kalkanlara ve silahlara da işlenmiştir. Kuvvet, kudret, asalet simgesi olmuştur. Bu nedenle kötülüklerden korunmak için örge olarak da kullanılmıştır. Hükümdar çadırlarının tepesinde egemenlik sembolü olarak çadırların tepesinde de kartal örgeleri kullanılmıştır. Kale kapıları, burçlar, han, kervansaray kapılarında kartal, kuş sembolleri birçok kez kullanılmıştır.
Anadolu Selçukluların eski bir Roma toprağı olması dolayısıyla Anadolu'ya Rumî demektedirler. Bu topraklara egemen olmalarına karşın, İran, Irak, Kirman ve Suriye'ye hâkim olmaları dolayısıyla çift başlı kartalı devlet amblemi olarak benimsemiş olmaları bir faraziyedir. Kartalın o dönemlerde erişilemeyecek bir güç olması vahşi saldırısı, saldırganı mutlaka teslim alması ve onu parçalayıp yemesi, gökyüzünün tam bir efendisi olması keskin gözü, geniş kanatları, kuvvetli pençesi ve gagası, her bakımdan kuvveti ve hâkimiyeti sembolize etmektedir. Günümüzde de birçok devletin kartalı egemenlik sembolü olarak kullanıyor olması halen bu örgenin ne denli geçerli olduğunu göstermektedir.
Kutsal kitabımız Kur'an-ı Kerim'de surat betimlemenin yasak olduğuna dair herhangi bir ayetin olmamasına karşın, bazı hadislerde "canlı resmi yapanlar kıyamet günü bunları canlandırma yükümlülüğü taşırlar" rivayeti üzere Anadolu'da resim yapma geleneği çok yaygın olmadığından, sanatçılar minyatür, hat ve tezyinat (süsleme) çalışmaları yaparak özgün ve şaheser eserler üretmişlerdir. Bu arada şaman geleneği Anadolu'da unutulmamış hayvan kabartmaları, insan başı gibi figürsel öğeler betimlenmiştir. Genelde hayat ağacı tepesinde çift başlı kartal örgesi Anadolu Selçuklu Devletinde betimlenmiş örgelerdir.
Kartal, gökyüzü ile üzerinde yaşadığımız yeri birbirine bağlar. Bazı mitolojilere göre de döllenmeyi sağlar. Şaman ve Kızılderililere göre, ruhları ebedî âleme geniş kanatlarıyla ulaştırır.
İlk, orta ve yeniçağlarda kartal daima, ilahi güç, hâkimiyet sembolü olarak devletlerin bayraklarında ve armalarında yer almış, şövalyelerin flamalarına, elçilik armalarına girmiş, dünya kurulduğundan beri kutsal bir sembolik hayvandır.
Çift başlı siyah-beyaz kartal figürünü, haç işaretinin geometrik açılım formuna benzemesi nedeniyle Templiye Şövalyelerinin felsefî derecelerin sonuncusu olan ve seçilmiş anlamına gelen Kadoş Şövalyeliğinden itibaren veya diğer bir adıyla, Beyaz ve siyah kartal şövalyesi, Yüksek şûra olan yani idari derecelerinin amblemlerinde de bolca
Kullanılmaya başlanmıştır. Buradaki anlamı; hâkim, yanî her şeyi gören ve bilen, otorite anlamına gelmektedir. Aynı zamanda Doğu ve Batı olarak iki kanadı simgelemektedir. Kartalın üzerindeki taç, aslında eski Mısır'da olduğu gibi güneş tanrısını temsil eder. Hıristiyan azizlerinin fresklerinde de yer alan başlarındaki hâle de Tanrı tarafından kutsanmış, seçilmiş insanlar olduğu bu şekilde vurgulanmıştır. Esas kök, Mısır'ın güneş tanrısıdır. Çeşitli dinlerde, kültürlerde sanat bu şekilde etkilenmiştir.
Çok tanrılı dinlerde Zeus ve Jüpider'in amblemi olarak da kartal örgesi kullanılmıştır. Mısır'da kartal başı ve insan vücudu olarak karşımıza çıkar. [4]
İnsanlar toplum içinde birlikte yaşarken birbirlerine de hizmet ederler, bu şekilde dünyanın yaşam çarkı işlemesine devam eder. İnsanlar birbirlerine yardım eder. Sonuçta, bütünde Tanrının verdiği hedefe etmiş oluruz. Dünyada dengeden oluşan bir hayat olduğu, zaman içinde bir parabol gibi kaosdan, düzene, düzenden tekrar kaosa dünyanın geçtiği unutulmamalıdır. [5]
O halde Hz.İsa'nın çarmıha gerilirken gökyüzüne çıkması, halen gökyüzünde bulunduğuna inanılması, Hz.Muhammed'in Burak'la Miraç'a çıkışını da dikkate alırsak, kartalın o yüzyıllarda gökyüzünün kralı olduğu, bütün yeryüzünü keskin gözleri ile gözetmesi hakikati ile birleştirilirse, kullanılmasının anlamına daha da yaklaşma olanağı bulabiliriz. Kartal Tanrısal bir göz, görme, hâkimiyet, doğu ile batının birleşmesinin ve bunlara egemen olmanın sembolüdür.
Sonuç olarak; siyah-beyaz çift başlı kartal, yerin ve göğün hâkimi, bir anlamda tanrısallığı, sevgi ve şefkati, keskin zekâ, uzak görüşlülük, ani ve doğru karar verme yeteneği, hükmetmeyi, emrindekileri koruma ve beslemeyi, Sümer Medeniyetinden günümüze değin geçen 4.000 yıllık sürede sembolize etmiştir. Asırlar boyu medeniyetler sona erinceye kadar da sembolize etmeye devam edecektir.

DİRİĞİ ULU CAMİİ VE ŞİFAHANESİNDEKİ BETİMLEMELER
Divriği Ulu Camii ve şifahanesi XIII. Yüzyıl Anadolu Türk mimarlığı ve sanatının en görkemli yapılarından biridir. Divriği Anadolu'da kurulan ilk Türk beyliklerinden olan Mengücekoğullarına başkent olmuştur. Beyliğin hükümdarı Süleyman Şah oğlu Ahmet Şah ve eşi Turan Melek tarafından 1228- 1229 tarihleri arasında bu eşsiz eseri yaptırmıştır. 1280 m2'lik bir alana oturan camiye kuzey, doğu ve batı yönünde yer alan taş süslemeleriyle hayret uyandıran üç güzel kapıdan girilmektedir. Darüşşifası ise Behram Şah'ın kızı Melike Turan Melek tarafından 1228 tarihinde yaptırılmıştır. Bu eşsiz anı 768 m2'lik bir alana oturmaktadır. XVIII. Yüzyılda medrese haline getirildiği içinde Şifahiye Medresesi de denmektedir. Anadolu'da erken dönem mimarisinin en seçkin örneği olan Divriği Ulu Camii ve Şifahanesi; plan, mimari oran elemanları, süsleme ve örtü biçimlerinin dengeli ve uyumlu bir şekilde ayarlanmasıyla başlı başına kendine özgü bir yapıdır. Birbirine bitişik nizamda yapılmış cami ve şifahaneden oluşan bu eşsiz külliye eser, mimari üslubu ve benzersiz taş oyma ustalığı ile döneminin şaheserleri arasında sayılmaktadır.
Dış görünümü olarak yalın anlatımına karşın, farklı, yoğun, girift bezemelerle dolu göz kamaştırıcı her biri ayrı nitelik taşıyan dört adet göz alıcı taç kapı ile dışarıya açılır. Bu kapılar sıra ile;
1.Kuzey Kapısı (Kıble Kapısı): Anıtsal bir bezeme içeren böyle kapılara büyük Camilerde Taç kapı olarak ta adlandırılır. [6]
2.Çıkış Kapısı (Tekstil Kapısı) : Batıya açılan ikinci kapıdır.
3.Doğu Kapısı(Şah Kapısı) : Hünkâr Kapısı veya Taht Kapısı olarak ta adlandırılır.
4.Şifahane Kapısı: Külliyedeki dördüncü kapıdır. Plan ve tezyinat olarak Anadolu'da eşsiz güzellikte tektir.
UNESKO'nun koruma çalışmaları kapsamında yürütülen "Dünya Kültür Mirası" listesinde Türkiye'den dokuz doğal ve kültür varlığı bulunmaktadır. 1985 yılında, bu listede yer alan ilk üç varlık içinde olan Divriği Ulu Camii ve Darüşşifa'sı, özgün mimarisi, estetik, kültürel ve evrensel değeri ile XVIII. Yüzyıl kadın-erkek eşitliğini de simgelemesi ile de bir anıt özelliği taşımaktadır.
Ulu cami'nin kuzeye bakan yönündeki görkemli Taç Kapısının tüm cephesi boyunca yer alan birbirinden değişik ve karmaşık motif grupları, son derece göz alıcı rölyefler halinde büyük bir ustalıkla işlenmiştir. Kapının üst kısmını kuşatan çeşit çeşit bordürler, zemini bitkisel motiflerle doldurulmuş kitabe ve üstündeki baş kemerde yer alan aylama askılar (girlandlar), geometrik kompozisyonlar, ilk bakışta simetrik bir görünüm veren ama aslında asimetrik bir düzende tertiplenmiş desenler, bu methali süsleyen tezyini elemanların bazılarıdır. Bu motiflerin çoğu tek olarak ele alındıklarında, Türk sanatının değişik dallarında bilinen ve kullanılagelen motiflerdir. Fakat hepsinin bir arada toplanışı bu kapıya alışılmamış bir görünüm kazandırmıştır. [7]
Batı Kapısının halı, kilim ve kumaş desenlerine benzerlik gösteren ulama tarzdaki dekorasyonu buranın Tekstil(kumaş desenli) Kapısı olarak da adlandırılmıştır. Bu methalin sol duvarında çift başlı bir kartal figürü, yanında tek ayağı üzerinde duran bir başka kuş figürü ile aynı cephede gül bezek tabir edilen içi Rumî bezemelerle işlenmiş iri bir yuvarlak tezyini motif görülmektedir. Yapının sağ yanında çift başlı bir kartal daha vardır. Bu yapının daha ziyade bir pencereyi andıran Doğu Kapısı (Taht veya Şah Kapısı), diğerlerine nazaran daha sade bir görünüş içerisindedir. Selçuklu eserlerinde çokça rastlanan kabartmalı geçmeleriyle, yine bitkisel ve Rumili desenleri ahşap işçiliğine benzeyen geometrik kompozisyonlarla bezelidir. [8]
Külliyenin dördüncü ihtişamlı kapısı olan Şifahane Kapısı da yine tasarım açısından son derece orijinal ve zengin nakışları ile dikkat çeker. Sağ ve sol cephesindeki insan başı kabartmalarıyla, çeşitli geometrik şeritlerle bezeli ve adeta bir tacı andıran kemeriyle (kavsara), alınlık kısmını kaplayan ve Türklerin Orta Asya'daki en önemli sembolü olan beş kollu yıldızlardan oluşan alınlığıyla, iri pal metleri, geometrik ve bitkisel desenlerle dolgulu mücevher gibi rozetleriyle, Kapının bu şifahaneyi yaptıran Melike Turan Meleği simgelediği uzmanlarca ifade edilmektedir. [9]
Ulu cami ve Şifa hanesinin taç kapılarında, mihrap, minber ve kubbe tonozları gibi iç mekân süslemelerinde ustalıkla derlenmiş sitilize, sadeleştirme ve sembolizasyonlar yapılarak yorumlanmış farklı üslûplardaki tezyini gruplar şu başlıklar altında toplanır.
1.Bitkisel motifler (pal metler).
2.Hayvani formlar (Rumîler).
3.Geometrik desenler(Bu grup içinde yer alan geçmeler, bordürler, zencirekler, madalyonlar, rozetler ve sembolik figürler)
4.Kuşlar, insan başlı kabartmalar
5.Yazılar dır.
Ulu cami ve Şifahanesinin zengin bezemeleri kadar ilginç ve dikkate değer bir başka dekoratif grup, araştırmacılarca sembolik anlamlar taşıdığı ifade edilen figürlü tasvirlerdir. Öncelikle kuş kabartmalarına değinirsek, Batı (Tekstil) Kapısının sol yan duvarında gagaları çıngıraklı çift başlı bir kartal figürü ( Şekil:1 ), hemen yanındaki panoda ise tek ayağı üzerinde yan duran Doğan kuşuna benzer, bir kuş daha vardır
( Şekil:3 ). Aynı kapının sağ duvarında da yine çift başlı bir kartal daha yer alır. ( Şekil: 2 ) Anadolu Selçuklu sanatının en önemli özelliklerinden biri olan figürlü tezyinatta görülen kuş motiflerinin stilizasyonu hakkında, yırtıcı kuşlara sembolik anlamlar yükleyen Orta Asya etkisine işaret edilmekte, Divriği örneğinde görülen çift başlı kartalların Sultan Alâeddin Keykubat'ın gücünü sembolize ettiği, eğik başlı yan duran kuşun ise külliyeyi yaptıran Ahmet Şah'ın kendisi için hazırlattığı bir arma olduğu görüşü ileri sürülmektedir. [10]

SONUÇ
Divriği Ulu Camii ile Darüşşifasının süslemeleri, Türk sanatının ağaç, maden, kumaş ve taş işlemelerindeki motiflerin hepsinden faydalanan, bunları alışılmamış bir zenginlikte ve nispet ölçülerinde bir araya getiren bir anlayışın eseridir. Usta veya ustalar burada bir yenilik yapmak istemişler, bunda çok eski bilgi ve geleneklerden inançlardan da faydalanmışlardır. Bunu yaparken, o çağda hâkim olan bir sanat zevkinin, Türk süsleme elemanları ile tatbikçisi olmuşlardır. [11]
Bu eşsiz külliye'deki oyma taş tezyinatın mükemmeliyeti şüphesizdir ki kompozisyonları kadar bunları taşa işleyen ustaların hünerlerinden de kaynaklanmıştır. Tarihi önemine rağmen hızla yok olmaya doğru giden bu çok değerli sanat hazinesi umarız ki yakın bir gelecekte layık olduğu ilgi ve itibara kavuşacaktır. [12]
Taş duvarlara işlenmiş bu eşsiz figüratif kartal ve kuş bezemeleri yapıdaki yıpranmalar koşutunda bunlarında yıpranma ve yok olma sürecine girmiş olduğunu ve yer yer (buradaki özgün betimlemeleri incelediğim yıllarda) bilinçsiz kişilerinde tahribatına uğradığını gözlemlemiş bulunmaktayım. Bu yapıya Devletin el atarak usta kişilerin yapıyı yozlaştırmadan restorasyonunu acilen yaparak koruma ve güvenliğinin sağlanmasıyla, bu harika mirasın gelecek kuşaklara sağlıklı biçimde aktarabileceğimizi söyleyebilirim.

KAYNAKLAR:
1. MASARA,G.,"Divriği Ulu camii ve Şifahanesi Tezyinatı, Taş Bezemeleri",s.VII,Divriği Ulu camii ve Şifahanesi VIII.Türk Tıp Tarihi Kongresi-16/18 Haziran 2004
2.AKAR,A.-KESKİNER,C.,"Türk Süslemesinde Desen ve Motif",İstanbul 1978.
3.AREL,H.,"Divriği Ulu Camii Tekstil Kapısı ve Diğerleri",Vakıflar Dergisi V,s.113-128,Ankara1961.
4.ARSEVEN,C.E.,"Sanat Ansiklopedisi III",İstanbul 1950.
5.BAYAT,A.H.,"Sivas Divriği Darüşşifasındaki İnsan Figürlerinin Kaynağı ve Açıklaması",Yeni Tıp Tarihi Araştırmaları,S.9,İstanbul 2003.
6.EYİCE,S.,"Divriği'de Ulu cami",Divriği Ulu camii ve Darüşşifası Yapılışının 750.Yılı Hatıra Kitabı",s.351, Ankara 1978.
7.ÜNVER,A.S."Cumhuriyetimizin 50.YILINDA Türk Süslemesinin Dünü,Bugünü,Yarını",Kültür ve Sanat Dergisi, S.2,s.122-127,İstanbul 1973.
8.ÖGEL,S.,"Anadolu Selçuklularının Taş Tezyinatı",Ankara 1966.
9.KUBAN, D."Divriği Mucizesi",İstanbul 2003.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

211

Tuesday, 9.02.2016, 23:16


Şehzade Mustafa Türbesi, Bursa Muradiye’de, Sultan II.Murad ve Şehzade Alâaddin türbelerinin güneybatısındadır. Kanuni Sultan Süleyman’ın Konya Ovası’nda boğdurduğu oğlu Şehzade Mustafa’ya (1515-1553) ait olan türbenin kapısı üzerindeki kitabede, Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu Sultan II.Selim tarafından 1555’te yaptırıldığı yazılıdır.

Türbe sekiz köşeli plana sahip olup, üzeri sekizgen kasnağa oturan bir kubbe ile örtülüdür. Duvarları üç sıra tuğla, bir sıra kesme taştan örülmüştür. İçerisi son derece güzel çinilerle bezenmiştir. Yeşil, kırmızı, lacivert renklerde sümbül, lale, karanfil motiflerini içeren çiniler burasını adeta çiçek bahçesine çevirmiştir. Ayrıca bunların üzerinde de lacivert zemine beyaz sülüs yazı ile bir yazı frizi çepeçevre dolaşmaktadır. Çinilerin üzerinde kalan bölümler, kubbe ve mihrap da zengin kalem işleri ile dekore edilmiştir.

Türbe içerisinde Şehzade Mustafa’dan başka Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu Şehzade Orhan (1558-1562), Kanuni Sultan Süleyman’ın eşi, Şehzade Mustafa’nın annesi Mahi Devran Hatun (ölm.1580) ve kime ait olduğu bilinmeyen bir çocuk mezarı bulunmaktadır.(Cocuk mezarı sehzade mustafa ıle aynı gun olen oglu olabılır)===Ne acıdır ki, o gün cenaze namazı kılınan yalnızca Şehzade Mustafa değildi. Rüstem Paşa Bursa’ya da bir hadımağası yollamıştı. Şehzade Mustafa’nın olan bitenden habersiz daha yedi yaşındaki oğlu Mehmet de, ileride babasının öcünü alabilir endişesiyle Bursa’da -bir rivayete göre Amasya’da- boğularak öldürüldü! Şehzade Mustafa’nın eşi Rümeysa Haseki Sultan, aynı gün hem eşini hem de oğlunu kaybetmenin acısını yaşayacaktı.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

212

Tuesday, 9.02.2016, 23:22


ANTEP KUVAYI MİLLİYESİNİN KAHRAMAN KOMUTANI ŞAHİN BEY

Vatan sevgisinin kendisinde ete kemiğe büründüğü yiğit evlâtlardan, Son Karakol'un vefakâr bekçilerinden biri de Antepli Şahin'dir. Köylerden topladığı 200 milis kuvvetle Kilis-Antep yolunu kapatmış ve Fransız birliklerin geçişine izin vermemiştir. Kendisiyle baş edemeyen Fransız komutana 21 Şubat'ta şu muhteşem mektubu yazmıştır: "Namus ve hürriyet için ölüme atılmak bize, Ağustos ayı sıcağında soğuk su içmekten daha tatlı gelir. Çatmayın bize; topraklarımızdan savuşup gidiniz!" Fakat Fransızların durmaya niyetleri yoktu. 24 Mart'ta 6 bin kişilik takviye kolu Antep'e ulaşmak üzere yola çıktı. Fransızlar 26 Mart sabahı Şahin Bey'in kuvvetlerine ağır top ve makineli tüfeklerle saldırdılar. Bu amansız taarruz karşısında silâh arkadaşları geri çekilmesi için yalvarsalar da Şahin Bey, adeta tek başına vatan olmuş ve Yavuz Bülent Bakiler'in enfes ifadesiyle "yumruklarım memleket kadar büyük" dercesine âbideleşmişti. Son savunma hattı Elmalı Köprüsü'nün taşlarını siper ederek tüfeğindeki son fişeğine dek düşmana saldırdı. Sonunda, süngü darbeleri altında şüheda kafilesine katıldı. Yüzbaşı Andrea Tailon bu kahramanlık karşısında hayranlığını gizleyemeyecekti: "O subayın hayali, bizi bir gölge gibi kovaladı!" Şahin Bey'in o mübarek cismiyle tutuşturduğu istiklâl ateşi, Antep'in kurtuluşunda tükenmez bir moral kaynağı ve diriltici ruh oldu.

Hamidiye Alayları'ndan gelen tecrübeli Kürt milisler düzenli ordu saflarına katılmışlar, Antep ve Urfa'nın kurtarılmasında önemli hizmetlerde bulunmuşlardır.

Hepsinin ruhları şad olsun.


Antepli Şahin

Bu kaçıncı kurşundur, bu kaçıncı bismillâh
Bu kaçıncı ölüdür?
Bir türkü söylenir siperlerde her sabah
Vurun Antepliler namus günüdür!

Ben Antepliyim Şahin’im ağam
Mavzer omuzuma yük
Ben yumruklarımla dövüşeceğim
Yumruklarım memleket kadar büyük

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

213

Tuesday, 9.02.2016, 23:27


HÜZÜN DOLU BİR ÇANAKKALE MEKTUBU
"MUKADDES BİR HUZURA" (18 Ekim 1915 Pazartesi)

2009 yılında Prof. Haluk Oral'ın ortaya çıkardığı, Kazım Karabekir komutasındaki 14. Tümen'de görev yapan Yedek Subay Kemal Efendi tarafından Kerevizdere'den babasına yazılan 18 Ekim 1915 tarihli bu mektup, 41. Alay 2. Taburun birinci bölük birinci takım komutanı Hasan Çavuş'un kahramanlık hikayesini 98 yıl sonrasına, günümüze taşıyor. Mektubun latin alfabesine çevrilmiş tüm metni şöyle:

Sevgili Muhterem Babacığım;

Buğday benizli, açıkgöz, henüz ter bıyıklı, uzunca boylu çatık ve siyah kaşlı;kalbi vatan aşkıyla dolu asker Erzincanlı Hasan Çavuş Kırbirinci Alay’ın İkinci Taburu ‘nun Birinci Bölüğü Birinci Takım kumandanı.Hasan Çavuşun göğsünü 7 Eylül 1915 hücumunda gösterdiği fedakarlık dolayısıyla aldığı Harp Madalyası süslüyor.Yüzündeki saflık Anadolu’nun asil pak yavrusu olduğunun delili.

14 Ekim 1915 gecesi saat 03.15′de düşman blokhavzı altında patlatılan lağım düşmanın ileri geçiş siperini dümdüz etmişti.Düşman bu blokhavzını 50 metre uzunluğunda köprü üzerine inşa ettiği siperine bağlamış ve Hisarlık’taki bataryasını da buraya tesbit eylediğinden ve tarafımızdan buraya top ateşi altında bulundurmak kabil olamadığından adeta bu köprülü siper alanı Kırkbirinci Alayın felaket ocağı olmuştu.

Her saniye kavurucu bombalarını bu yere savururdu.Özetle amacı Kerevizdere’nin denize döküldüğü yerden bu mahallin bir kısmını denize kavuşturmak idi.Sanki rezil düşman o muhiti yok etmek azmine düşmüştü.Davranışlarında bu anlaşılıyordu.Lağımın infilakı üzerine söylenen saatte gece çok karanlık idi ama ateşleme yapılacağını bildiğimiz için bir projektörle ara sıra aydınlatıyorduk.Dürbün başında bulunduğumdan cehennem saçan dumanlar o muhitteki yani blokhavzındaki rezil düşman askerinin mahvolma dakikası olduğunu ilan etti.

Bunun üzerine sabaha kadar top ve torpil sesleri her kulakta o geceye mahsus büyük hatıralar bıraktı.Sabah olduğu için gelen raporları teslim ederek dinlenmek üzere karargaha geldim.Altı saat kadar bir zaman geçmiş idi ki top sesleri bu kadar bir müddet istirahatin yettiğini anlatırcasına daldığımız gafletten uyandırdı.Hemen kalktım ve gözlem yerine geldim.O anda kumandanım ileri hattı-dolayısıyla lağımın meydana getirdiği çukuru görmek-gezmek üzere hazırlanmıştı.Emri üzerine refakata hazırlandım.Beraberimizde bir de sıhhiye eri bulunuyordu.

İkinci hatta geldiğim zaman ateş tufanı arasında yüzmekte olduğumuzu zannettim.Örtülü hattan geçerek Yassıtepe’ye geldik.Burayı 41.Alay’ın 2.Taburu savunuyordu.Hoçkis ve mitralyözün gözetleme yerinden yani kum çuvallarının arkasından blokhavzını seyrettik.Düşman blokhavzın tahribinden sonra diğer bir [kaputpere] vücuda getirmiş ve kum torbalarıyla mükemmelen tahkim etmekle beraber köprülü siperine de bir ulaşım hattı temin eylemiş.Bu suretle Yassıtepe sol yanını kolayca infilak etmek yani yan ateşine almak imkanını hazırlamış.

Alay kumandanıyla cereyan eden bir konuşmadan sonra biri kendinde kuvvet gördü.Dedi ki; ”ben hemen şimdi onbeş neferle gider ve zapt ederim kumandanım!”

Erzincanlı Hasan Çavuş öyle bir mert tavır almıştı ki düşmanı anında kahredip cezasını verecek kuvvete malik olduğunu haliyle anlatıyordu.Kumandan hemen sordu.Peki, senin ismin ne? Hasan efendim, Nerelisin? Erzincanlı.Hangi taburdasın? İkinci Tabur Birinci Bölük Birinci Takım Kumandanıyım.Aferin.Fakat bilmiyor musun ki gayet tehlikeli bir noktadır? Evet, efendim, eğer tehlikeyi benimsememiş olsa idim ve vereceğiniz vazifeyi yapamayacağımı anlasa idim istemezdim kumandanım.Peki, yavrum doğru ama biz seni topçu ateşiyle himaye edeceğiz.Çünkü düşmanın mukabil siperşlerini ateş altına alacak olsak [kaputpere] karşı bir saldırıyı hem anlar ve hazırlıklarını ona göre yapardık.

Şu halde doğrudan doğruya süngüne güvenerek gitmek lazım gelir.. Diğer bir emre gerek duymaksızın ”baş üstüne” diyerek gayet şen ve namuslu bir çehre ile yıldırım gibi sıçradı.Herkesin yüzünde bu mert kahraman asil davranışı neticesi şan zafer parlıyordu.Ben orada emin idim ki binlerce Müslüman kalbi cesur metin kahramana Allah yardımcın olsun muzaffer ol diye dua ediyordu.Hasan Kerevizdere’nin kaputper tarafına takımıyla beraber ceylan gibi geldi.Ve siperlerimizin arkasında gerekli talimatı veriyordu.

O ne saf o ne büyük haluk hitab idi.Diyordu ki;Allah yoluna tutacağımız bu siper bin kere Kabe’ye gitmek demektir.Bu toprak bizim biz de bu toprağın sahibiyiz.Kumandanımız bizi işte seyrediyor.Evvala hepiniz birer adım kadar aralıklı siperin arkasına dizilin.Süngülerinizi takın, içinizde istemeyen varsa aşikare söylesin.

Bu hitab hepsinin beyninde yıldırım gibi tesirini gösterdi.Hasan Çavuş üç aydır beraberiz, sen takımını bilirsin dediler.Bu sırada alay kumandanının gözlerinden hafif yaşlar dökülmeye başladı.Var olun evlatlarım demekten kendini alamadı.Hasan Çavuş devamlı ben hücum dediğim zaman hepimiz Allah der ve bu kafirleri tepeleriz dedi.Artık arslan çavuş tertibatına devam ediyordu.Biz de Nordanfield mevziine girdik ve oradan vakayı seyrediyorduk.Cephede hafif piyade ateşi oluyordu…

Bakışlarımız daima ileride;kalbimiz çarpıyor.Yanlız Hasan Çavuş’un arş kumandasını bekliyorduk.Emirden sonra ”Allah Allah” sedalarıyla otuz kadar arslan yıldırım süratiyle atılıyordu.Düşman mevzii yani kaputper, azami otuz metre kadar olduğundan ilk hamlede kum çuvallarından aşarak düşman blokhavzına atladılar.Artık bu manzarayı tasvir etmek için Rafael kadar ressam ve Mehmed Akif kadar kalemli ve duygulu olmalı.Süngüler durmaksızın yörüngeler işliyordu.Bu kesin mücadele beş dakikayı geçmedi idi ki;Hasan Çavuş canhıraş feryat ile ileri kumandasını veriyordu.Namuslu asker, köpürmüş arslan gibi düşman köprülü siperini de bir ikinci çarpışma alanı yaptılar.

Kumandan kendi kendine Allah razı olsun hay arslan diyordu.Bütün hat adeta kuduruyordu.Bu sırada bir tek işaret her şeyi ifaya hayata bedel hazır ve istekli idi.Bu sırada düşmandan yüzden fazla kayıp vardı.Kumandan düşmanın bu kaputperi ve köprülü siperi soluna kazdırdığı kurtkuyusuna bir asker yollayarak Hasan Çavuş’a ileri katiyen gitmemesini ve köprülü siperin bizim tarafta olan kum torbalarını alarak aksi tarafa koymasını söylemişti.Emir yerine getirildi.

Blokhavzı köprülü siper düşmana tahkim edildi…Kumandanın memnuniyeti pek fazla idi.Bu muharebenin manzarası kadar hakikat uğruna feci bir manzara bilmem ki tesadüf edebilir miyim?

Gece olmuştu.Düşman bu mevki üzerine adeta yıldırımlar yağdırıyordu.İlk uyandığımız zaman evvala telefonla nöbetçi arkadaşımıza blokhavzdan havadis sorduk ve sebat ettiğimizi düşmanın icra ettiği mukabil taaruzların Hasan’ın süngüsü önünde eridiğini söyledi.Kaplerimizde büyük sevinç vardı.Artık bugün için Hasan’ın hikayesinden başka değerli bir sohbet konumuz yoktu.Öğle yemeği vakti idi.Satt henüz 11.30 Ateş son şiddetiyle başladı.41. Alay düşmanın blokhavza ve köprülü sipere Hisarlığa yerleştirdiği dağ topuyla ateş etmeye ve bu ateşi gittikçe şiddetlendirmeye başladığını söyledi.Kumandan dürbün başına geçti.

Adeta umumi bir harp;bütün cephede hücum hazırlığı görülüyor:

12.05 Düşman efradı blokhavza hücuma kalktı.
12.15 Ağır topçumuz düşman siperlerine ve Hisarlık’a lağım danesi atmaya başladı.
12.18 Ağır obüs ve havanın ateş açması.
12.20 Kırkbirinci Alay’ın tekmil cephede bomba hücumu emri.
12.25 Mıntıka bataryaları düşman bomba mevziilerini buldu ve ateş açarak tahribe başladı.
12.33 Tekmil topçumuz gurup atışına başladı.
12.35 Bir zayiat olup olmadığı sualine karşı yanlız bir tek şehidimiz olduğu.
12.36 Düşmanın blokhavz önünde .Hasan Çavuş takımıyla çarpıştı.
12.40 Düşman efradının hücuma tepelendiği.
12.50 Hasan Çavuş’un Allah Allah diye muvaffakiyet feryadı.

Şu saatler esnasında insanın yekdiğerine söz söyleyip duyurmak kabil olmadığı bir dakika idi.Düşmanın topçu mevzii ve bomba mevzii tahrip edildi.Fakat ne çare ki rezil düşmanın en son bombardımanını mert Hasan’ı şahadet kefenine sarmış ve cennete kavuşturmuş olduğunu anladık.Bu büyük muvaffakiyetinin kahramanı olan Hasan dünyasına ebediyen veda etmiş.Artık manen takımına şefaat etmekte bulunmuştu.Hasan’ın gaybuteti umum üzerinde alevli intikam hislerini uyandırmağa başlamıştı…Gece olduğu zaman Hasan Çavuş siperine geçiş hattı temin edilmiş ve diğer şehit kardeşleriyle beraber Hasan Çavuş’un mübarek naşı uygun bir yere defnedilerek üzerine de yazılı bulunan bir levhacık dikilmişti.14.Fırka kal’asının en yıkılmaz burcudur,kahraman kahramanı bu şehidin MEZARI

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

214

Tuesday, 9.02.2016, 23:56



Hititler dönemine ait bir kulak tıkacı
İlk çağlarda tanrıların veya kötü ruhların, bir hatasından dolayı kişiye kızması sonucu Tinnitusun meydana geldiği sanılırdı. Bu hurafelere inanarak adaklar ve kurbanlar kesilir ve Tinnitusun geçmesi beklenirdi.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

215

Wednesday, 10.02.2016, 00:03


lk Kadının Yaratılışı - Pandora

Pandora (Antik Yunanca : Πανδώρα) "tanrılar armağanı" anlamına gelir. Yunan mitolojisinde ilk kadın, Zeus tarafından insanlığı cezalandırmak için hazırlandığına inanılırdı.
Efsaneye göre, Zeus kendinden ateşi çalıp insanlara veren Prometheus'un kardeşi Epimetheus'a balçıktan yapılmış tanrısal güzellik ve zekaya sahip Pandora'yı eş olarak gönderir. Epimetheus kardeşinin tüm uyarılarına karşı Pandora ile evlenir. Zeus, Pandora'ya evlilik hediyesi olarak topraktan yapılmış, çömlek benzeri bir kavanoz (yanlış yapılmış bir çeviri sonucu kutu olarak anılmaktadır) hediye eder ama bu kavanoz asla açılmamalıdır. Bir süre sonra merakına yenilen Pandora, kavanozu açar ve içindeki tüm kötülükler dünyaya yayılmaya başlar. Ancak son anda kutuyu kapatır bu da insanların içindeki "umut"tur; kötülüğün yayılmamış olması umudu.
Başka bir efsaneye göre de Pandora kutuyu açtığında dünyaya kötülük hakim olur ve Pandora kutuyu kapatırken de kutu Pandorayı esir alır.
Diğer bir hikâyede ise Haberci Tanrı Hermes Olimposa giderken sırtında çok uzaklara götürmesi gereken sandığı Pandora ve eşine bırakır. Pandora merak eder kutuyu açar, kendine ve eşinin üzerine pişmanlık, kızgınlık, kibir vs. gibi kötü özellikler, yaşadıkları mutlu ormana ve de bütün dünyaya çeşitli kötü özellikler yayılır. Son anda Epimetheus sandığı kapatır. Sandığın içinden bir ses gelir. Sandıktan gelen cılız ses -Lütfen beni çıkarın. Dışardaki kötülüklerle ancak ben başadebilirim- der. Bu sefer Pandora ve eşi birlikte sandığı açarlar. Sandığın dibinde bir kelebek vardır. Sandığın içindeki kelebek tek umuttur.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

216

Wednesday, 10.02.2016, 00:04


lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

217

Wednesday, 10.02.2016, 00:06


18 MART KAHRAMANI CEVAT COBANLI

NUSRET MAYIN GEMİSİ VE CEVAT PAŞA'NIN RÜYASI

İtilaf devletlerinin Çanakkale ve İstanbul boğazlarını açmak için teşkil ettikleri İngiliz ve Fransız filolarından müteşekkil büyük armada, 17 Mart akşamı Karanlık Umanı çevresinde son bir defa daha yaptırdığı mayın taraması ile emniyet hissi ve ertesi gün kazanmayı düşündükleri zaferin tatlı hayalleriyle uykuya dalarlar. Oysa uyumayan birileri vardır. Saat gecenin bir buçuğunu gösterdiği zamanda 360 tonluk eski bir tekne olan Nusret Mayın Gemisi bütün ışıklarını karartmış, ağır ağır, Rumeli kıyısını çok yakından takip ederek sessizce Boğaz’dan aşağıya doğru inmektedir.




Gemi kumandanı Yüzbaşı Hakkı Bey, aldığı emir gereği çok rizikolu bir işe girişmiştir. Sisli ve yağmurlu havanın görüş alanını çok azaltmasından faydalanan Hakkı Bey, duman çıkarmaması için makinelerinin dakika devrini l40’da tutmak şartıyla her 15 saniyede bir mayın olmak üzere poyraz lodos yönünden 26 adet Türk yapımı mayını bu bölgeye döktürür.

Böyle bir plan nereden çıkmıştır?

Müstahkem Mevki Komutanı Cevat (Çobanlı) Paşa bir gece çok enteresan bir rüya görür. Rüyasında kulağında yankılanan ses şöyle demektedir: “... Deniz üzerine bak! Denize doğru nazar eden Cevat Paşa dalgalar arasında çiçeklerle bezenmiş pırıl pırıl “Kef” ve “Vav” harflerini görür. Heyecanla uyanan Cevat Paşa, rüyaya bir anlam veremez.

O sırada Seddülbahir, Ertuğrul, Kumkale, Orhaniye istihkam ve bataryaları düşmanın çok üstün sayıda ve taretler içinde korunmuş çabuk ateşli ve büyük çaplı gemilerin acımasız saldırısı karşısında çoktan susmuş, moloz ve toprak yığını haline geldiğinden savaş dışı kalmıştır.

Tenger, Soğanlıdere ve Baykuş bataryalarını takviye ettirmek için teftişe çıkan Cevat Paşa, Kilitbahir’den istimbota binerken yedi yıl önce veremden ölen kızı Bedile Hanım’ı hatırlar. Kabri büyük veli Ahmed Cahidi Sultan’ın türbesinin haziresindedir. Az sonra onun mezarı başına geldiğinde rüyasındaki sesi burada da duyar; şöyle demektedir lahuti ses: “... Cevat, depolardaki 26 mayını denize döşe”. Cevat Paşa, korku ve şaşkınlık içinde bocalarken karşısında yüzüne bakılmayacak kadar güzel, nurânî bir siluet belirir. Adam, Cevat Paşa’nın kolundan tutup sorar:

- Bir derdin mi var?

Cevat Paşa, gördüğü rüyayı ve az önce duyduğu sesi bir solukta anlatır. Nur yüzlü adam (Ahmed Cahidi Sultan) cevap verir:

- Nur, zafer işaretidir. Ebced hesabında “Kef” harfi 20, “Vav” da 6 rakamını bildirir ve 26 yapar...

Bunları söyledikten sonra aniden kaybolur. Cevat Paşa, hemen Mayın Grubu Kumandanı Nazmi Bey’i çağırıp sorar:

- Depolarımızda kaç mayınımız var? Nazmi Bey’in cevabı çok şaşırtıcıdır:

- Elimizde bir Türk usta tarafından yapılan 26 mayın var. Alman teknisyenler bunları döşememizi istemediler. Şu anda Boğaz’daki mayın sayısı 377’dir ve hepsi Alman yapımıdır.

Nazmi ve Hakkı Bey'le buluşma

Cevat Paşa, daha sonra Nusret Mayın Gemisi Komutanı Yüzbaşı Hakkı Bey ile Yüzbaşı Hafız Nazmi Bey’i makamına çağırır ve mayınları nereye dökecekleri konusunda plan yaparlar. Ve plan gereği bu sırlı 26 mayın Kumbağı Burnu ile Soğanlıdere arasına iki sıra halinde Boğaz’a paralel olarak tekbir ve dualarla dökülür.

Ertesi gün 18 Mart 1915 sabahı İngilizlerin en büyük zırhlılarından Irresistible ve Ocean zırhlıları, Nusret’in sabaha karşı döktükleri mayınlara çarparak herkesin şaşkın bakışları arasında Boğaz’ın dibini boylarlar. (Prof. Azmi Süslü, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c.7, s 306 Aktaran: Mustafa Turan, s 56)

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

218

Wednesday, 10.02.2016, 00:09


Nazmi Bey
Yüzbaşı Tophaneli Hakkı Bey; Nusret mayın gemisi kaptanı olan Hakkı Bey, 07, 08 Mart gecesi ( bir rivayete göre de 17, 18 Mart gecesi) komutanlarından aldığı 26 tane mayını istenilen mevkilere ve istenen derinliklere dökerek düşman donanmasının boğazdan geçmesini engellemiş ve üç dev savaş gemisinin batmasına vesile olmuştur

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

219

Wednesday, 10.02.2016, 00:10


Hakkı Bey
Çanakkale deniz savaşında gerçek bir kahraman olan bu güzide şahsın adı, son günlerde kendisine rant sağlamaya çalışan birtakım kişilerin ağızlarında sıkça anılır oldu. Hadiseyi burada anlatmayacağım ancak, tarihçilerin milli konulara daha çok hâkim olmalarını ve kahramanlarımızın isimlerini kullanarak getirim elde etmeye çalışan kişilere, gereken cevabı vermelerini "Çanakkale gönüllüleri olarak" istirham ediyoruz.
Üst Teğmen Kilitbahir'li Hasan Bey ve Teğmen Libyalı Mevsuf Bey; Dardanos tabya komutanı Hasan Bey ve Takım komutanı Mevsuf Bey'ler, 18 Mart deniz savaşında göstermiş oldukları üstün mukavemet karşısında, düşman zırhlılarının tüm dikkatini çekmiş ve yalnız bu tabya ya savaşta Türk'lerin attığı top mermilerinden daha çok top mermisi atmışlardır. Neticesinde Hasan Bey ve Mevsuf Bey, diğer tabya personeli ile beraber şehitlik makamına ilhak olmuşlardır. Dardanos tabyası savaşın akabinde ismi, Hasan-Mevsuf tabyası olarak değiştirilmiştir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

220

Wednesday, 10.02.2016, 00:18


Gümüşhane’nin Şiran ilçesinden Üsteğmen Zahit, cephede kurşun yağmurları altında savaşırken Aziziye ilçesinin Kılıç Mehmet Bey köyünden Ahmet Efendi’nin kızı, eşi Hanife Hanım’a bir mektup yazmıştı.

Üsteğmen Zahit, ‘vasiyetim’ dediği mektubu yazdıktan kısa bir süre sonra 9 Ocak 1916’da şehit oldu.

Yıllar sonra ortaya çıkan o mektubun içinden şehit üsteğmenin küçük kızı Nahide’nin kırmızı kurdelayla bağlı bir tutam saçı da çıkmıştı.

İşte o zaman herkes Zahid’in evli olduğunu ve Nadide isminde de bir yavrusunun varlığını öğrenir.Çünkü Zahid Üsteğmen cepheye gelirken arkasında evlad ü iyal düşüncesini de bırakmıştır.

Ve savaş boyunca ne izin isteyerek evine gitmeyi düşünmüş ne de o konuda iki çift laf etmiştir.

Şehit Üsteğmen Zahit Efendinin vasiyeti:

“Bu günlerde her zamankinden daha önemli muharebelere gireceğiz. Bilirsin , her muharebeye giren ölmez. Fakat eğer ben ölürsem sakın gam yeme... Beni ve seni yaratan Allah bizi nasıl dünyada birbirimize nasib etti ise , benden şehitlik rütbesini esirgemediği taktirde , elbette , ruhlarımızı da birbirine kavuşturur. Vatan yolunda şehit olursam bana ne mutlu. Ancak , sana bir vasiyetim var : Birincisi benim için kat’iyyen ağlama... eşyamın listesi ilişikte. Bunları sat , ele geçecek paradan “mihr-i muaccel” ve “mihr-i müeccel” ini al , üst tarafı ile bana bir mevlüt okut. Eğer bunlar sana borcumu ödemezse hakkını helal et ve ilk gece aramızda geçen sözü unutma... vasiyetimi aldığınız zaman yüksek sesle ağlamanıza razı değilim.”